Deneme Örnekleri

KENDİME DAİR-REFİK HALİT KARAY

KENDİME DAİR…
          Şimdiye kadar, gazetelerde ismim çok geçti, resmim, çok basıldı,leh ve aleyhimde çok söz söylendi, fakat, bakıyorum ki hakikat bir türlü meydana çıkamadı, künh ve mahiyetim bir türlü ortaya konamadı, bir türlü anlatılamadım, anlaşılamadım, bir türlü içyüzüm görülemedi, hassalarım gösterilemedi, kusurlarım bilinemedi; hulâsa amber gibi dillerde destan oldum, lâkin mahiyetimi kimse bilemedi, kimse tahlil edemedi, benim kendimi bildiğim gibi kimse beni tanıyamadı, tanıtamadı…
          Ben ki her nesneye, her keyfiyete dair ulu orta yazdım, eşyaya bile dil verdim, hayvanatı bile söylettim, karilerimi avuttum, gönlümü eğlendirdim, yaşıma nisbeten çok maceralar geçirdim, yaşıma nazaran çok işler gördüm, medhü senaya da, zemmü itaba da, takdire de, tehdide de lâkayt,
dünyaya omuz silktim, alayına baktım, keyfime gittim, niçin, bir defa da kendime dair yazmıyayım, kendimden bizzat bahsetmiyeyim, kendi kendimi tasvir etmiyeyim, icap ediyorsa neden biraz da kendime gülmiyeyim, kendimle eğlenmiyeyim, bu cesareti, bu istisnayı göstermiyeyim? Evet, niçin bunu yapmıyayım? Neden kendimi yazmıyayım?
          İşte bu fikirle kalemi elime ve kendimi karşıma alıp bervechiati hitaba başladım:
          — Rica ederim, dedim, bana sakın ilminden bahsetme, en hiçten iki sual sorsam cevabını veremiyeceğini bilirim, meselâ: Rüzgâr neden hasıl olur? Çinko nasıl yapılır? Yavuz Sultan Selim hangi şehirde vefat etti? desem, şaşırır kalırsın… Bereket ukalâlığı sevmezsin, allâmelik taslamazsın, öyle güdük ve çürük bir tahsile güvenip te eski, yeni bir çok muharrir arkadaşlarının yaptığı gibi içtimaiyat, felsefiyat bahislerine dalmaz, falso yapıp ikide bir kan ter içinde kalmazsın… İlimsizliğine uyar muvafık bir yol tutmuşsun, velev ki yanlış dahi yazsan: “Mizahtır, kasten yapıldı, ne anlamaz adamlarsınız!” der ve itap edenleri mahçup eder, geçersin… Halbuki diğerlerine bak, emin ol ki sana sorduğum suallere onların içinde de cevap verecek okumuşlar nadirdir, Yavuzun vefat ettiği şehri bilmiyen [şu satırları yazdığım anda karşılıklı ikimiz de bilmiyoruz a, bir hamamlı şehirde, şirpençedendi amma İstanbul mu desem, Edirne mi, Bursa mı, her ne ise, bir makale yazmadığımız bir boş günde Kamusu Âlâm’a bakar, şüphemizi defeyleriz] evet bunu bilmeyen nice meşhur muharrirler vardır ki (Heredot) gibi ebuttarih addedilirler. (Bir falso yapmadık a, Herodot tarihnevisti, Homer şair, amma ötesini pek bilemeyiz. Kendimizi şu halimizde İlmî makale yazan muharrirlere benzetiyorum) Kafamızı sersem eden rüzgârın ne gibi sebeplerden başımıza belâ olduğunu fehm ve idrâk edememiş bîçareler (seninle ben, rüzgârların hava tabakalarının ısınıp soğumasından hasıl olduğu hakkında derme çatma bir şey biliyorsak ta, doğrusu, pek te anlıyarak değil ha!) evet, böyle en iptidaî tahsilden mahrum ne güzide gençler tanırız ki kalemlerinden ilim ve fen oluktan yağmur boşanır gibi taşa taşa, köpüre köpüre kâğıtlara dökülür, yeni yeni fen ve
ilim nazariyeleri bile vazederler, kürsülere geçer, üstat bile olurlar. Çinkonun neden yapıldığı bahsine gelince, bunu geçelim, ne sen, ne ben, bu hususta en ufak malûmata vakıf değiliz, bütün tanıdıkların da öyle ya!.. Binaenaleyh, azizim, zekânı tebrik ederim, ayağını yorganına göre uzatıyor, gülünç olacağına gülünç ediyorsun, işte meziyetlerinden en mühimmi bu!
Meksika idare usulü hakkında siyasî bir başmakale yazan muharrire birden:
          — Meksikanın payitahtı nedir?
          Diyiversen şaşalar ve emin ol ki Şimalî Amerikada mı, yoksa Cenubîde mi pek te emniyetle cevabını veremez… Veremez amma işbu makalesinde: “ Bizim noktai nazarımızca Meksika derhal şu tehlikeli siyaseti terkederek komşuluk münasebetlerine riayeti kendisine düstur ittihaz etmeli
ve ırk, cinsiyet mesailini itibar alarak sulh ve salâh yolundan zerre kadar inhina göstermemelidir!” Der, diyiverir, amma o komşuluk münasebetlerinden maksadı nedir ve hangi Devletlerdir, o ırk, cinsiyet mesaili ne nesnedir, neyi ifade eder, bunları kendisi de bilmez… Bu kabil muharrirlerden
olmadığına bir yaz, bin şükret!
          Lehülhamd şair de değilsin, zira şair olsaydın geçinmek için mütemadiyen para, bir de üstelik şiirin için de mütemadiyen kafiye aramak mecburiyetinde idin. Düşün ne püsküllü belâ! Gündüzleri kapı kapı para, geceleri satır satır kafiye aramaktan bîçarelerde bak bet beniz kül gibi… Sonra, bari bu sâiye, bu didişmeye bedel yazdığını okutabilsen veya düşündüğünü anlatabilsen… Meselâ bir yaz gurubunu tasvir etmek niyetindesin, fakat üçüncü kafiye hazır mı? (Uful) vezninde daha ne var? (Duhul) var amma burada uymaz. (Hulûl) fena değil, fakat (fusul) daha muvafık, hah en iyisi (eylül)… O halde yaz gurubunu tasvirden vaz geçelim, sonbaharınkini terennüm edelim! Bu minval üzere haydi bakalım beş dakikada yazdan güze vusul… Bu senin yapacağın akıllıca bir iş değil, kafiyeye esir ol, hem de bir dilim ekmeğe… Dört kıta için bu eza, azap çekilir mi? Uzun saç ta cabası… Bizim memlekette şairler, nedense halk arasında mecnun ile ebleh arasında bir acaip mevkide dururlar, ayni zamanda ne pek erkek ne pek kadın, ikisi ortası gibi de telâkki olunurlar, hulasa hoş gözle görülmezler! Binaenaleyh şair olmadığına da isabet ettin!
          Gelelim şimdi çehre meselesine:
          Bilirim, herkes, çaresiz, kendi şekil ve çehresinin bir tesellisini bulur, kimi “Çirkinim amma sevimliyim!” , kimi “Ağzım büyük amma bıyıklarım örtüyor!”, kimi “Boyum pek küçük amma yürüyüşüm şanlı!” Gibi bir aldatışla üzüntüsünü azaltmanın çaresine bakar! Sen de kendin için “Burnum büyük amma simama yakışıyor!, atta karın, yiğitte burun aranır, burun asalete miyardır,
işte Burbonlar!” diyorsun… Üzülmemekte hakkın var, fakat bu bulduğun saçma sebeplerden dolayı değil, vücuttaki bazı çıkıntı, kabarık, cesamet veya ufaklığın şöhreti kolaylaştırmak hususundaki faydalarından dolayı! Biraz da eski sadrazamlardan Sait Paşayı boyundaki küçüklük, Kâmil Paşayı çenesindeki düşüklük, Ahmet Rıza Beyi kametindeki uzunluk maruf etmiştir. Amma hususiyet başka, kusur gene başkadır, Kör Mustafa Paşa, Topal Ahmet Bey, Köse İsmail Efendi veya Kambur Mehmet, Kel Haşan, Pepe Ali olmak istenmez; sahiplerine böyle muayyen bir sıfat ve lâkap vermeyecek derecede ehven olan hususiyetler hoştur… Zamana da karikatüre uygun gelecek çehreye malik olamayan meşhurlar bedbahttırlar; çehresi çıkıntılı bir diğer meşhurdan şöhreteri muhakkak iki, üç derece aşağı kalır. Ahali arasındaki marufiyeterini Halil Bey koca karnına, Emrullah Efendi torba sakalına, Mahmut Şevket Paşa dik bıyıklarına medyundur; sen de burnuna… Enver Paşa ile Hüseyin Cahit Beyin simalarını biri seyfen, biri kalemen o azîm gazalara, mücahedelere rağmen bu derece sönük bırakan nedir? Çehrelerinin düzenliği değil mi? Meşhur olmuş bazı mütenasip çehreli şahsiyetlere bakın: Ya saç uzatmışlardır, Celâl Sahir Bey gibi, ya mantoya bürünüp kalpak giyerler, Rıza Tevfik Bey gibi! Binaenaleyh marufıyetini tezyit ve teshil eden uzvundan dolayı iki kere şükret, zira halk uzun boylular için ahmak, kısa boylular için müfsit, şişmanlar için obur der, zahirden batına hükmeder, fakat senin hususiyetin için bu vaki değildir, ne ahmak diyebilirler, ne müfsit! Aynaya bir bakıp Allaha bin hamdetsen yeri var! Olabilir ki onu büyülteceğine kulaklarını upuzun ederdi, artık o zaman zihinlerde merkep şeklindeki karikatürlerin fotoğraflarından daha fazla iz bırakır, resimlerinden daha fazla karikatürlerinle tandırdın!
          Huylarına gelince:
          Böbürlenmeğe hacet yok birbirimizi biliriz. Ne evliyalık tasla, ne de nefsini levm et… Hattâ zaman icabı, etrafındakileri gördükçe ekseriya “Ben daha iyi imişim!” de… Senin düsturun: “Ne şaşkın ol basıl, ne taşkın ol asıl!” Değil mi? En âlâsı da budur. Devir pek fazla safiyet götürmüyor;
ahlâk sütüne su katmak zaruretindesin, fakat sen insaflı davranıyorsun: Ne tadını kaçıracak kadar fazla katıyorsun, ne de bu suyu bulaşık kabından boşaltıyorsun… Çeşme suyundan bir bardak döküp, safiyetine, halisiyetine yemin etmeden halka satıyorsun! Bu kadarına dünya razı… Halbuki
şu vicdandan, hamiyetten, ihlastan ve vatandan bahseden, sözüne, özüne andlar, kassemlereden adam yok mu? Sakın gönül güğümüne bakayım deme: İçine menfaat faresi düşmüş, o kirli sütü sunuyor! Biliyorum ki bazı defalar, bazı ahvalinden dolayı:
          — Keşki şu işi yapmasam!
          Diyorsun, üzülüyorsun… Neden? Haysiyetine dokunur bir ciheti olursa diye, değil mi? Hah, işte bu huyunla sen ne pek ileri gidersin, ne pek geri kalırsın… Haysiyet korkusu yok mu? Başına dikilmiş eli sopalı, gözü açık, bazusu metin bir ahlâk bekçisidir: Hemen yakandan sarılır, eteğinden tutar, sana hududu aşırtmaz… Bazan bu bekçinin pek müteassıbına düşersin, insana nefes aldırmaz, oh dedirtmez, yerinde saydırır. Bereket ki seninki böyle değil… Ara sıra göz yumuyor, dalgınlığa vuruyor, o zaman komşunun bahçesine girmezsen de hiç olmazsa duvarına çıkıyorsun! Halbuki şendeki bu serbestliği tenkid eden şu adam, bekçisini dört pula satmıştır, şimdi başı boş,
korucusuz, korkusuz, zevk ve safa içinde ferih fahur gezip tozuyor. Sen, onun yanında, lalası elinden tutmuş bir mektep çocuğu gibisin. Ne zıp zıp ortaya oynayıp koşuyorsun, fakat ne de köşe başlarında dayak yiyip arabalar altında çiğneniyorsun… Uzaktan etrafı seyir ve temaşa edip gidiyorsun! Olsa olsa bu sırada üzerine nihayet çamur sıçrar… “Yüksekyerde yatamam yel alır,
alçak yerde yatamam sel alır!” diye fazla düşünür, fazla üzülür, bir parça çamurdan çekinirsen dünyada ne durursun, bu yola ne girdin? Fakat bir defa girmiş bulundum diye de batağa manda gibi gömülmeğe, çamurlandıkça keyiflenip geviş getirmeğe lüzum yok! Sen, ikisi ortası duruyorsun: Bu ahlâkla ne fazla rahat edersin, ne fazla eziyet çekersin! Ne servet ve saman bekle, ne de sefalet ve perişanlık!
          Çok zeki misin, korkak veya cesur musun, ne iş yapabilir, ne sever, neden hâz eder, neden nefret duyarsın, ne olmak ister, hayatta ne beklersin; onları da sırasile söyliyeceğim… Ta ki başkasına söz kalmasın!
          Şimdi sana sorsam,
          — Kendini zeki mi addedersin?
          Bana derhal büyük bir emniyetle:
          — Şüphesiz, evet?
          Dersin değil mi? Öyle ya bak, bazan hayli yazıyor, taltifler, takdirler görüyor, geçerken etrafında isminin söylendiğini duyuyor, şunun, bunun senden bahisle:
          — Zeki çocuk, zeki genç!
          Dediklerini de işitiyorsun… O halde, artık zekândan şüpheye mahal var mı? O cinaslar, o telmihler, o fkralar elbette bir zekâ mahsulüdür, zekinin kârıdır doğru… Fakat beni dinle: Zekâ iddia etmekte haklısın, lâkin bu zekândan dolayı böbürlenmekte mânâ yok… Şimdiye kadar sana
kaç para kazandırdı ve ne kadar rahat ettirdi? Bundan yedi sene evvel (Bahricedid) vapurundaki menfiler kafilesi arasında sen de var miydin? Sinoba sen de sürüldün miydi? Anadoluyu jandarma önünde diyar diyar gezen o inatçı ve hırçın çocuk sen değil miydin? Bütün bu ezalara, cezalara rağmen, ne parana, ne vücudüne güvenmeden hâlâ cemiyete dil uzatıp el atan o uslanmaz adam gene sen değilmisin? Geç azizim, sen bu zekâyı rafa koy! Buna zekâ değil âdeta belâ derler, başına musallat olmuş, ömründe tam bir rahat, üzüntüsüz bir devir görmiyesin diye… Hani herkesin şeytanı içindedir derler, seninki de kafanda! Bu zekâya ben ne diyeyim ki yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmiyor; mum dibine ışık vermez demişler, senin zekânın da sana faydası yok…
          Halbuki ahmak görünen nice gizli zekiler vardır ki zekâlarını öyle deniz kızı gibi sağa, sola uzatıp göstermezler, hırsız feneri gibi, usulcacık, menfaat gördükleri yerde kullanırlar; onlar bilirler ki zeki diye şöhret kazanmak hayatta faydalı değil, bilâkis zararlı olur. İnsanlar zeki diye şöhret
bulmuş hemcinslerinden bihakkın uzak kaçarlar: Bizi halile, kalile, nerede bulunuyorsak, bir cemiyet veya bir memuriyette, üçüncü derecede bırakırlar, tefeyyüz ve terakkimize mâni olurlar diye… Bir nazırın veya bir âmirin etrafına topladığı ricale, müsteşarlarına, müdürlerine bak: Muhakkak zekâ cihetinden aşağı, kendinden çok aşağı adamlardır… Her ne vesile ile adı bir defa zekiye çıkan adama hiç bir mevki sahibi güler yüz ve itibar göstermez. Zeki ona denir ki zekâsını üretmek lüzumunu anlamış olsun! Hem sen, zekâm sade göstermekle kalmıyorsun, alaya, lâtifeye dökmüş, boşuna yere tüketip gidiyorsun… Hani bazı zenginler paralarını dalkavuklara yedirirler, biraz tebessüm uğurunda… Sen de zekâ hâzineni lâtife ve nükte uğurunda hiçten israf ediyorsun! Bari, senden evvel bunun bir faydasını gören olsaydı!
          Bir nükte, bir fıkra bulmak için sarfettiğin zekânı elbette daha faydalı işlere hasredebilirdin: Bir adama tesadüf etsek ki kurbağalı derenin başına geçmiş balıklara deste deste kâğıd helvası atıyor ve parasını böyle tüketiyor, buna divane demez misin. Sen de işte bunu yapıyorsun mirim!
Gazete kâğıdlarına zekânın şekerinden ve balından karıştırıp Babıâli caddesinde atıyorsun… Zeki, zekâsının kıymetini, ehemmiyetini bilmeli, onun senin gibi oyun ve eğlencede değil, kâr ve menfaat yolunda kullanmalı… Binaenaleyh sen ne dersen de, mademki bir makale yazmakla vazifem bitti diyorsun ve bedelini alıp kâfi görüyorsun ve halkın teveccühüne ehemmiyet verip bununla memnun oluyorsun ve bu uğurda da, bu derece az kâra mukabil, başını ortaya koyuyorsun, azizim ben sana nasıl zeki diyebilirim! Bütün bu esbab, bu şuhud ve delâil senin âdeta hacrini icab eder. Sen zekânın hesabını bilmiyor, neye bedel ne aldığını anlamıyorsun!
          Bazılarını tanırım ki isimlerinin öyle pek şaşaası yoktur, kimse onlar için:
          — Zeki adam!
          Demez amma hakikî zekiler bunlardır, karınları tok, sırtları pek, canları emin olduğu halde senin gibi zekâ müsriflerini hayretle uzaktan seyrederler. Meselâ sen cidden zeki olsaydın ne yapardın bilir misin? Evvelâ şöyle bir düşünürdün:
          — Yahu, anlaşıldı ki bu memlekette ocaktan kuvvetli, ocaktan devamlı, ocak kadar metin, ölmez ve ezilmez hiç bir teşkilât yok, bugün, yarın, her zaman için mensuplarının dört yanını mamur ediyor, refah, ikbal hep onlar için… Dostlarını uçuruyor, düşmanlarını yerin dibine sokuyor,
o halde neden dolayı hâlâ muhalefette durursun? Ne bekliyor, ne yapacağını ümid ediyorsun?
          İşte şunu ciddî olarak bir defa böyle düşünsen ve bu çıkmaz, tehlikeli yoldan dönsen, başlasan ittihatçılarla düşüp kalkmağa, ittihatçı gazetelere yazmağa, o zaman o azgın ve haşarı zekânı hayatının arabasına koşulacak, işine yanyacak bir hale soktuğuna inanır, Nasreddin hocanın katırı
gibi artık sen onun istediği yere değil, o senin istediğin yere gittiğini görerek o zaman zekâna itimad ederdim. Yarın, yakandan tutmak isteseler ve muhalefetinin cezasını vermeğe kalkışsalar ne yapacaksın?
          — Adam bu sefer öyle şey olmaz! Yağma mı var?
          Yahut:
          — Onu geldikleri zaman düşünür, elbette bir çaresini bulurum!
          Diyorsan zekâna şaşayım… Sen bu akıl ile daha çok çile çekersin! Hulâsa, azizim, dediğim gibi zekândan dolayı böbürlenme, sana zararından başka nesi dokundu?
          Bu ağır bahsi bu kadarla kapatıyorum, bilirim ki hiç bir işte, velev ki lehine bile olsa, fazla derinleşmek istemezsin…
          Şimdi biraz da zevklerini tetkik edelim: Zevk hususunda ne pek kibar sayılırsın, ne de pek bayağı… Hiç şüphe yok ki ne züppesin, ne türedi, ne de sahte vekar… Hayatı kendine “aman dik yürüyeyim, ütülü gezeyim, boyunbağımın kıvrımını düzelteyim!” gibi düşüncelerle zehir etmezsin; baş köşeye kurulmak, arabaya yaslanmak, halka zengin görünmek gibi saçma sapan itiyad ve merakların yoktur. Kocaman pakederi eline alır taşırsın; tuzlu badem yiyerek vapura girersin; bazan kebapçıda karnını doyurursun, bazan lokantada; avam ile avamlaşır, havas ile havaslaşırsın ve gülünç olmamak için ne lâzımsa, ne yaşamak lâzımsa öyle yaşarsın… İşte sana bir sürü meziyet… Kumarbaz mısın? Hayır… Fakat eline kâğıd da sürmez değilsin, ayda yılda bir şöyle birkaç parti poker yapıverir, ya beş on lira alır, ya beş on lira verirsin. Ömür billâh büyük kazanç veya büyük zarar nedir, bilemiyeceksin! Ayyaş mısın? Hayır… Fakat eline kadeh de almaz değilsin, arasıra içer, ya neşelenir, yahut da bir gevşeklik duyar, yatarsın… ömür billâh büyük sarhoşluk nedir anlıyamıyacaksın! Gözün, bazı kimselerin zannı hilâfında, hiç te büyüklükte değildir. Milyonlarım olsun, kâşaneler kurdurayım, otomobillerde gezeyim, Avrupaya mekik dokuyayım, debdebe, darat içinde yaşayayım demiyorsun, siyasî ihtirasların da yoktur, ez kaza bir aralık nasılsa bir mevkie geçtin, bin pişmansın, hattâ daha yükseği elinde iken yanaşmadın…
          Bak senin istediğin nedir: Ufak bir ev, fakat sağlam ve muntazam… İçinde küçük bir ailenin rahat etmesi için de eksilmez, artmaz, gayet muayyen bir irad, yani şu bulunduğun halin bir gömlek iyisi! Ne meclis riyasetine namzetsin, ne kahramanlık davasındasın, ne de hayatta başka bir takım büyük roller oynamak fikrindesin! Nafile korkmasınlar, hiç bir şahıstan intikam almak niyetinde bulunmuyorsun.
          Bazan bakarım da ne az şey seni memnun eder ve ne hiçten şeylerle sevinirsin; güzel pişmiş bir kuzu kapaması veya nar gibi kızarmış bir sarma, sana âdeta iksir gibi tesir eder, karşısında natıkan açılır, neşen taşar. Hem hayatı sen böyle ufak tefek sebepler için, güzel bir yemek, bir güneşli bahar günü, mehtaplı gece için seversin, sadarete geçmek, saraylarda oturmak ve fermanını tanıtmak için değil… Allah sana eğlenceli bir muhayyile vermiş, iki elin kızıl kanda olsa bile yoktan yere gönlünü avutabilirsin; hoş şeyler düşünmekten fenalık ve ihtiras düşünmeğe vaktin olmaz ki… Sabahleyin kalkıp pencereye otursan ve şöyle zerzavat satanlara bir baksan, en mühim, en hayatî meseleleri, derdlerini utunur, başlarsın sebzelerin bile şekillerde, isimlerde
eğlenmeğe… Kimini zeki yüzlü bulursun, kimini aptal; kimi kibar görünür, kimi âdi; kimi sevimlidir, kimi sakil… Meselâ pırasa uzun boylu, ahmak bir sebzedir, sahte bir azameti de var; halbuki lâhana neşeli şişman karınlı, mahviyetkâr adamlara benzer; mercimek zeki yüzlüdür, börülce ahmak; fasulye terbiyesiz tesirini yapar, nohut ise gayet ciddî ve vekarlı görünür; işte bu minval üzere bir defa tahayyülâta daldın mı ne kârını, ne ziyanını düşünür, vaktini böyle havaiyatta memnun geçirirsin! Sana fazla ehemmiyet vermeye değmez amma bunu kime anlatırsın…
          Maamafih düşün ki Allah sana şu yazı yazma hassasını, şu muhayyile ve şu kudreti de vermemiş olsaydı ne yapardın? Ne değersiz, ne hiçten, ne basbayağı bir adam olurdun, sana o zaman kim ehemmiyet verirdi ki… Sokaklarda kös kös, şanssız, şerefsiz döner, dolaşırdın, bazan birinin merakını celbederdin:
          — Şu acaib adam da kimdir?
          Diye yanındakine sorardı; o da:
          — Vallahi ben de bilmiyorum, arasıra gördüm amma…
          Diye cevap verirdi. Derken bir başkası:
          — Ha, tanırım amma adı hatırıma gelmiyor!
          Derdi. Hulâsa adı, sanı gayrimalûm, orduda sarı çizmeli Mehmet Ağa gibi meçhul, fakat azade ser yaşardın. Yaşardın amma, yüreğinin içi öyle demiyor, sen bunu tercih ediyorsun: Biraz şöhret ve bir hayli tehlike!
                                                     (1920)

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap