Genel

Köy Düğünü Hikayesinin İncelenmesi

köy düğünü Köy Düğünü

Yakacık, 10 Eylül Çarşamba, Gece

Arabalar, Soğanlık’ın hep bağ arasında geçen dar, bozuk yollarından Yakacık’ın Kartal şosesine çıkmak üzere köşeyi dönecekleri zaman biraz hızlı yürüyüp sararmış bir bağın dikenli hendeği kenarında uyuklayan çalgıcılar nahoş gürültüleriyle sakin havayı sarsmaya başladılar. Bu işaret, Soğanlık’a okuyucu (davetçi) gidenleri seyir için mezar taşlarının üstüne, yol kenarındaki yeni yapılmış çeşmenin arkasındaki parmaklık içine, daha ötede ağaçların altına toplanmış kadın kümeleri yolun ta yanında yüksekçe bir yere çömelmiş köy delikanlıları arasında bir saattir alevlenen beklemelerin nihayet memnun edilmesinden hasıl olan bir haz doğurdu… Köy delikanlılarının ahmak bir tebessümle açılan dudaklarındaki bıyıklar derhâl buruldu. Beklemekten usanarak yol üzerinde bir bağın yaprakları kurumuş kütükleri dibinde topraklara bulanık bir üzüm tanesi bulmak için yarım saattir uğraşan birkaç hanım, bir iki sıska çocuk, atmaya kıyamadıkları salkımlar ellerinde olduğu hâlde yola koştular, çeşmenin yalağından su içen iki öküzden biri azametli bir hareket ile başını çevirdi, insanların bu zavallı eğlentilerine acıyan bir bakışla baktıktan sonra suyunu içti. Ve bunlar, kendilerini güden küçük bir çocuğun ince sopa darbesine ehemmiyet vermeyerek mezarlığın çok sakin yokuşundan çıkarken aşağıda kırenete, zurna, çifte nara, davul havalarının ruh okşayan ahengine refakat etmekten pek memnun gözüken köylü kadınlarını taşıyan dört öküz arabası, o kadar merak uyandıran bu muhteşem alay, melal verici bir yavaşlık ile mezarlığa yaklaşıyordu.

En önde, çalgıcıların arkasında, erkek çocuklarıyla dolu araba geliyordu. Arabanın etrafını Yakacık’a girecekleri zaman üstlerine başlarına kendi akıllarınca çekidüzen vermek istemiş yaya erkek takımı kuşatıyordu. Diğer üç arabada bacakları dışarı sarkıtılmış kadınlar, ipek çekmeli yeni başörtülerinin şurada, şu yüksekçe yerde çömelen köy delikanlıları arasında sebep olacağı iyi tesirden memnun ve mağrur; genç kızlar, başlarında fevkalade olarak oyalı yemeni bağlı kız çocukları hep sarsılarak, bazen çarpışarak; tazeleri düzgünle sıvalı mukavemetsiz çehrelerini sürekli bakışlarımızdan kırmızı siyah elleriyle saklayarak ağır ağır yanımızdan geçtiler… Mezarlığın dik yokuşu bir parça güçlükle çıkılıyordu.

Şimdi hep bir alay olarak arabaların etrafında yürüyen seyircilere, karşılamaya gelmiş kadın ve erkeklere biz de katılmıştık… Biz de iki saate yakın bir beklemenin yorgunluğuyla ayaklarımızı sürükleyerek kendisiyle hiç alakamız olmayan başka bir âlemin bu eğlencesi arkasından dolaşıyoruz.

… Şimdi; Yakacık Çarşısı’nın yıllanmış çınarları altındaki fıskiyeli kahvede, bir gece evvel çal-gıcıların aşırı neşeyle coşarak mermer taşını kırdıkları masanın etrafında, uzaktaki direğin tepesinde uyuklayan gazın karışık, bulanık aydınlığı içinde bu çifte düğüne ait ayrıntıları dinliyorduk.

Bu, bitip tükenmek bilmez bir hikâye idi. Kibar misafirler: “Bu sene düğün yok mu?” demişler, “Var ama…” denilmiş. “Hem de zavallılar kaç senedir nişanlı… Fakat güçleri yok!..” cevabı verilmiş. Bunun üzerine yardım toplanır. Falan şu kadar verir, filan şu kadar verir, doğrusu büyük insaniyet eder. Gelin, Alemdağı’nda bir köyden geliyormuş. Yakacık’taki güvey beyefendinin hemşiresi de gelin hanımın biraderine veriliyormuş. Fakat o da Yakacık’ta güvey girecekmiş. Artık bu zavallıların düğünü umum köy halkının mürüvveti demek olacağından hep el birliğiyle gayret ediliyormuş. Fakat yalnız misafirlerden toplanan paralarla cömertlik gösterilmeye başlanmış. İki geline, güveye ne alınırsa hep bir örnek alınmış. Toplanan otuz lira ile hem evleri tamir edilmiş hem babaları anaları giydirilmiş hem pehlivan, yarış masrafı çıkarılmış.

“Pehlivan” sözü söylenince başlar çevrilerek arkada kahvenin kaplamasına dayanmış köylülerin, entarili efendilerin arasında yüzleri seçilemeyen birkaç kişi saygıyla gösteriliyor: “İşte şunlar çok meşhur pehlivanmış.” deniyor; ben de sabahleyin Kartal’da sürücünün sualime tam bir nezaketle: “Buraya çok menşur pehlivanlar gelir be!” dediğini hatırlayarak iftihara hakkını teslim ediyorum…

… Herkes bu düğüne o kadar heves etmiş ki… Gelin gidecek kıza yalnız on sekiz takım ağır esvap hediye etmişler. Zavallı gelin gelecek kıza hiç aldıran yokmuş… Ama o da… Neyse, nasıl olacak, kader bu, bir kere yazılmış; pek kara kuru bir şeymiş. Şu kız böyle bir düğün göreceğini hiç aklına getiremezmiş ya… Hem de ne düğün… Kara Ahmet, Kurtdereli, Hergeleci, Kıyıcı Osman hep gelecekler…

 

11 Eylül Perşembe, Gece

Bu sabah çarşıya çıktığım zaman alışılmışın aksine bir kalabalık gördüm. Kahvelerin peykeleri dolmuş, iskemleler hep işgal edilmişti. Bir kenarda kebapçılar mangallarını yakmışlar, e llerindeki bıçaklarla etleri doğramaya girişmişler; sefil kılıklı çocuklar soğan kokulu kebap dumanlarının yalayıp geçtiği rengi şüpheli macun tablası etrafında gürültü ediyorlar. Nesim -iğne iplikten nane şekerine varıncaya kadar her şey mevcut- tablasının başında kundura boyamakla meşgul. Havuzun yanına bir eskici daha gelmiş. Şurada ağaç dibinde bir zerzevatçı barbunya fasulyelerini, kabaklarını yere yaymış; ötede birisi ayva, incir satıyor. Ta ortaya koyduğu tablasının yanında belki de Üsküdar’dan beri çektiği yorgunluğun matemini tutuyor gibi düşünen kâğıt helvacısı Arnavut ayakta…

Bilemem Nesim kaç kundura boyadıktan, ihtiyar eskici çekicini kaç defa vurduktan, kahveci bir eliyle müşterilerine fincanı vererek diğeriyle temenna ederek kaç defa: “Sabah şerifler hayır olsun!” dedikten sonra davul, zurna, kırenete, çifte nara bulunduğum kahveye geldi. “Davetlileri alıyor.” denildi. O vakit -davetli sıfatıyla ömründe ilk defa böyle bir itinaya mazhar olan- dört beş köylü, vücutlarından ayrık tuttukları kollarını ne yapacaklarını bilemeyerek kalktılar. Siyah, sıfır fes üzerine kıvırdığı siyah saçlarından, yumurta biçiminde ökçelerine bastığı ayakkabısından, beline sardığı kocaman beyaz kuşaktan pek memnun görünen bir genç, kırıtarak ileri geçti. Sonra:

— Ahmet, Hasan, kalkın be kalabalık olsun, teşvikleri çarşıyı dolaştı. Güvey, hamama gidecekti. Bir hayli tereddütten sonra çoğalan bu alay, uzaklaştı, davul gürültüleri arasında caminin yanında yokuştan kayboldu… Çarşı Fahri Sümer (1942-…) Köy Düğünü tenhalaşmış, güreş    yerine gitmenin vakti gelmişti.

Mezarlıktan ayrılan yolun kenarında büyük bir tarlayı pehlivanların boğuşması için münasip görmüşlerdi. İçeriye girerken kebap dumanları yüzümüzü sardı. Büyük bir halkanın orta yerinde birkaç çift pehlivan meşguldü. O tarafa yürüdük. Burada erkeklere pek az yer kalmıştı. Bu büyük dairenin dörtte üçünden ziyadesini şimdi öküzleri çıkarılmış kadın arabaları işgal ediyordu. Biz de erkek kalabalığının ta kenarına, Kartal’dan gelmiş bir arabanın güzel seyircilerinin önünde oturduk…

Gittikçe kalabalık arttı. Arada, jandarma neferi ayağa kalkıyor, öne geçmek derdiyle daireyi küçültmeye başlayan halk üzerindeki amirlik nüfuzunu denemekten zevk almak için bağırıyor, sonra azametle oturuyor. Artık görüşmeler kızışıyor. Dün Erenköyü’ndeki güreş ayrıntıları tekrar edilmekte. İri bir ses, on beş kişi öteden bir pehlivanı soruyor. Öteden kıranta bir bıyık, durmadan gümleyen davul gürültüsü içinde boğulmamak için yüksek bir sesle onun artık kolalı gömlek giydiğini, Zekeriya köyünde de güreşe çıkmadığını söylüyor.

Hanım arabalarının içi yavaş yavaş doldu. Koca Ali’nin önündeki tencereye durmadan zeytinyağı döküyorlar. Simitçiler, limonatacılar, kestaneciler durmadan dolaşmakta; birisi sizin karşınızda: “İstemez!” yüz vermemesinden anlamayarak: “Sıcağına bir para almam!” diye ısrar ederken bir diğerini ta karşıda görüyorsunuz ki gözünüzü hiç ayırmak istemediğiniz bir bal renkli yeldirmelinin kumral kıvırcık saçlarını sizden saklıyor. Görmediğiniz yakın bir yerden macuncu, sinirlere dokunan bir bitevilik ile elindeki demir değnekleri durmadan şıkırdatıyor.

Sonra büyük bir bela daha geliyor. Kartal’ın arkanızdaki güzel seyircileriyle meşgul iken nereden geldiğini bilmediğiniz keskin, sert bir pis koku sizi ikaz ediyor. Görüyorsunuz ki yere oturmuşları çiğneyerek iki pehlivan size yaklaşmak istiyor. Bu; topraklarla, zeytinyağlarla barışarak kirlenmiş vücutlardan dikenlere, topraklara sürtülerek berelenmiş dirseklerden tiksinerek daha uzaktan bahşişi atıyorsunuz. Gözlerinizi bu manzaradan çevirmek isteyince orada, meydanda, koca dikenler üzerinde korkusuz birkaç çift çıplak vücut görüyorsunuz ki kimi baş başa dayanmış, birer elleriyle kollarından tutmuş, ötekini sallıyor; kimi birinin boğazından yakalamış, belini kırmak istiyor gibi büküyor; kimi birinin üstüne çıkmış, arkasını yere getirmeye uğraşıyor.

Sonra, yeni bir çift, avuçlarıyla zeytinyağı sürünüyorlar, dolaşıp bir dizlerini yere koyarak temenna ediyorlar, sonra biraz tutuşuyorlar, sonra bir iş görmüş gibi biraz daha dolaşıyorlar, gelip yine tutuşuyorlar. Bu yakıcı güneşin, rüzgârın altında iri nefeslerle boğuşarak, ezişerek, gözlerindeki yağı, başlarını yere koyup dikenlerin arasındaki kuru otlara silerek yine uğraşan çıplak baldırlardan; kirli, parlak vücutlardan bakışınızı teselli için daha öteye bakıyorsunuz ki uzaktan çizgilerini pek iyi fark edemediğiniz lakin nazik, ince bir vücut olmak üzere tahayyül ettiğiniz pelerinli lacivert yeldirmelinin yanına bu çıplak, çeneleri yarılmış, yüzleri berelenmiş vücutlardan bir çifti bütün vahşilikleriyle sokuluyor. Birdenbire arkanızda ince bir feryat işitiliyor. Bu, o güzel Kartallı seyircilerden biridir ki arabaya yaklaşan bir pehlivana, lavantalı mendilini burnuna kapayarak: “Gelme!” diye bağırıyor, sonra sizden utanıyor gibi gülüyor, gülüşüyorsunuz fakat çifte nara, kırenete havalarıyla güreş yerine getirilen damat beylerin ilk defa giydikleri ceket ve iskarpin içinde kendilerini şaşırarak ağızlarını açtıklarını, kollarını bir karış uzakta işsiz, boş bıraktıklarını gördüğünüz zaman daha ziyade gülüşüyorsunuz.

…Ayağa kalkmış, iskemlelerin, arabaların üzerine çıkmış, ağaçların tepesine tünemiş bu seyirci kalabalığından kurtulunca daha az garip olmayan bir küme içinde bulunuyorsunuz: Kırkı geçen ara-baların başıboş bırakılan öküzleri rahat rahat piyasa ediyorlar. Birçok merkep, koşuya götürülecek zayıf hayvanlar, hep karmakarışık dolaşmakta. Satıcılar burada bile karşınıza geçip bayat simitlerini, kart mısırlarını övmekten geri kalmıyorlar. Az uzakta, yarına kalırsa kokacağını düşündüğü etleri satamamanın acısı sesine vurmuş kebapçı:

— Buyurun kebaba! Su bedava, gölge bedava, diye bağırıyor. O soğanlarla karışık kebapları iri lokmalarla tıkıştıran da eksik değil.

… Birden kalabalık dalgalandı. Güreşin bittiğini anlayınca acele acele yol kenarında yüksek bir yere çıktık. İlk önce erkek gürültüsü aktı. Sonra birer birer öküz arabaları geçmeye başladı. Kumral saçlarını kıvırarak kabartmış, tenteneli baş örtüsünü serbest bırakıvermiş, bal renginde yeldirmeli, kumral güzeli görüyorsunuz ki size avucunda sıktığı ince mendilin yerinde olmak için temenniler veriyor; lacivert yeldirmeli de gecikmiyor; bu ela, bu siyah, bu mavi gözler hep geçiyor…

Ta Kartal’dan başlayacak at yarışını seyir için şimdi bütün bu alay mezarlık önüne toplanıyordu…

… Nihayet, birkaç kere boşa çıkan ümitlerden sonra yarış atlarından ikisi gözüktü. Bacaklarından hayvana bağlı, başlarında birer mendil sarılı iki çocuk, hayvanları ellerinde de kamçılarla döverek geliyorlardı. Bir iki el tabanca boşandı. Doru ile kır attan hangisinin birinciliği kazanacağı şüpheli idi. Kır at, son noktada son bir gayretle rakibini geçti. Hurra!..

Gelin almaya giden alaya yetişmek için acele ediliyor…

… Çarşıya inebildiğiniz zaman bir parça malumat alıyorsunuz: Arabalar gelini aldıktan sonra bütün köyü dolaşırlarmış. Bereket versin bu sene sarhoş yokmuş, yoksa yatsıya kadar gelini arabadan vermezlermiş. İşitmeye başladığınız davul zurna seslerine bu defa memnuniyetle seğirterek arkası bitmeyen bu söylentileri dinlemiyorsunuz.

… Bir öküz arabasının arkasında yatak çarşaflarıyla ayrılmış bir yer görüyorsunuz ki bu, size onun gelin arabası olduğunu anlatıyor. İki gelin arabası birbiri arkasına getiriliyor. Davul zurna son şiddetiyle bağırıyor…

… Davul zurna ile dolu kulaklarım bir parça dinlenmeye başlarken sokakta bir gürültü işittim. Namazdan sonra ilahilerle güvey götürülüyordu. Beş on kişi, en önlerinde Nesim, ellerinde kocaman birer fener taşıyarak yol gösteriyorlardı ve hepsi gibi Nesim de ciddiyetle ilahiye iştirak ederek güvey beyleri uğurluyordu.

 

Köy Düğünü Hikayesinin İncelenmesi

Hüseyin Cahit Yalçın’ın günlük biçiminde oluşturduğu bir hikayedir. Hikaye Servetifünun dönemine aittir.

Hikayede zengin kişiler para toplayarak fakir iki çifti evlendiriyorlar. Yazar bu hikayede gelenekleriyle birlikte bir düğünün nasıl başlayıp nasıl sonuçlandığını anlatmaktadır. Hikayedeki olaylar günlük hayatta yaşabilecek olaylardır.

Hikayede cümleler uzundur ve cümleler çok sayıda sıfatla nitelenmiştir.

Hikayede anlatıcı, gözlemci anlatıcıdır. Olaylar gözlemci bakış açısıyla yansıtılmıştır. Anlatıcı olayları anlatırken kendi yorumunu katarak anlatıyor.

Hikayede öne çıkan bir kişi yok. Evlenen çiftlerin adları hikayede yok. Hikayenin asıl kişisi ayakkabı boyacısı Nesim. Hikayede adı geçen kişilerin olayın akışına bir etkisi yok.

Hikayedeki diğer kişiler simitçi, zerzevatçı, kebapçı, limonatacı, kestanecidir.

Hikayede mekan olarak İstanbul’daki Yakacık ve Kartal semtleri seçilmiştir. Mekan gerçekçi bir biçimde verilmiştir.

Zaman olarak Eylül ve ayının on ve on biri çarşamba ve perşembe günleri verilmiştir.

Olaylar iki gün içinde geçiyor. Olaylar damadın gelinin yanına götürülmesi ile sonlanıyor.

Bu hikayede kişi sayısı çoktur; fakat bu kişiler aktif bir biçimde olayları biçimlendirmiyor.

Bu hikaye kısa hikaye geleneğine bağlı olarak yazılmıştır.

Bu hikaye Maupassant tarzı hikayenin bir örneğidir, hikaye bir olay etrafında gelişmiştir.

Düğün için insanların meydanlara toplanması, gelen davetlilerin davul zurna ile karşılanması, güreş düzenlenmesi en sonunda gelinlerin getirilmesi hikayenin olay örgüsünü oluşturur.

 

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap