Hikaye Örnekleri

Denizkızı Adası-Halikarnas Balıkçısı

       halikarnas balikcisi

Halikarnas Balıkçısı

     DENİZKIZI ADASI

     “Aman” dedim, “Şafaktan önce gel de beni uyandır. Şu karşıki adayı görüyor musun? Rüyama giriyor. Şafak sökerken orada bulunalım.”

     “Olur. Ona Denizkızı adası derler. Ben seni gece uyandırırım.” dedi.

       Oraya gidip balık avlayalı yıllar geçti. Oraya balığa gittiğim zaman, zaten yaşını başını almış bir adamdım. Bu dakika ölecek ve ölürken de bunca yıllık hayatımın, canımda iz bırakmış olaylarını gözden geçirecek olsam, şu kadar para kazanmış olduğum için mutlu ya da şu kadar para ve mevki kaybetmiş olduğum için de acı sanmış olduğum büyük olayların hepsi küçülür de kala kala o ada kıyısında avlanmış olduğum günün anısı, bütün hayatımın en tez bir yaşayışla dopdolu ışıldayan bir anısı olarak kalır. Gözlerim alacakaranlıklaşırken o anı, gördüğüm son ışık ve gönlümün tattığı son sevinç olacak.

       Güneşin kız kardeşi Eos (yani Arşipel’in şafağı), gül renkli aydınlığı kucaklamış, ufukta ağarıyordu. Çizgi çizgi pembe ışıklar, parmaklarıydı. Sıra sıra yatay bulutlar sanki bir “arp”ın teliydi. Işıkla inlemeye koyuldular. Denizine de, göğüne de pembe berraklık ve ışık yayılıyordu. Yanımda kürek çeken Mehmet’e, “Buraya neden Denizkızı adası diyorlar?” diye sordum.

     “Buraya ay ışığında denizkızları gelirmiş. Ben görmedim. Yalnız bir-iki gece, adanın ay ışığında saldığı gölgede, denizi şapur şupur öttürdüklerini duydum. Dalgalar üstünde hayal meyal ağartılar yüzer gibi oldu. Çınlayan bir kahkaha, tüylerimi tuhaf tuhaf ürpertti. Korktum desem yalan, korkmadım desem de yalan. Benim de gülesim geldi. Aklımı oynatırım diye küreklere davrandım.”    
 
    “Neden? Onlar insanı çıldırtırlar mı?”       

     “Dedem görmüş. Kendisi, paraya pula gönül verir bir adam değilmiş. Ama bunlardan birine gönül vermiş. İşte ondan sonra adama bir hal olmuş. Babam bu adaya uzaktan bakar bakardı da, dedemin dediklerini anlatırdı. (…) Babam anlatırdı. Şu gördüğün Sporad adalarının bir koyu, bir körfezi yokmuş ki, dedemin kayığı orada beşik gibi sallanmış olmasın. Gündüzün de, gecenin de on ikişer saatinin pek azını karada yaşarmış. Fırtına kopunca ceviz kabuğu gibi küçücük sandalını, kopan kıyamete kıyas birer sessizlik sarayı olan mağaraların içine çekermiş. Issız kıyıların tenha gezicisiymiş. Yapayalnız yaşarmış. Babama anlatmış.

       Çocukluğumun oyun arkadaşları bu küçük adalar, çığrışan deniz kuşları, sıçrayan yunuslar, eller gibi çırpışan dalgalardı. Ama asıl hayatımın tacı, tam bir sessizlikti. Mağaranın dibindeki yumuşak kuma boylu boyunca uzanırdım. Mavi denizler kıyıya yanaşırken berrak zümrüt olur, sonra en saf göğün en beyaz bulutu gibi bembeyaz köpürürdü. Suyun altın, yeşil ve mavi yansımaları mağaranın tavanında yürürdü. Sular böylece bana renklerini verirken sarkıtlardan damlayan sular, ayrı ayrı notalarda öter ve bana suyun sesini verirlerdi. Yelkenimi açmak için böylece beklerdim. Kızaran bir yaz akşamı olmazdı ki, kayığımla yeşil kıyı ve beyaz kumsalları kıyılamakta bulunmayayım. Tepeden eteğe gelin duvağı gibi çözülüp salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez uzaklıklardan çağırıyormuş gibi olurdu. Yaşamış olduğum bir gün yoktu ki şafak kırmızısının denize taşıp akışını upuyanık ve dimdik seyretmemiş olayım. Neyleyim, kefen gibi yatak çarşaflarını, uyku mahmuru çapaklı gözleri? Ağlarım kıyının sakız dallarında asılı kururken, çimenler üzerine çeşit çeşit balıklarımı serer, üşüşen fukara köylüleri, denizin en lezzetli balıklarıyla beslerdim.”

     “Deli gönül uslanır mı hiç? Hasret çekiyordum! Gönlüm bu güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. Deniz suyunu içen içtikçe susarmış. Yemek yer hazmederiz, yediğimiz yemek biz oluruz. Bu güzelliği neden içime alamıyor ve kendim edemiyorum diye hayıflanıyordum. Denizin dibinde dilediğim gibi gezemediğim için üzülüyordum. Denizin dibine bakınca, denizin yüzü bana dapdar geliyordu. İşte bunun için koyun birinde bir başıma kalınca soyunur, kendimi derinliğe verirdim. İçim yanardı. Berrak ve yumuşak suların, göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü neden içime, ciğerlerime alamıyorum diye kendimi yiyordum. Neden o kıprayan renkleri soluyamıyordum. Efendim? Gün olurdu, balık avını büsbütün unutur, dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. Sabah ışığına kanat salan kuş gibi irademi dip karanlıklarında deniyordum. Ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlat? Sen balıkçısın, benim kadar bilirsin. Ters çevrilmiş uçurumu andıran dibin yüksek kubbelerinde ışıklar, yelpaze gibi açılan ışınlarıyla boşluğu tel tel keserler. İncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembe vardır. Sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. Batmış gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. Deniz dibinde ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş testiler, dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. Renkler dip ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık ovaya hâle hâle yayılırlar. Beklerdim karanlık sessizlikte! Neyi? Bir çığlığın çınlamasını!

       Neyse, denizin dibine alışayım diye gece gündüz çabalayıp dururken, kapkara sevdanın öz zindanına vardım. Ve orada mahpus kaldım. Âşık Garip geze geze ne ararmış, onu kestirir gibi oldum. Onu derin ve koyu zümrüt sular içinde parıl parıl bembeyaz gördüm. Kulağımda, hatta içimde de çığlığı çınladı.”

     “Nenin?”

     “Denizkızının! Sevmek sözünün yahut duygusunun gövdesi ve kemiği eğer olsaydı sevmenin ta apak kemiklerine, ateş dolu iliklerine kadar sevdim diyebilirim. Daldım! Kovaladım! Gece oldu. Işıldaya ışıldaya kaçıyordu. Daldı. Daldım. Yüze geldi, yüze geldim. O yüzdü, ben yüzdüm. Adanın çevresini kaç kez dolandık, bilmedim. Çil çil gülüyordu. Deniz tuzu gibi ısırıcı ve şakrak bir gülüştü o. Ay kalktı. Ne koskocaman aydı, gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bembeyaz! Yusyuvarlak! Ben mi, o mu, ay mı, ada mı dolaşıyordu, farkında değildim. Ha tuttum ha tutuyorum diye, ardınca alabildiğimce kucaklıyordum. Bana dönüp baktıkça ay ışığını kara gözlerinde görüyordum. Gövdesi, çalkanan ay ışığında, ay ışığıydı. Şimdi tuz buz oluyor, parçalanıyor, sonra cıva gibi kavuşuyordu. Kollarımı saldım. Belini sardım. Koynuma çektim, eriyiverdi. Bağrıma bastığım, ay ışığıydı. Onu daha ötede gördüm. Yüzdüm! Yüzdüm! Yüzdüm! Gönlüm çil çil çığırdayan gülüşüne, aya ve adaya sarıla sarıla döndü, döndü, burgaç halinde kendimden geçtim. Ama işte ondan sonra, ay aydını beni hep orada buldu.”

       Mehmet anlatırken güneş batıyordu. Adanın kayaları, yarları diklemesine denizden çıkıyor, evreni saran kızıllık ortasında dev gibi bir orgun ateş sütunlarını andıran boruları uluyordu. Otuz mil eninde bir dalga, dünyanın bütün okyanuslarını dolaşıp geliyormuş gibi davranarak, harlayan köpüklerinde taşıdığı gök gürültüsünü, adanın kıyılarına serdi. En esrarlı mağaralarına dek zangır zangır titreyen ada, musikisini kıpkızıl bulut halinde göklere verdi. Martı alayları adanın üzerinde kıvılcımlar gibi savruluyordu. Gerek benim, gerek Mehmet’in içimizde sonsuz bir heyecan vardı. O küçücük kayıkta bir çöp parçası gibi inip çıkarken okyanusu armonika gibi öttürdüğümüzü sanıyorduk. Aklımızı başımıza toplamaya çalıştık.

       Mehmet’in birdenbire saçları diken diken oldu:

     “İşte denizkızı!” diye haykırdı ve parmağıyla adayı gösterdi.

       Adaya baktım. Köpükler arasından kayaya bir fok balığının çıkmakta olduğunu gördüm:

     “Hakkın var, Mehmet!” diye bağırdım. Şaka değil, Pan bu yerlerin yerlisiydi.

                                                                                              Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı)
                                                                                              Merhaba Akdeniz

Bu hikayedeki bazı sözcüklerin anlamları:

armonika :  Yan yana sıralanmış deliklerden her biri üflendiğinde ayrı notada sesler çıkaran küçük ağız çalgısı, mızıka.
arp :  Dik tutularak parmakla çalınan, üç köşeli, telli çalgı.
Arşipel :  Ege Denizi’ne verilen bir başka isim.
burgaç :  Beklenen hızından farklı bir biçimde ve beklenmeyen yönlerden gelen şiddetli hava akımı, türbülans.
Eos :  Yunan mitolojisinde şafak tanrıçası.
hacet :  Herhangi bir şey için gerekli olma, gereklilik, lüzum.
org :  Klavyeli büyük ve küçük borulardan yapılmış, körüklerden elde edilen havanın bu borulardan geçmesiyle değişik ses tonları verebilen, genellikle kilise çalgısı.
Pan :  Yunan mitolojisinde küçükbaş hayvanların, çobanların tanrısı.
rıh :  Yazıdaki mürekkebi kurutmak için dökülen çok ince ve renkli bir tür kum.

Halikarnas Balıkçısı, konularını Ege ve Akdeniz’in kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan almıştır. İçinde yaşadığı ve her ayrıntısını bildiği denizi, balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını zengin terim ve mitoloji hazinesinden yararlanarak anlatmıştır.

“Halikarnas Balıkçısı bir Anadolu uzmanı ve sevdalısıdır. Yunan mitolojisi olarak görülen ve Avrupa’nın kendi kökenleri olarak kabul ettiği kültürün aslında, çok daha köklü uygarlıklara beşik olmuş Anadolu’ya ait olduğu tezini savunur. Eserlerinde sık sık bunları anlatırken Anadolu uygarlıklarının beslediği değerlerin Batı tarafından göz ardı edilmesinden dem vurur. (…) Halikarnas Balıkçısı deneme ve incelemelerinde de Akdeniz uygarlığı ve Anadolu hakkındaki düşüncelerini, karşılaştırmalı bir yöntemle ele aldığı mitolojik bilgileri aktarır. Mitolojik incelemelerinin hemen hepsini, Anadolu’da gelişmiş kadim uygarlıkların altıncı kıta olarak nitelendirdiği Akdeniz’in uygarlık tarihindeki önemini kanıtlamak, anlatmak için yazmıştır.” (Medine Sivri – Sibel Kuşca, Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Mitlerin İzleri ve Karşılaştırmalı Mitolojiye Katkısı)

denizkizi adasi-cevat sakir indir.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap