Dokümanlar

Muhteri (Ömer Seyfettin)

—Fantezi—

Kuruş kuruş kazandığım liraları avuç avuç harcetmek benim elimden gelmez. Masrafı kazancıma uydurmayı hayatımın en büyük vazifesi sayarım. Fakat ahlâk gibi vazife de muhite göre değişiyor. Memleketimizin hududunu aşınca her türlü fikirlerimiz, ilkelerimiz altüst oluyor. Başka muhit, başka ufuk bizde başka eğilimler uyandırıyor. Biz bunun farkında olmuyoruz.

Biz…

Ama, halbuki ben hududu geçer geçmez, en esaslı, en irsî seciyemin yani ‘masrafımı kazancıma uydurmak’ faziletimin bozulduğunu, sıcak havada başıma dökülen buzlu bir duş banyosu kadar belirgin bir duyumsama ile duydum. Yani, bile bile varımı yoğumu sarf ettim. Yoksa öyle farkında olmayarak değil… Bakınız nasıl: Göztepe’deki annemden kalan arsanın üzerine bir köşkceğiz kurabilmek hülyasıyla yedi senedir biriktirdiğim paranın çekini “ne olur, ne olmaz” diye Yanıma almıştım. Ömrümde ilk defa olarak Viyana’yı, Berlin’i, Paris’i, Londra’yı görecektim. Daha İstanbul’da iken: “Sefahat  yapmam… İkinci yahut üçüncü sınıf otellerde yatarım. Gündüzleri çokça tıkınır, akşam yemeklerini yemem.” diyordum. Fakat daha kapıdan çıkmadan evdeki pazar çarşıya uymuyordu. Üç kat elbise ısmarladım. Bir buçuk aylık bütçem havaya uçtu. Yeni potinler, yeni gömlekler, güzel bir bavul, filan… Yarım aylık varidatımı geçti. İki şapka… Vay anasını! Öyle pahalı ki… Bizim on fese bedel! Bu kadar hazırlıktan sonra gittim, gayri ihtiyari birinci mevki bir yataklı vagon bileti aldım. Yol arkadaşlarım beş Yahudi, üç Rum, bir Mısırlı gençti. Bu Mısırlı gencin ismi o kadar tuhaftı ki, hiç unutamam. Mehmet Bacanak Bey El-Rıza! Sofrada karşı karşıya düştük. Açık patlıcan renginde uzun, çirkin bir sima… Kalın dudaklı, dişlek bir ağız… Bir kelime Türkçe bilmiyordu. Fransızca konuşmaya başladık. Bana, büyük adamlara has bir teklifsizlikle ismimi sordu. Söyledim. Mesleğimi anlamak istedi,

“Muharrirlik”1 dedim.

“Niçin Avrupa’ya gidiyorsunuz, kâğıt almaya mı?”

Kağıt almaya mı? Ben tüccar mıydım? Güldüm:

“Hayır, yalnız gezmeye!”

“Oh ne iyi, ne iyi!” dedi. “Mademki işiniz yok Ne mutlusunuz!..”

O mutsuzmuş. Çünkü Avrupa’ya gayet ağır, mı him, gayet müşkül işler için gidiyormuş…

Merak ettim:

“Ne gibi?.”

“Kongre hazırlıkları…”

“Ne kongresi?”

…..

Anladım ki, Bacanak Bey El-Rıza, milliyetperver imiş, “Devletler Hukuku” kuvvetiyle İngiltere’yi Mısır’dan kovacaklarmış. Sonra… Cihan kadar geniş bir mefkûre! Afrika imparatorluğu! Avrupa’nın güneyi bu büyük imparatorluğun müstemlekeleri olacakmış. (Hep Devletler Hukuku kuvvetiyle!)

“Çok âlâ, çok âlâ…” diye alkışladım.

Uzatmayalım, bu Mısırlı ile gayet samimi dost olduk. Görünüşte canlı bir bankaya benziyordu.

“Doğru Monaco’ya gidelim, azizim…” dedi, “şimdi tam mevsimi… Mademki Avrupa’yı ilk defa göreceksiniz, nafile başkentlerde yorulmayınız. Monaco’da bütün Avrupa vardır. Hem öyle eğlenirsiniz ki…”

Reddedemedim. Ah romanlar! On yaşımdan beri kilometrelerle, hektometrelerle okuduğum o uzun, o bitmez tükenmez, nihayetsiz romanlar! Monaco’yu, gazinosunu, prensinin sarayım, sokaklarını, meydanım, abidelerini, hatta belediye dairesindeki daima boş duran küçük hapishanesini, intihar edenlerin mezarlığım, minimini orduculuğunun teşkilatım, hatta evet, Kanunu Esasisini bile biliyordum. Tuhaf bir merakla “Matin” gazetesinden kesmiş, kitaplarımın arasında saklamıştım. Şimdi bu küçük devletçiği görmek… Hayalleri, hatıramda capcanlı duran yerlerin hakikati içinde gezmek… Ne saadetti… Viyana’dan geçerken çekimi banknotlara tahvil ettirdim.

Vakit vakit galeyan ederek, “Mısır Mısırlılarındır biz Arap filan değiliz, biz Kıptiyiz…” dedikçe gayri ihtiyari hayalime küçükken kuş tuttuğum yıkık kale bedenlerini, siyah çakıllı Sulukule Deresi’ni çağrıştıran bu muhterem genç gibi sarfiyata başladım. Şimendiferde, otelde, lokantada, hâsılı her yerde birinci mevki! Hep “high life”.

İçimden, aklın, hani o asla dışarıdan işitilmeyen bir sesi, her an haykırıyordu:

“Ulan ne yapıyorsun?”

“Hiç…”

“Bacanak Bey El-Rıza gelir sahibi. İhtimal milyoner? Onun gibi müsrifçe yaşamak senin için mümkün mü?”

…..

“İstanbul’da tramvay parasını düşünerek kilometrelerce yayan yürüdüğünü unutuyor musun?”

“Ey…”

Omuzlarımı silkiyor, yüzümü buruşturuyor, bu içten gelen sese kızıyordum. Çünkü gittikçe küstahlaşıyor, adeta izzetinefsime dokunuyordu. Büyük bir azimle içime bütün kulaklarımı tıkadım. Bu sadayı işitmeden Monaco’ya kadar geldim. Bir de baktım ki, seyahat param olan yüz elli liradan başka seksen lira da çekin beş yüzünden eksilmiş… Bacanak Bey El-Rıza ile pokere girdim. Kazandım, kaybettim. Tekrar kazandım, ama iki gün geçmeden cebimde doksan liradan başka on para kalmadı. En kısa, en ucuz yoldan İstanbul’a dönmek, benim için artık en acil bir ihtiyaçtı. Bavulu hazırladım. Otel ile hesabımı kestim. “Yarın elveda!.. Yarın elveda! …” diyor, gazinonun peri saraylarındaki esirden bahçeleri andıran taraçasında, cıgaramı içerek dolaşıyordum. Zihnim, fikrim, düşüncem, emelim, iştiyakım, arzum yalnız bir noktada toplanıyor, bu noktanın haricindeki her şey nazarımda siliniyordu. Tıpkı “Hayatı Hakikiye Sahneleri” içinde bulunan bir muharir gibi, “Ah zengin olsaydım…” diye içimi çekiyordum. İşte bu, kadın, kumar, içki, rahat, zevk, eğlence cennetinde iki günden ziyade yaşayamıyordum.

Her sene iki ay burada yaşayabilmek… Acaba dünyada bundan büyük saadet tasavvur olunabilir miydi?

Artık ruhum tamamıyla değişmişti. Bunu apaçık bir hüzün ile görüyordum. Hani bir hafta evvelki ben? Paraya, menfaate önem vermeyen, yalnız düşüncesinin üstünlüğünü saadet sanan masum ben? Hani lüksü, sefahati hayatın en yorucu bir angaryası telâkki eden ben? Hani sükûnu, sadeliği seven, gürültüden, kalabalıktan kaçan ben…

Böyle kaybettiğim eski “kendimi” araya araya, farkında olmadan, taraçadan içeri girmişim. Kapalı vitrinin önünde dört feslinin oturduğunu görünce uyandım. Dikkat ettim. “Acaba bunlar kongreci Mısırlılar mı?” diye baktım. Hayır, feslerinden, renklerinden belliydi. Biri kumral, diğer üçü beyazdı, esmerdi. Gayet şık, gayet mükemmel giyinmişlerdi. İhtimal İstanbulluydular. Benim de başımda fes vardı. Bacanağı takliden çıkarmamıştım. Selam verdim. Aldılar. Şen, teklifsiz kumral dedi ki’.

“Çoktan beri burada mısınız, hemşeri?”

“Hayır, iki günden beri…”

“Biz bugün geldik.”

“Hoş geldiniz!” diye güldüm.

Geçecektim, çağırdılar. Yanlarına oturdum. Memlekette bir senede yenecek parayı bunlar da şüphesiz bir hafta içinde eriteceklerdi. Ama hiçbirisi benim gibi acemi değildi. Geçen sene burada geçirdikleri günleri hatırlıyorlardı. İçlerinden birisi o sene kumardan çok kazanmıştı.

“Fakat, doğusu gazino bu sene daha parlak!”

“Eğlenceler de iyiymiş.”

“Göreceğiz bakalım.”

“Nice’te işittim ki, bütün Paris’in yıldızları bu sene buraya düşmüş.”

“Gayet mühim bir opera kumpanyası da varmış diyorlar.”

“Primadonnayı çok methettiler.”

Bana,

“Gördünüz mü?” diye sordular.

Hâlbuki ben iki gündür vakit bulup tiyatro salonuna girmemiştim.

“Hayır.”

“Bakalım bu akşam.” 

“Bu akşam.”

…..

Böyle havaî laflar konuşurken, ne kadar vakit geçti bilmiyorum, siyah esvaplı, nişanlı, kurdeleli bir garson geldi. Karşımızda büyük bir hürmetle eğildi. Fransızca,

“Mösyöler Türk müdürler?” dedi.

Birbirimize bakıştık. Kumral genç, arkadaşlarına dedi ki:

“İşte bizim feslerin tesiri! Ben bilirim. Anladınız ya, niçin fesleri size çıkarttırmadım. Avrupa’da kadınlar fese bayılırlar. İşte mutlak bir kadın daveti!” Garsona döndü:

“Evet, Türküz, ne var?”

“Bir Amerikalı milyoner var. Kabul ederseniz, hepinizi sofrasına davet ediyor.”

Kumral genç bir kahkaha çınlattı:

“Olur iş değil! Arpa ekerken darı biçeceğiz galiba! Doğusu ben erkek daveti kabul etmem. İsterseniz siz gidin.”

Ben susuyordum. Diğer üçü atıldılar.

“Niçin reddedelim? Milyoner bu… Yanında yüz kadın bulunur belki… Pekâlâ sen de gelirsin.”

“Gelmem.”

“Gelirsin be…”

“Ordu bozanlık yapma…”

Bana,

“Siz gelir misiniz?” dediler.

Düşünmeden cevap verdim:

“Siz de giderseniz…”

“Biz pekâlâ gideriz.”

Kumral genç de dâhil olduğu halde hepsi garsona bir ağızdan, kabul ettiklerini söylediler. Akşam oluyordu. Daha semanın kırmızı bulutlan tekirleşmeden gazinonun her tarafı bir ışık tufanına boğuldu. İnsan kendini, güneşe karşı tutulmuş bir billur köşk içinde sanacaktı. O kadar aydınlıktı. Yarım saat geçmeden çifte san sakallı, Monaco’nun âlim prensinden daha vakarlı metrdoteli ayağımıza geldi. O önde, biz arkada, başka bir salona geçtik.

Şişman, esmer, çatık kaşlı, ablak çehreli, siyah esvaplar giymiş iri bir adam bizi karşıladı. “Kafları hep “gayın”dan ibaret olan bir Anadolu lehçesiyle.

“Hemşeriler, benim davetimi kabul ettiğinize çok teşekkür ederim” dedi; “ben nerede milletimden bir adam görürsem, hemen davet ederim. Bu, benim en birinci zevkimdir. Bu akşam yalnız size mahsus olmak üzere, şu Monaco’da, mükemmel alaturka bir eğlenti tertipledim… Sakın bu tertibimi Amerikanca sanmayın Göreceksiniz ya, tam alaturka, tam alaturka…”

Birbirimizin yüzüne baktık. Amerikalı milyoner bir hemşeri… Olacak şey miydi? Acaba şımarık bir milyoner bizimle alay mı ediyordu. Hâlbuki söyledi Türkçe… Sonra o boy, o bos… o çatık kaşlar!

Aptallaştık. Milyoner,

“Buyurun.” dedi.

Önümüze geçti. Biz manyetize edilmiş insanlar gibi sessizce arkasından yürüyorduk. Kumral, geveze genç de birdenbire dilini kaybetmişti. Kolumla dürttüm, “Bu ne?…” gibi başımı salladım.

“Hayırdır inşallah, bakalım…” diye fısıldadı.

Yüzlerce çift, tek, parlak tuvaletli kadınların, şık erkeklerin arasından geçiyorduk. Beş fesin göz alıcı rengi hepsini bize baktırıyordu.

Büyük bir tiyatroya girdik. Burası tenha idi. Çok aydınlıktı. Orkestra takımından, heykellerden, garsonlardan başka içeride kimse yoktu. Sahneye büyük bir sofra kurulmuştu. Milyoner durdu:

“İşte” dedi, “bu gece bütün opera kumpanyasını, tiyatroyu ben kiraladım. Bizden başka bu salonda kimse bulunmayacak. Sahnede yiyeceğiz içeceğiz. Mızıka çalacak. Opera etrafımızda oynayacak. Yani biz sahnenin, piyesin, oyunun içinde eğleneceğiz. Nasıl, alaturka değil mi?”

Kumral genç.

“Hakikaten alaturka?” diye güldü, “teşekkür ederiz. “

“Patlayıncaya kadar içeceğiz.”

“Patlayıncaya kadar…”

“Elbet alaturka.” “Sabaha kadar…

“Sabaha kadar…

Milyoner, zarif, ince bir merdivenden sahneye çıkı; biz de arkasından… Garsonlara,

“Aktrisleri, aktörleri çağırınız, piyes sırasıyla değil, hepsi birden gelsinler!” dedi.

Koca sofraya oturduk. Böyle muhteşem bir sofrayı ben ömrümde görmemiştim. İsimlerini bilemediğim çeşit çeşit çiçekler, billur şampanya kovalan, gözleri kamaştıracak elektrik süsleri, beyaz önüler, narin tabaklar… Kulislerden sahne esvaplarıyla aktörler, aktrisler sökün etti. Milyoner oturduğu yerden kötü bir İnizce ile,

“Hemşerilerimi bu gece memnun ederseniz, hepinize ayrıca üçer bin frank bahşiş vereceğim!” dedi.

Hepsi bu para kuvvetinin karşısında tanrısını görmüş inanlılar gibi iki kat eğildiler. Galiba otuz kişiden fazla idiler…

“Hemşerilerimin sağma soluna birer aktris otursun. “

“Pekâlâ, pekala…”

“Çabuk…”

Hepimizin etrafına aktrisler hücum etti. Milyoner bir kumanda daha verdi:

“Teklif yok! … Hemşerilerim de benim gibi incelikten hazzetmezler…” Teklif de kalktı.

İçmeye, yemeye başladık… Aktörler, kenarlarda oturuyorlardı. Aktrisler, bu hakikatten çok hayale benzeyen ziyafetten pek memnundular.

Kumral gencin sorduğu primadonna şimdi ötüyor, ötüyor ve orkestra hiç durmuyordu.

Ben, biraz sarhoş, fakat çok şaşkın, bu gürültülü zevkin lezzetini hiç tadamıyor, bilakis derin bir elem duyuyordum. Gayri ihtiyari, yalnız “doksan bin frank” bahşiş veren bu milyonerin acaba bütün Monaco zenginlerine rağmen, bütün bir kumpanyayı yalnız kendisine hasretmek için ne kadar para verdiğini tahmine çalışıyor, olağanüstü bir hadise karşısında kalmış gibi düşünemiyor, hesap edemiyordum.

Herhalde bu para çok, pek çok bir şeydi.

Opera, soframızın etrafında oynanıyordu. Perde aralarında aktrisler, yanlarımıza oturmakla kalmıyorlar, kucaklarımıza çıkıyorlardı. Kadeh tokuşmalarına, öpüşme sesleri de karışıyordu.

….

Bu delice, bu çılgınca zevk içinde gece yarısı geçti. Milyoner hepimizden çok içmişti. Kucağına aldığı güzel ve narin primadonnaya cebinden çıkardığı banknotları veriyor, gittikçe maskaralaşıyordu. İsimlerini bilmediğim arkadaşlarım da maskaralıkta tıpkı milyoneri taklit ediyorlardı. Yalnız ben… Evet, yalnız ben neşesizdim. Bir anda sebepsiz olarak, pek boş yere harcanan bu paranın matemini tutuyordum. Bu milyoner kimdi? Sahiden Türk müydü?. Bu kadar parayı nasıl kazanmıştı? Görüyordum; kaba saba bir şeydi. Halinde, tahsilin, hani o pek uzaktan sezilen görülmez gölgesi yoktur.

Gözlerimi kendisine dikmiş, bunları düşünüyordum; bin türlü tahminler, varsayımlar yapıyor, hayallere dalıyordum.

Kucağındaki primadonnanın kadehini yukarı kaldırdığını gördüm. Hepimize, bütün sofraya,

“Mösyönün milyonları aşkına!” diye haykırdı Milyoner,

“Hayır” dedi, “milyonların ne ehemmiyeti” var! Milyonları bulan benim zekâmın, benim aklımın aşkına, deyiniz.”

Sarhoş kadın, ihtimal şuhluk olsun diye küstahça haykırdı:

“Zekânızın ne önemi var. Asıl önemli olan milyonlarınızın aşkına! Müsaade ediniz. Milyonlarınızın aşkına!”

Kadından daha sarhoş olan milyoner hiddetlenir gibi oldu. Ayağa kalktı. Kadehler hepimizin elinde kalmıştı. Yumruğunu sofraya vurdu. Primadonna şaşırdı. Kabahat yaptığım anlayan masum bir çocuk sessizliğiyle sandalyesine çöktü. Öteki gazaplanmış bir uslan gibi kükredi. Bütün binanın içi gür sesiyle doluyordu:

“Benim zekâmın ne ehemmiyeti mi var? Ben muhterim( mucit), ben muhteriim, ben dâhiyim, ben dâhiyim.”

Ses seda kesildi. Orkesra sustu. Garsonlar yerlerinde donup kaldılar. Sarhoş bize döndü. Herkesin işiteceği bozuk bir Fransızca ile,

“Hemşeriler” dedi, “siz beni tanımazsınız. Ama bütün Amerika, bütün Avrupa beni tanır. Bana babamdan on para kalmadı. Ben milyonlarımı, başka milyonerler gibi, dolar dolar kazanmadım. Bir anda, evet, bir anda… aklımla…”

Daha yüksek bir sesle nakarat gibi ilave ediyordu:

“Ben muhteriim, ben muhteriim, ben dâhiyim, ben dâhiyim.”

Herkes şaşkın, ona bakıyordu.

“Ben Kayseri’de doğdum. Oranın ortaokulundan başka mektepte okumadım. Amerika’da para kazanıldığını duydum. Bir Ermeni hemşeri ile memleketten kaçtım. New York’a geldim. İş arıyordum. Bize amelelikten başka bir şey yoktu. İki ay çalıştım. Kazandığım ancak boğazıma yetiyordu. Baktım olacak gibi değil. Tekrar memlekete dönmeye karar verdim. Fakat yol param yoktu. New York’ta Kayserili bir Rum hemşerim vardı. Bir cumartesi günü ona gittim. Kayseri’den kendisine göndermek üzere bir yol parası borç istedim. Başım salladı: ‘Ulan, Türk Amerika’da yapabilir mi?’ dedi. ‘Yapacağım sandım, akla yelken ettim’ dedim. Nihayet borç vermeye razı oldu: ‘Ama’ dedi, ‘bizim apartmanda bugün büyük temizlik yapıyoruz. Gidip aval aval sokaklarda gezeceğine hizmetçilere yardım edeceksin burada…’ Kabul ettim. Başladık uşaklarla mobilyaları yerinden kaldırmaya, silkmeye, tozlarım almaya… Bütün yerlere, duvarlara gayet pahalı halılar mıhlanmıştı. Bunları silkmek için söküyorduk. Söküle mıhlana, söküle mıhlana, bu güzel halıların uçlan yıpranmıştı. Ben Anadolulu olduğum için hem halıdan anlar, hem halıları severim. Bu ziyanlığa acıdım. Amerika’da bu âdetti, mıhlanmasalar halılar bozulmayacaktı. Bu âdet yüzünden ihtimal ki, bütün Amerika’da sakatsız bir halı yok gibiydi. İşleri bittikten sonra, Türkiye’ye gitmek için yol harçlığımı aldım. Dışarı çıktım. Fakat halılara yapılan ziyanlık bir türlü aklımdan çıkmıyordu. İçime bir sıkıntı geldi. Amele gömleğimin yakasını açtım. (Ben bir muhteriim, ben bir ben bir dâhiyim!). Yakamın düğmesi yoktu. Bir fermejüp’le kapanıyordu. Zihnimde hemen bir alev parladı. İşte deham, işte bu mukaddes ateş… İşte benim de, ham meydana çıkacaktı…”

Durdu. Yorulmuş gibi başını öne eğdi. Sahnedekilerin hepsi tepeden tırnağa kulak kesilmişti. Herkesin ağzı açıktı. Milyonerin sırrı şimdi anlaşılacaktı. Benim kalbim hızla çarpıyordu. Bir an, bir asır kadar

Milyoner, elini tekrar sofraya vurarak devam etti:

“Böyle büyük bir ‘fermejüp’ yapılsa da, erkeği duş varlara, yerlere mıhlansa, dişisi halılara dikilse… O vakit halıların uçları yıpranmaz. İstenildiği vakit kolayca çıkarılır; yine yerlerine takılır! Bulduğum bu fikrin karşısında bütün Amerika ahalisini düşündüm. Hepsi bana minnettar kalacaktı. Çünkü işte bunu yapmak kimsenin aklına gelmiyordu. Hemen bir ressam dükkânına koştum… Bana büyük bir fermejüp resmi yapmasını söyledim. Sonra çalıştığım fabrikanın kâtibine koştum. Bu Türkiyeli bir Ermeniydi. Ben bir şey ihtira (icat) ettim. Patenti almak için bana bir beyanname yaz, dedim. Beni deli olmuş sandı. Güldü. İhtiramın ne olduğunu sordu. Esası söylemedim. Yalnız,

‘Amerika ailelerinin başlıca servetlerini teşkil eden halıları yıpranmaktan korumaya yarar bir ihtira…’ dedim. Benimle alaya başladı. Ve zannederim alay olsun diye beyannameyi de yazdı. Gittim, ressam planlarımı, yani büyük fermejüp resimlerini aldım. Rastgele bir avukata başvurdum, O, Ermeni gibi gülmedi: ‘Pekâlâ! Ben patenti alayım. Peşin para istemem. Sonra ilanları da ben yaparım. En nihayet seninle uzlaşırız’ dedi. Razı oldum. Bir hafta geçmeden halıları duvarlara ve yerlere raptedecek, yıpranmaktan muhafaza edecek ihtiraımın beratını gazetelerde neşrettik. Avukata yirmi fabrika birden müracaat etti. Uzatmayalım; nihayet bir fabrikaya ihtiraımı işletmek hakkını verdim. İlk elde bir milyon alıyor ve fabrikanın ihtiraımdan istihsal edeceği kazanca da ortak oluyordum. Yani yüzde elli… Bir anda zengin oldum. Akılgücüm kuvveti, vücudumu çalışmaktan, yorulmaktan bir anda kurtardı. Evet, ‘Ben muhteriim, ben dâhiyim, ben dâhiyim! Ben Edison’dan büyük bir adamım. O ne yaptı! Fonograf, gramofon… Daha buna benzer oyuncak neviden şeyler… Ben ne buldum? Fakir, zengin bütün Amerika ailelerinin serveti olan halıları yıpranmaktan kurtaran bir şey! O, insaniyetin faydasız zevkine hizmet etti, ben zevkli bir faydasına! Söyleyiniz, ben Edison’dan büyük değil miyim?”

Hepimiz, bütün sahne, hatta garsonlar, orkestra takımı, hepimiz bir ağızdan haykırdık;

“Edison’dan büyüksün!”

“Hem çok büyük!”

“Yaşasın deha…”

“Yaşasın muhteri”

…..

Muhteriin dehası şerefine, alabildiğine dehşetli bir şevkle içmeye başladık. Ben fena halde sarhoş oldum. Sofra, opera heyeti, orkestra takımı, sahne, hâsılı her şey etrafımda yavaş yavaş dönmeye, karışmaya başladı. Eminim ki, herkes benden ziyade sarhoştu. Aktrisler işi azıtıyor, kucaklarımızdan sofranın üzerine çıkıyorlar, aktörler kol kola etrafımızda dans ederek dönüyorlar, garsonlar, mütemadiyen çalan orkestra sanatkârlarına da şişe şişe şampanya taşıyorlardı.

Gözümü açtığım zaman kendimi —koltukla mı karga tulumba mı— nasıl geldiğimi bilmediğim bir yatakta buldum. Hemen kalktım. Zaten esvaplarım üzerimde, potinlerim ayağımda, hatta fesim başımdaydı. Deli gibi otele koştum. Bir dakika durmadan beni buraya getiren Bacanak Bey El-Rıza’ya bile veda etmeden, bavulum elimde, geniş peronun mermer basamaklarını dörder dörder atlayarak indim. Başımı arkama çevirmeden Monaco’dan uzaklaştım. İstanbul’a gelinceye kadar bu eğlencenin müthiş sersemliği başımdan geçmedi.

Şimdi, o kadar eziyetle tam yedi senede biriktirdiğim beş yüz liracığımı iki günde yediğimi hiç unutamam. Hep canım sıkılır.

Artık ne vakit “Hayat-ı Hakikiye Sahneleri” içinde —yani para sıkıntısı içinde— kalsam, hemen o bir gecede birkaç yüz frank sarf eden muhteri milyoneri hatırlar; bir fermejüpü (çıtçıt), bir kopçayı, bir düğmeyi büyütüp bir anda milyonlar kazanacak bir zekâsı, bir dehası olmadığı için, şu boş kafamı —meşhur hokkabaz Casanova gibi— bizzat kendi elimle koparıp yerlere, yerlerden yerlere çarpmak isterim!

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap