Genel

Azgelişmişlik Eczanesi (Nazlı Eray)

AZGELİŞMİŞLİK ECZANESİ

Oturduğum mahallede pek çok eczane var. Her sabah yürüdüğüm yolun üstünde, sağda ve solda yeni yeni eczaneler açılıyor. Sürekli uğradığım bir iki eczane vardı, gerektikçe reçeteleri onlarda yaptırırım, tuvalet malzemesi, şampuan, pamuk, diş macunu, tampon, ter ilacı gibi gereçleri oralardan alırım. İsimleri hep birbirine benzer. Pamuk Eczanesi, Park Eczanesi, Kuğulu Eczanesi gibi…

Bu sabah jimnastik salonundaki randevuma yetişmek için, hızlı hızlı yürürken, yolun alt yanında yeni bir eczane açılmış olduğunu gördüm.

Beyaz giysili, kalfa olduğunu anladığım bir genç vitrini düzenliyordu. Ustalar eczanenin dış yüzüne merdiven dayamışlar, ışıklı birtakım harfleri yerlerine yerleştiriyorlardı.

Jimnastik salonundan çıktığımda o yana bir göz attım; yazılar henüz yerlerine dizilmemiş, eczane açılmamıştı.

Geceye doğru, yazı masamın üstüne koymak için, bir demet sümbül almaya yeniden dışarıya çıktığımda, yolun altındaki eczanenin ışıklarının yandığım gördüm. Vitrin açılmıştı. eşil neon ışıkları ile yazılmış eczane adı, pırıl pırıl parlıyordu.

Gözlerimi kısıp okudum:

“Azgelişmişlik Eczanesi…”

Alacağım bir demet sümbülü çoktan unutmuştum. Adımlarımı hızlandırıp eczaneden içeriye girdim.

Beyaz giysili, aydınlık yüzlü kalfa kasanın başındaydı. Tezgahın ardında duran ince bıyıklı, şık giysili, zayıf, orta yaşlı bayın eczane sahibi olduğu anlaşılıyordu. Çevrede açılış nedeni ile gelmiş bir iki sepet çiçek gözüme ilişti. Eczane sahibi bay da, sepetlerden birinden bir beyaz karanfil almış, yakasına iliştirmişti.

Beni güler yüzle karşıladılar. Bir arzum olup olmadığını sordular.

Hafifçe öksürüp sesimi temizledim.

“Bir B vitamini türevi rica edecektim…” dedim.

Kalfa nazik bir sesle: “Efendim, biz biraz değişik bir hizmet sunuyoruz müşterilerimize… Ne yazık ki piyasa ilaçlarını ve vitaminleri getirtmedik… Çünkü bildiğiniz gibi çevrede bunları satan eczane çok… Bizim sunduğumuz hizmet başka…” dedi.

Şaşırmıştım.

“Nasıl yani, ne gibi bir hizmet sunuyorsunuz? Pek anlayamadım…” diye sordum.

Eczane sahibi kibarca lafa girdi:

“Anlayamamakta çok haklısınız efendim. Bir yerde, sınırlı bir kitleye sunduğumuz için hizmeti, gazeteye ayrıntılı ilan vermek gereğini duymadık.

“Sunduğumuz hizmet kısaca şöyle özetlenebilir:

“Bildiğiniz gibi, henüz az gelişmiş bir ülkede yaşıyoruz. Hepimiz… Biz, siz… Sokaktaki adam… Öyle değil mi, efendim?”

Eczane sahibi dikkatle yüzüme bakıyordu.

“Evet, öyle…” dedim. O devam etti:

“Az gelişmiş bir ülkenin insanlarıyız. Bu dünyada halimizden memnunuz. Belki başka bir şey aramıyoruz, günlük mücadele, yaşam kavgası derken yaşayıp gidiyoruz. Mutlu oluyoruz yerine göre… Kimi zaman kızıyoruz. Umutsuzluğa düştüğümüz oluyor ama sonunda her bir şeyi bu bildiğimiz dünyamızda hallediyoruz…

“Ama düşünün efendim, aramızdan bazı kişiler bir gün gelişmiş bir ülkeye gidiyorlar… Örneğin Amerika’ya… Orada tüm olay değişik, sistem değişik… Kişiye sunulan olanak çok, hak çok, dünya yüz yıl ileride gibi…

“Efendim, bu insan eğer geriye dönerse, ömrünün sonuna değin mutsuz olmakla karşı karşıya… Ya sistemi tümü ile reddedecek, ya gördüklerini, yaşadıklarını hiçbir zaman unutamayacak, sürekli bu iki ayrı dünya arasında kıyaslama yapacak…”

Duyduklarım hayretler içinde bırakmıştı beni.

Çantamı karıştırıp sigara paketimi buldum. Bir sigara çıkartıp ağzıma aldım, eczane sahibi, zarif bir hareketle sigaramı yakıp konuşmasını sürdürdü:

“Bütün bunlar bildiğimiz şeyler… Öyle değil mi, efendim?” diye sordu bana.

“Evet, öyle. Gerçek bunlar… Bildiğimiz ve yaşadığımız şeyler…” dedim.

Sigaramdan derin bir nefes çekmiş, dinliyordum.

“İşte sunduğumuz hizmet burada başlıyor…” dedi eczane sahibi…

“Yani?” dedim şaşkınlıkla.

“Yani…” dedi eczane sahibi… “Uygarlığı, gelişmişliği tanımış ve unutamayan ülke insanına farmakolojik etkenlerle bu dünyaları tümü ile unutturabiliyoruz!”

Sözünü bitirmiş, camekanların önündeki yerine dönmüştü.

Heyecanlanmıştım.

“Yanlış anlamadıysam eğer, dış dünyayı, ileri uygarlıkları tanımış, az gelişmiş ülke insanına, gördüklerini unutturacak ilaç satıyorsunuz!” dedim.

“Evet efendim! Tüm olay işte bu!” dedi eczane sahibi. “Bir adaptasyon merkezi olmak yolundayız… Elimizde söylediğim amaç için özel üretilmiş otuza yakın ilaç var… Bunlar insan bünyesine ve unutulacak olan ülkenin veya uygarlığın çapına göre değişiyor…

“Örneğin, yazın Yunan adalarına bir seyahat yapmış kişi, bu yaz yurt dışına çıkamayıp, Bodrum’da geçirecekse tatilini ve bu yüzden tedirginse, ona hafif bir hap verebiliyoruz… Mutlu oluyor ve kıyaslama yapmıyor…”

Duyduklanma inanamıyordum.

“Tabii bu basit bir örnekti,” dedi eczane sahibi. “Daha uzaktaki, daha gelişmiş dünyaları görüp gelen kişilere, otuz haplık kürlerimiz var… Almanya olayını yaşayan işçilerimiz için bir aşı geliştirmeyi başardık. Amerika’da okuyup yurda dönmek zorunda kalan öğrenciler için bir iğnemiz var… Ama iğneye gerek kalmaması için, hapları düzenli almak yeter.”

Cigaramı söndürüp bir yenisini yakmıştım.

“Pek iyi, bu haplar unutturuyor… diyorsunuz, ya geri dönüş var mı? Yani ben şimdi Amerika’yı unutmak için bir tertip hap yutsan, sonra yeni baştan anımsamak istediğimde, bana Amerika’yı anımsatacak haplar da var mı?” diye sordum.

“Kuşkusuz var, efendim,” dedi eczane sahibi. “Antidot, diyorsunuz… Var… Var olmasına da, yüzde yüz eskisi gibi anımsatmaz… Hayal meyal düşündürür.”

“Siz hiç denediniz mi bu haplardan?” diye merakla sordum.

“Evet, denedim,” dedi eczane sahibi.

Merakım büsbütün artmıştı.

“Bağışlayın merakımı… Siz nereyi unutmak istemiştiniz de, kullanmıştınız bu haplardan?” diye sordum.

“Efendim, ben Kanada’da eğitim gördüm. Orada bir kız sevdim. Olmadı. Yurda döndüm. Aklımı yitirecek hallere gelmiştim. İşte o ara bu ilaçların varlığını ilk kez duydum. Kullandım. Çok yararım gördüm. İlk tertibi bitirdiğimde kıza olan aşkım küllenmişti. İkinci tertibin sonunda, Ouebec’te yıllarca kaldığım pansiyonun bulunduğu sokağın adını zor anımsayabiliyordum,” dedi.

Kalfayı gösterip ekledi:

“Mehmet Frankfurt’ta işçiydi. Kesin dönüş yaptı. Üç tertip hap ve bir aşıdan sonra, yüzde yüz uyum sağladı,” dedi.

İlgi ile kalfaya baktım. Eczanenin o gerçeküstü ışığında, başını eğerek tüm söylenenleri doğruladı.

“Nasıl bir etki sağlıyor bu haplar?” diye sordum.

“Unutturuyor, efendim,” dedi kalfa… “Hem az gelişmişliği, hem gelişmişliği unutturuyor…”

Düşündüm.

“Pek iyi… Yan etkisi var mı bu ilaçların?” diye sordum;

“Yan etkisi kesinlikle yok…” dedi eczane sahibi…

Düşünüyordum.

“Örneğin Amerika’yı unutmak için hangisini öneriyorsunuz?” diye sordum.

Eczane sahibi:

“Amerika için ayrı bir tertip var… New York için otuz bir günlük bambaşka bir kür uyguluyoruz… Tahmin buyurursunuz ki, New York başka bir olay,” dedi.

“Evet, biliyorum,” diye mırıldandım.

O devam ediyordu.

“Elimizde Japonya, Filipinler, Hawaii, Hong Kong için geliştirilmiş kapsüller var. Ama ne tuhaftır ki, kimse onları kullanmak istemedi. Oraları bir kez gören, geri dönünce tedirgin olmuyor. Ama Amerika filan başka olay…”dedi.

“Amerika için verdiğiniz hapın adı ne?” diye sordum.

“Antamericana,” dedi kalfa.

“Fiyatı ne kadar?” diye sordum.

“Antamericana’nın otuz bir günlük bir kürü on bin lira,” dedi.

“Biraz pahalı değil mi?” diye sordum.

“Çok ucuz,” dedi eczane sahibi. “Aksine çok ucuz… Amerika’ya bir uçak biletinin fiyatını bir düşünsenize… Ya orada yaşamanın bedeli? Dolar sürekli tırmanıyor. Paramız değer kaybediyor… Alacağınız bir tüp ilaç, otuz bir gün sonra size tüm Amerika olayını, insana orada tanınan birtakım özgürlükleri, olanakları, ilerlemiş yaşamı unutturuveriyor… Şimdiki durumunuzdan memnun oluyorsunuz…”

“Ben bu işe pek inanamıyorum…” dedim gülerek…

“Öyleyse, size üç haplık bir ön deneme hakkı tanıyabiliriz…” dedi eczane sahibi…

Kalfa raftan ufak bir kutu indirmiş, özenle paketliyordu.

“Buyurun,” dedi eczane sahibi, kutuyu bana uzatıp:

“Unutmak istediğiniz uygarlığın Amerika olduğunu varsayarak, size bu ilacı ücretsiz veriyorum. Bu gece deneyin. Akşam yemekten sonra bir tane hap yutacaksınız. Üç gün sonra, memnun kalıp küre devam etmek isterseniz, buyurun, bekliyoruz…”

Paketi alıp eczaneden çıktım. Tüm bu duyduklarım sersemletmişti beni.

Eve gelince, kutuyu açıp içindeki prospektüse bir göz attım. Şöyle yazıyordu:

ANTAMERICANA

Uygarlık unutturucu.

3 yutma tableti.

Yan etkisi yoktur.

Eşantiyondur, parayla satılmaz.

İlacı elimde evirip çeviriyordum… Yutsam başka türlüydü, yutmasam başka türlü…

Bir süre New York’u düşündüm. Sonra aklıma St. Lucia geldi. Batı Hint Adalarını, birkaç gün için içine girebildiğim o yeşil, ilkel dünyayı anımsadım. Rio de Janeiro’yu düşününce aklıma bulutların dağların üstüne düşen gölgeleri, Atlantic Avenue’de yarış eden son model arabalar ve dumanlı bir gece kulübünde, sabaha karşı şarkı söyleyen Watusi geldi.

New York’u bir kez daha aklımdan geçirince, özgürlük heykelinin bana dil çıkarıp göz kırptığım büyük bir hayretle gördüm. Sonra da elindeki meşaleyi sallayıp oyunlar yapmaya başlamıştı.

Büyülenmiş gibi, karşımda bin bir şaklabanlık yapan özgürlük heykelini izliyordum.

Ardından dev gemiler süzülerek New York limanına giriyorlardı.

Gözümün önündeki heykel eski halini alsın diye boşuna bekledim. O oyunlarına devam ediyordu. Kulaklarını oynatmaya başlamıştı.

O an hiç unutmamaya karar verdim onu.

Koşarak odama gittim. Masanın üzerindeki ANTAMERICANA tüpünü aldım, gittim tuvalete döküp sifonu çektim.

Tuhaf şey, rahatlamıştım. Bir dergi açıp rastgele okumaya başladım.

Bir süre sonra kapı çalındı. Arkadaşım gelmişti. Büyük bir heyecanla ona, o gece gördüğüm ‘Azgelişmişlik Eczanesi’ni, orada geçen konuşmaları, eczane sahibinin anlattıklarını, kalfayı anlattım.

Hayretler içinde kalmıştı. Dinliyordu beni…

“Gel,” dedi. “Bana göster orayı…”

Beraberce çıktık. Ay bulutların arasındaydı. Uzaktan gördüm eczanenin ışıklarını Kolunu tutup gösterdim ona.

Yaklaştık…

Tabela değişmişti.

“Defne Eczanesi” yazıyordu… Çoktan kapanmıştı. Vitrine baktık. Antibiyotikler, vitaminler, bronzlaşma kremleri, takma diş tozları vardı…

“Garip,” dedim. “Garip şey… Değişmiş tüm burası…”

“Daha iyi…” dedi o.

Canım sıkılmıştı.

“Bana inanmadın, değil mi?” diye sordum.

“Sana inanıyorum. Bu gece, ben gelmeden önce, buralarda dolaşırken, ‘Azgelişmişlik Eczanesi’ adlı bir eczaneye girdiğine, oradaki konuşmaları duyduğuna inanıyorum…” dedi.

“Yazacağım. O zaman gerçek olacak…” dedim.

Yollarda yürüyorduk. Saat on bire geliyordu. Tunalı Hilmi bomboştu…

“Sana Beyzade Faik Beyin öyküsünü anlatacağım…” dedim.

“Hadi anlat…” dedi.

Ona, bu çok eski öyküyü anlatmaya başladım. Bir yandan da, onun bana iki gün önce anlatmış olduğu atın ölümünü düşünüyordum. Derken aklıma bir şey geldi.

“Sen kimya okudun. Hiç Antamericana diye bir bileşim adı duymuş muydun?” diye sordum.

Gülmeye başlamıştı.

Ben de gülüyordum.

Karşıki tepelerde, Çankaya’nın bitiminde, ışıklı boş bir yol, hafif bir eğimle gökyüzüne doğru uzanıyor, sanki bir bulutta bitiyordu.

Orayı gösterdim ona.

“Ben de geçen gün gördüm o yolu…” dedi.

Caddeden aşağıya, konuşarak yürüyorduk…

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap