Hikaye Örnekleri

KARANFİLSİZ-ADALET AĞAOĞLU

Bu hikaye Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Adalet Ağaoğlu’nun bir hikâyesidir. Hikâye, teknolojik gelişmeler karşısında el sanatlarıyla uğraşanların karşılaştığı zorlukları; modernleşmeyle beraber insanların bu konudaki duyarlılıklarını gitgide kaybetmesini ve el emeğine verdikleri önemin azalmasını ortaya koymuştur. Adalet Ağaoğlu; toplumun içinde bulunduğu bu durumu, Karanfil siz adlı hikâyesinde süsleme işi yapan zanaatkârın iç dünyasından yola çıkarak ve onu konuşturarak vermeye çalışmıştır. Yazarı önemli hikâyecilerden biri yapan özellik, duygu ve düşünceleri kaynaştırırken yapaylığa sürüklenmemesidir.

       KARANFİLSİZ

     “İşim mi?.. Eh işte…”
       Caddede, kalabalık arasında kulağıma çarpan söz, bu. Bu kadarcık işim mi? Eh işte… Öyle, sapı kırık, taç yaprakları dökük bir ses. Dönüp bakmadım. Kim olduğunu görmedim.
       Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş!
       Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah akşam karşısına geçip de inatla, sabırla, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti.
       Atlı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. Yeşiller, sarılar, maviler, kırmızılar, akarsular, göller, dağlar ve karanfiller onun da içini süsler, günlerini güzelleştirirdi. Bu arabaları, kamyonları sürenleri de sevindiriyor olmalıydı. Yoksa önünde neden sıraya girsinler, neden, gölün içinde bir kuğusu da mutlaka olsun, desinler?
       Önüne getirilen her kasa tahtasını boyardı. Çiçekler, böcekler, dantela kıvrımlarla çektiği çerçeveye bir karanfil de kendinden katardı. Dedesinin işiydi. Sonra, babasının da işiydi. Dalları boyarken, göl kıyılarına sazları atarken, dedesi gecenin ortasında, ak donuyla çıkar gelir; denir ki hâlâ sağ, başının ucuna dikilirdi:
     “Gölün şıpırtılarını unuttun. Suların salınışını unutma. Boyayı da iyi ov. Renkler sevinsin,” derdi. “Baştan savma! Dolunayı suya düşürmeyi unutma!”
       Gözleri çakmak çakmak ona bakardı. Hoşgörmez bakışlarına karşın, babası gibi dedesinin de kendisiyle övündüğünü bilirdi. Dağ başlarına döne döne çıkan yolları, maviliklerde süzülen bir tepkili uçağı ikisi de akıl etmemişti. O yolların dönemeçlerini ne de yumuşak alıyor kamyon!.. Kamyon kasası üstündeki bu yolları döne döne çıkan kamyon da çok süslüydü. Çiçek demeti gibi… Tepkili uçağın ardındaki ak çizgiyi pamuksu bulutlar böler. Böylece, hevesle ovar parlatır, suları gümüşsu yansımalarla çıldırtırdı. Derken gözleri bulanır, sırtı ağrırdı. Şimdi, gözbebeklerine oturmuş bulanıklık aynı şey mi bilinmez.
       Babası, fırçayı eline verirken:
     “Gönlünce yap. Başka şeye kulak asma.” demişti.
       Artık babası da yok. Kasa yapımında çalışan arkadaşı ise tepesinden hiç eksik olmuyor. Ne ki “Çiçeğin göbeğini unuttun, mavinin dengesini kaçırdın.” demiyor. Daha küçükken işte bu kasa yapımına girmeden önceleri; sularına, karanfillerine duyduğu hayranlık eksile eksile bitmişti. Nicedir ak kanatlarını şişirmiş bir kuğuya coşkuyla el çırpmıyordu.” Şuraya da bir yelkenli…” demiyordu. Dudağının kıyısında aldırışsız bir gülümseme takılı oluyordu. O, önceleri bir gülümsemenin, süsleme işini küçümseme demeye geldiğini bilmiyordu. Aldırmıyordu. Her bir yanı renklere, ışınlara, biçimlere batmış bulanmıştır. Boyaları kendisini savunur. Gönlünde yepyeni karanfiller uç verir. Taç yapraklarının kıpırdanışını, sapların yumuşacık eğilişini, çağlayanların sesini değiştirir durur. Kaportacının “cık cık cık…” deyişlerini işitmez.
       Bir akşamüstü aynı biçimde karşısına dikilmişti. O ise derenin üstüne küçük bir köprü atıyor, köprüyü ıslıklarla geçiyor. Ağzında bir türkü. Karanfillerse kulaklarının arkasına takılı. Dereyi, dolunayın sulardaki şavkını onlarla taçlandıracak. Hazırdılar. Çerçeveyi çekecek, köşelere birer de yıldız konduracak.
       Kaportacı:
     “Boşuna çaba.” dedi. “Boya, boya. Hepsi süsü için!”
       İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu şurdaki serin sularla giderdiğini, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yüzüne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerden birini kulak ardından çekip resimli tahtanın üst başına kondurdu. Birini de henüz tomurcukta olanı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu.
       Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. “El değmiş coşkuya yama vurulmaz!” dedesinin sözüydü.
       Kaportacı, bir başka gelişinde:
     “İş mi bu senin yaptığın?” dedi.
     “Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü?
       Yine başını kaldırmamıştı. Öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, güle güle çekilip gitmişti. O da kuğuları daha ak, kanatları daha parlak yapayım derken bozdu. İlk bozuşuydu. Arkadaşı giderken: “Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı” demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçi yolunun ucunda açan gül yaşlı oldu.
       Bir de bayrak gerekliydi. Bayrağı nereye sıkıştıracağını bilemedi. Gönlünde karanfiller. Yine hazırda. Yine ordan alınıp kulak ardına takılmayı, ordan da çekilip köşelere iliştirilmeyi bekliyor. O gün buna yüreklenemedi. Karanfilleri olduğu yerde bıraktı.
       Kaportacı tanışı, bir başka gelişinde:
     “Ne işe yarar bu çocuk resimleri?” dedi.
       O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldı, çekip alırken sapını kırdı. Fırçasını bir yana koydu:     
      “Nilüferli sularım, ayın şavkı vurmuş dağbaşlarım, bitmez yolları kısa etmeye yetmez mi?”
      “Yolun daha kısası var.” dedi, beriki de. “Araba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önünde kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler? Bu işten murat tahtayı çürütmemekse!..”
       Murat, tahtayı çürütmemek ha!.. Bu kadarcık mı? Nilüferli göller hiçbir şey demek değil mi? Sapları tomurlu al al karanfiller?..
      “Bu resimleri hâlâ seven sürücüler var.” dedi, sesi ölgün.
       Çayır çimenleri, çimenlerdeki ak kuzuları boyamaya koyuldu. Öteki yine gülmüş, yine güle güle çekilip gitmişti. O da gümüş suların aktığı ovaları daha iri karanfillerle çerçeveleyip bezedi. Sapların boynu biraz büküktü. Şaştı. O gece, eli ayağına dolanarak dört bir köşeye altın sarısı birer yarım ay kondurdu.” Gönlünce yap, başka şeye kulak asma!” Babasının sesiydi. O da başını kaldırdı, kuşkuyla baktı babasına.
       “Dünya gönlümüze mi kalmış baba?” diye sordu. Yanıt alamadı. Renkleri ovdu, fazla ovdu.   
       Kaportacı birkaç gün hiç uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku biraz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur tomur yeni, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçirirken fes rengine boyadı.   Boyarken kendini yorgun duydu. Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmedi. Kasa resimlemede ününü duymuş biri, eski kasasını süsletmeye getirecekti, getirmedi. Belki yarın…
       O yarın olunca boyanacak kasa değil, yine kaportacı çıkageldi. Gün batımıydı. Dosdoğru atölyeden geliyordu. Gün boyu tam altı kasa boyadığını söyledi. Tek renk üstüne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan giriyor, öteki uçtan çıkıveriyorsun.
       (…)
      Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yakalayamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı.
     “Hem, kasa boyamak yetmez.” diyordu beriki. “Kasayı yapmak da gerek.”
       Neden yetmezmiş, anlamıyordu.
      (…)
        Kasa yapmasını bilmiyordu. Kasaları süslemesini biliyordu. Gönlünün karanfillerini…
      “Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşların, çiçeklerinle bezetecekti?..     Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işinden olmak istemiyormuş. Yük çekecekmiş. Resimletmektense… Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya… Pırıl pırıl… Sevine sevine gitti. Hem de ucuz.”
       Ucuz ha? Hem de ucuz!
       Dedesi de babası da çok silik geçtiler gözlerinin önünden. Sanki hiç yaşamadılar. Gülleri, nilüferleri hiç açtırmadılar. Sular hiç yaldızlanmadı. Tepsi gibi bir ay hiç doğmadı dağ başlarından. Sular hiç çağıldamadı.
       Yokluğa karşı durdu; çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Önündeki son kasaydı.
       Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir.
       Gele gele gürgenden bir çeyiz sandığı geldi. İşi uzattı. Bitmesin diye sandığı, bildiği bütün renkler,   biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık arasında yitti, gitti. Yine de bir türlü bitirmedi önündeki işi.
       İşim mi? Eh işte… Caddeler, sokaklar, ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüzler pek renksiz, ışıksız, gözler pek pırıltısız.

Adalet AĞAOĞLU
Hadi Gidelim

Metindeki bazı sözcüklerin anlamları:
fes rengi
: Koyu kırmızı renk.

hoyrat : Kaba, kırıcı ve hırpalayıcı.
şavk : Işık.
ölgün : Diriliği, canlılığı, tazeliği kalmamış; pörsümüş, solmuş.

       Bu hikaye Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Adalet Ağaoğlu’nun bir hikâyesidir. Hikâye, teknolojik gelişmeler karşısında el sanatlarıyla uğraşanların karşılaştığı zorlukları; modernleşmeyle beraber insanların bu konudaki duyarlılıklarını gitgide kaybetmesini ve el emeğine verdikleri önemin azalmasını ortaya koymuştur. Adalet Ağaoğlu; toplumun içinde bulunduğu bu durumu, Karanfil siz adlı hikâyesinde süsleme işi yapan zanaatkârın iç dünyasından yola çıkarak ve onu konuşturarak vermeye çalışmıştır. Yazarı önemli hikâyecilerden biri yapan özellik, duygu ve düşünceleri kaynaştırırken yapaylığa sürüklenmemesidir.

       Sanat ve edebiyatta insanın konumunu geleneksel ölçütleri değiştirerek vermeyi amaçlayan modernizm, okuduğunuz hikâyede de olduğu gibi gerçeklikten ve toplumdan uzak değildir. Modernizm bireyden, onun iç dünyasının karmaşıklığından hareket eder ve gerçekliğe ulaşmaya çalışır. Ancak bu gerçeklik geleneksel-gerçekçi anlayışın temsil ettiği kadar yalın, düz bir gerçeklik değildir. Modernizmle birlikte özellikle gerçeklerin göründükleri gibi olmadığı anlayışı yerleşmiş, yerleşik kuralları ve toplumun sıradanlığını eleştirme düşüncesi ağırlık kazanmıştır.

karanfilsiz-adalet agaoglu indir.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap