Deneme Örnekleri

Basamaklar-Mehmet Kaplan

mehmet-kaplan

Mehmet-Kaplan

İnsanlık, çok uzaklarda, çok yükseklerde görür gibi olduğu idealler ülkesine doğru yavaş yavaş ilerler. Bulunduğu yer ile ulaşacağı yere bakar; arasındaki alınması imkânsız mesafeler onu korkutur, ümitsizliğe düşürür; o zamâna kadar ele geçirdiği şeylerin bir değeri olmadığı zehabına kapılır. Ve bu beyhudelik ve boşluk duygusu onu çökertir. Bizi âtıl yapan şey, belki de ideallerimizin çok yüksek, irademizin ise çok zayıf olmasıdır. Bundan dolayı fazla uzağa, fazla yükseğe bakmak, olmaz şeyler tasavvur etmek, pek de iyi bir şey değildir. İki adım öte­sini görmek, ilerlememiz için yeter. İki adım sonra, tekrar iki adım. Böylelikle bir de bakarız ki, uzaktan aşılmaz görünen dağları aşmış, bir konaktan başka bir konağa ulaşmışızdır.

Arkaya, katedilen yola, aşılan basamaklara bakmak, daha fazla ümit ve cesaret vericidir. İnsan o zaman, bu kadarını yaptığına göre, bundan sonrasını da başarırım diye kendine güvenir. Henüz, yapma­dıklarımız yahut yapamadıklarımız değil, yaptıklarımız bize emniyet duygusu aşılar. Zaten şahsiyetimiz de yaptıklarımızın bir neticesi değil midir? Şüphesiz insan yaptığından daha fazla bir şeydir. Eğer sadece yaptığından ibaret olsaydı, daha ileri gidemezdi. Fakat yaptığını, yapan olduğunu bilmek yapılacak olan için kuvvetli bir destek olur.

Zamanı, Zenon’un oku gibi an an aşarken, hayat bize durur gibi gözükür. Halbuki bu bir vehimden başka bir şey değildir. Zaman her an akar. Saniyeler dakika, dakikalar saat, saatler gün, günler hafta, haftalar ay, aylar sene ve seneler asır… olur. An içinde yaşayan bir kimse bu akışı fark etmez. İdealin sabitleştirdiği gelecek de bize akışı duyuramaz, tarih üzerinde düşünmekle teşekkül eder. Zaman şuuruna sahip olmayan bir kimse, anın yeniliğini ve geçiciliğini ve istikbâle mutlaka ulaşacağını vazıh olarak düşünemez. Zaman şuuru bize hayatın durucu değil akıcı, statik değil dinamik bir vakıa olduğunu öğretir.

Pasif davranış, statik bir hayat görüşünün ifadesidir. Statik hayat görüşüne göre her şey tekerrür eder. Eskiden nasılsa bugün de öyle. Halbuki insan hayatının hiçbir ânı ötekine benzemez. İnsanlığın, çağlar boyunca nasıl merhaleler aşa aşa bugüne kadar geldiğini ve bugünden I sonra da daima yeni merhalelerden geçerek ilerleyeceğini biz yalnız tarih kültürü ile elde edebiliriz.

Alain, “Terbiye, dünden bugüne gelmelidir, çünkü insanlığın gidiş istikameti budur” der. Çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluğa ve ihtiyarlığa… Bütün çocuklar masaldan hoşlanır, gençler destanları ve romantik eserleri sever. Olgun insan, realist romanlara, ilim ve tekniğe önem verir. Bütün kitapları okumuş ve vücudu yorulmuş ihtiyar, ölümün karanlığına yaklaşırken din ve felsefe ile meşgul olmaktan zevk duyar. Her insan, hayatı boyunca insanlığın geçtiği merhalelerden geçer. Her çağ, varlığa kendi yaşının arkasından bakar. Kişinin olduğu gibi insanlığın da çağları vardır ve bunları aşmak için tanımak lazımdır. Aksi takdirde durgun bir görüş içinde kapanıp kalınır.

Bugünkü psikoloji, şayanı hayret vakıalar keşfetmiştir. Bunlardan biri, çocuklukta teşekkül eden ruhî çatışmaların hayat boyunca insanın gayrişuurunda yaşaması ve davranışlarını gizliden gizliye idare etme­sidir. İkinci vakıa, “Archetype”lerin, milletlerin ve ırkların tarihinde şekilden şekile girerek devam etmesidir. Bunlar eski mitler ve destan­larda tecelli eder. Freud, bugün pek meşhur olan psikolojinin anahtarını O edip efsanesi ile ortaya koymuştur. Jung, binlerce yıllık Archetype’lerin çağdaş insanların rüya ve hülyalarında yaşadığını tespit etmiştir. Az önce insanlık merhale merhale ilerler diyorduk. Meseleye bu zaviyeden bakınca, onun beraberinde ebedî olan bazı şeyleri götürdüğünü ilave etmemiz gerekiyor. Zamanla eski rüyalar, tıpkı falcıların söylediği gibi hakikat oluyor. İnsanlık, çok eskiden beri göklerde uçmayı, mesafeleri bir anda kat etmeyi uzaklardan tesir etmeyi, uzaklarda bulunan şeyleri görmeyi arzulamış ve bu arzularım masallar ve efsanelerle anlatmışta Bugün bunların hepsi de, ilim ve teknik sayesinde gerçekleşmiştir. Eski Yunan’da, zararsız, mücerret bir düşünce olan atom, bugün dünyanın en korkunç silahıdır.

İnsanlık, adım adım, yanıla yanıla, hülyalar kurarak, ümitsizliklere kapılarak, hiçbir an durmadan ilerliyor. Bu yanılmaları, bu hülyaları, bu ümitsizlikleri bilmeden insanlık hakkında tam bir fikir edinilemez. İnsanlığın hangi merhalelerden geçtiğini ve nasıl geçtiğini bilmek lazımdır. Bu bir masal, bir destan, bir roman gibi heyecanlı, ibretli ve zevk vericidir. En son hakikati bilen, en son hakikati bilir, fakat insa­nın ve insanlığın ne olduğunu bilmez. Halbuki bilinmesi gereken en mühim şey insandır; çünkü hakikati bulan odur. Hiç âlim, mucit ve mütefekkir, hazıra konan okul talebeleri gibi hakikati birdenbire, hazır olarak bulmamıştır. Okullarda sadece bulunan hakikatler öğretiliyor; hakikatlere nasıl ulaşıldığı, yani yanılmalar da öğretilmeliydi. Hatayı bilmeyen doğrunun değerini anlayamaz.

Bugün en son merhaleye ulaşmış olduğumuzu farzetsek bile, eski merhaleleri bilmeden bunun en son merhale olduğunu nereden bile­biliriz? Eskiyi bilmeyen, bugünün değerini tayin edemez. Halihazırın şuuruna ancak tarih şuuru ile varılır. Fakat bizi en çok alakadar eden ve bize en çok tesir eden başkasının mazisi, başkasının tarihi değil, kendimizinkidir. Çünkü biz, başkasının değil, kendi kendimizin devamıyız.

Geçenlerde hürriyet aleyhinde yazılmış bir makale okudum. “Hürriyet nedir ki?” diyordu; “Esas mesele içtimai kalkınmadır. Hem bizim aydınlarımız, hürriyetin ne olduğunu da anlamamışlardır. Namık Kemal’in şiirlerinde hürriyet bir mazmundan başka bir şey değildir» ilâh.” Bir kalemde, bir asırdan beri Türk cemiyetinde devam eden büyük mücadele, kolayca inkâr ediliveriyor. Namık Kemal’den ben hürriyet için kaç insan ıstırap çekti, sürgün edildi, öldürüldü. Bu için onların hiçbir değeri ve mânası yok. Türkiye’de hürriyet fikrinin bir asırlık mazisi vardır. Bunu bilmeyen, Türkiye için hürriyetin ne değer taşıdığını kavrayamaz.

Hürriyet kelimesini ilk defa fe içtimai bir iman haline getiren Namık Kemal olmuştur. Daha Öncesine giderseniz, asırlarca iktidardakilerin göklere çıkarıldığını görürsünüz, gir eski kasideleri, bir de Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”ni okuyunuz. Bu sonuncusu ile yeni bir medeniyete adım atıldığını göre­ceksiniz. Bu kasidenin dili ve üslubu eskimiştir. Yenilikten başka bir şey istemeyenler, “Bunları okumaya lüzum yok; bunları okumaktan ne çıkar?” diyorlar. Cumhuriyet devrine gelinceye kadar her nesil bu şiiri okumuş ve ezberlemiştir. Birinci meclisin kubbesinde Namık Kemal’in mısraları çınlamıştır. Bugünkü gençler arasında bu şiiri bilen parmak­la gösterilecek kadar azdır. Gençler bu şiiri, onun tarihini, mazisini ehemmiyetini bilmiyorlar. Ondan heyecan duymuyorlar. Ben onlarda hürriyet fikrinin yokluğunu bu bilgisizlik ve duygusuzluk ile izah edi­yorum.

Sadece Orhan Veli’yi bilmek, onlarda içtimai bir hassasiyet uyandırmıyor. Bir asırdan beri nesillerin ruhunu tutuşturan şiir, bugün bir kelime yığını haline gelmiş. Bunun ne netice verdiğini görüyoruz ve daha da göreceğiz. Eski kavimler, atalarının ruhlarına taparlarmış, müşkül zamanlarda onların ruhundan medet umarlarmış. Ataların ruhu eserlerinde yaşar ve onlar eserleriyle halihazıra tesir ederler. Bütün medeni milletlerde mazi kültürü vardır. Maziyi yıkan, yok eden, hali­hazırı en zengin kaynaklardan mahrum etmiş olur. Asırların ötesinden gelen mitler, semboller, fikirler yeni nesillere kuvvet verir. Bunlardan mahrum olan nesiller, halihazır şartlarının çıkmazı içinde ne yapacakla­rını şaşırırlar.

Onlar için mazi olmadığı gibi, istikbâl de yoktur. İstibdat devrinde Servet-i Fünun nesli de, mazi ile ilgisini kesmek yüzünden tam bir bedbinlik ve ümitsizliğe düşmüştü. Ziya Gökalp, tarih şuuru­nu yeniden canlandırarak Türk cemiyetine yeni bir hamle verdi. Son asır Türk tarihinde iki nesil çok aktif bir karakter taşır. Bu iki nesil de kuvvetini, kendine göre tefsir ettiği bir tarih şuurundan alır. Bugünkü neslin zayıf olmasının başlıca sebebi, bence mazi ile alakasını tama­ha kesmiş olmasıdır. O, mazisini bilmediği için, bugünün mânasını da anlamıyor. Bir içinde bulunduğu duruma, bir ulaşılmaz göklere bakıyor. Elinde hiçbir işe yaramayan yapraklar, beyhude hayatına ağlıyor. O, Türk cemiyetinin şimdiye kadar aştığı merhaleleri bilse, çıktığı basamakları görse, belki de fazla ümitsizliğe kapılmazdı.

Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, 120-123 s.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap