Genel

Sami Paşazade Sezai Bey’le Mülakat-Ruşen Eşref Ünaydın

Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki adlı eserinden alınan Sami Paşazade Sezai Bey adlı mülakat metninde Sezai’nin bazı yazar ve şairler hakkındaki düşünceleri, tanıklıkları; farklı edebiyat anlayışlarıyla ilgili görüşleri kendi ağzından aktarılmaktadır.

       SAMİ PAŞAZADE SEZAİ BEY’LE MÜLAKAT

       Aşağıdaki metin, Tanzimat Dönemi sanatçılarından Sami Paşazade Sezai ile yapılan mülakatta sanatçının bazı şair ve yazarlar hakkındaki görüşlerini ifade ettiği bölümden alınmıştır.
       Kapıya doğru bir iki defa gidip geldikten son ra, pürüzsüz sesi yine işitildi:
      “— Efendim; düşünün bir kere, Avrupa’da romantikler son derece rağbette. Hugo’lar, Lamartine’ler, De Vigny’ler aşkı terennüm ediyor, ihtiras ları terennüm ediyor, vatanı terennüm ediyor. Biz de ise hâlâ bir şey yok. Kemal Bey gibi hareketli, dinamik bir adam tabiî bu mahrumiyete katlana mazdı. Onun için var kuvvetiyle çalıştı ve tabiî böy le çok büyük eksiklikleri ortadan kaldırmaya uğ raşan bir yenilikçi, saf ve lirik olamazdı. Onun ye tiştiği zaman; onu böyle dinamik, böyle ateşli, her meseleyi kurcalar bir adam haline koymuştu. Bi liyor musunuz? Ben Kemal kadar da, bizim Hâmid kadar da yaşlı değilim. Bu anlattığım yenilik ha reketleri meydana geldiği zamanlar ben, on yedi on sekiz yaşlarındaydım. Kemal Bey’i o sıralarda ta nıdım. Kendisini ziyarete gittim. Hani, kitaplarda falan yazarlar ya; büyük adamın huzuruna gidince yüreği çarpmış diye. İşte ben Kemal’i gördüğüm zaman kendimde, hiç mübalağasız söylüyorum, öyle bir heyecan duydum ve elini öptüm. Bence Kemal’in dehâsı da Türk’tür, kusur ve noksanları da Türk’tür. Onda bir cihangirlik vardı; kendisine tâ dedelerinden geçen bir cihangirlik vardı. İşte onun edebiyat dünyasında kopardığı o çok büyük fırtına sıralarında idi ki ben de edebiyata girdim. Benim fikirlerim, düşüncelerim o vakitler baştan başa Kemal Bey’di. Fransa’da hani bir “Hugolatres”lar vardı ya, ben de Kemal’e karşı öyle bir haldeydim. O, iyi derse iyi, o fena derse fena idi. Bilmem, benim için bu böyleydi. Hem o vakitler, öyle birbirimize düşmanlıklar, çekememezlikler falan ne gezer; aksine, aramızda birbirimize karşı büyük bir “enthousiasme” vardı. Sonraları, Kemal’in tesirinden kurtulduğum zaman, eskileri de okudum ve gördüm ki onlarda da nefis şeyler var. Meselâ Nef’î’ye, âhenginden dolayı, ilk defa ben “Vagneriyen bir musikisi var” demiştim. Fuzulî de gayet büyük bir liriktir. Nedim ne zarif, ne sihirleyici bir adam… İşte bu adamları hep çevreleri yaratmış. Hani dehâlar, çevrelerinin dışına çıkar falan di yorlar. Doğrusunu isterseniz, bu bana biraz müba lağa gibi geliyor. İnsanlar kendilerine fazla ehem miyet veriyorlar. Ne dersiniz? Nedim’i, neşelerle dolup taşıran çevresi; Fuzulî’yi inleten de çevresi, Nef’î’yi köpürten de çevresi, Kemal’i öyle ateşli ve ihtilâlci bir ruhla yetiştiren de yine çevresi değil miydi? Öyle değil mi ya? Edebiyata bu kadar yürekliliği, yükseklerden haykırmayı, zannederim, romantizm verdi. Yoksa kuşatılmış olan bir şey, kendisini kuşatan engellerin dışına nasıl çıkabilir?..”

       Sami Paşazade Sezai Bey ne kadar samimiyetle konuşuyordu. Edebiyat-ı Cedide neslinin; sözleri çok daha enine boyuna uzatan, daha derinliğine ve ruh enginlerine sapan, daha marazî ve daha bilgiç insanlarıyle karşılaştırdığımız zaman, şimdi karşımda bulunan kimse daha saf, saadete, ilerleme ve ge lişmeye daha heyecanlıca, daha iyimser bir şekilde inanmış bir adam hali gösteriyordu. Maupassant’lara, Daudet’lere, Flaubert’lere nisbetle Nodier’ler, Lamartine’ler gibi!.. Ve yeni edebiyatımızın başlangı cındaki iyimser ruhlu, konak terbiyesi, sonradan alınma Avrupa terbiyesinden daha kuvvetli; bütün o garplılaşmış görüş ve inançlarına rağmen şark ruhlu kibar insanların, eski ailelere mensup ediblerimizin en belirli ve seçkin örneğini Sezai Beyefendi’de gördüm.

  — Tanzimat Edebiyatı’nın ilk devri hakkında ne düşünüyorsunuz efendim?

       Başucunda asılı büyük kafeste, dinlenmeden öten, bir saka ile kanaryaya bakıyordu.

 “— Ben kuşları pek severim efendim. Renkle rine falan bayılırım. Bende yüzlerce vardı; fakat İspanya’da kaldı.”

Sonra sorduğum suali hatırlayarak:

 “— Tanzimat devrini ben anlamıyorum. Bu Tanzimat, bizim bildiğimiz, siyasi bir harekettir.”

— Doğru efendim; fakat o zamana tesadüf eden edebiyata şimdi bu ismi veriyorlar.

“— Ee pek âlâ, şu halde sorduğunuz Şinasi ola cak öyle mi? Kemal’in ortaya çıkıp kendini göstermesinde Şinasi’nin büyük bir hissesi vardır. Ben Kemal’e ne kadar meftunsam Kemal de Şinasi’ye o kadar meftundu. Şinasi’ye, dünyada, kimseyi üstün tutmazdı.”

       Elleri pantalonunun cebinde, Sezai Bey durmaksızın geziniyordu. Birden hızla durdu:

“— Aman unutmayalım; o zamanın edebiyatına büyük hizmet edenlerden biri de Recaizade Ekrem’dir. Recaizade Ekrem’in güzel, yüksek şiirleri vardır. Sonra, edebiyatın ruhuna kadar dalabilen bir görüşü vardı. Ve bir adamın hayatında, şairliğinden daha yüksek bir şahsiyet olması mümkünse, Ekrem işte o idi. Ben edebiyatın ruhunu bunun ka dar anlayan bir adam tanımadım. Meselâ Tevfik Fikret daha mektep sıralarında iken, onun ileride en büyük şair olacağını bize Ekrem söylerdi. Halit Ziya’yı da ilk o keşfetti. Sonra, meselâ, Paul Bourget yeni yeni eser yazmaya başladığı zaman “Bu adam fena değil ama üslûbu o kadar büyük bir üslûb değil” diye o söylemişti. Sonra sonra Avrupa’ya gittiğim zaman, salâhiyetli adamlardan Paul Bourget hakkında aynen üstadın fikrine uygun dü şen fikirler işittim. Edebiyatı Ekrem, Kemal’den iyi anlardı. Ooo, şüphe yok, onun bir eseri beğenmesi, onun bir sanatkârı takdir etmesi, gerçekten, o ese rin ve o sanatkârın muvaffak olmasını temin eder di. Bence o kadar sağlam ve güvenilir bir zevki vardı. Şüphe yok, bu hususta tam bir kanaatim vardır.”

       (Damarlarının izleri görünen narin elini, eski bir şarklı gibi, göksüne koydu).

   — Hâmid Bey için ne düşünüyorsunuz?

  “— Hâmid’in dehâsına vaktiyle hücum edenlere karşı sözlerimiz, müdafaalarımız bugün bütün zekî ve edib olan bir nesil tarafından tasdik olundu. Hâmid’e benim ayrıca, hususi bir minnettarlığım daha vardır; o da bana Sâdi’yi göstermiş olmasıdır.”

— Efendim, Hâmid Bey hayli okumuş bir adamdır değil mi? Gerçi kendisi, tevazu göstererek, pek az okuduğunu söylüyorsa da; hiç tarihi kurcalamamış bir sanatkâr o eski Yunan âlimlerinden, İs lâm tarihine ait birçok tarihi olaylardan öyle trajediler yaratabilir miydi? Felsefeden nasibi olma yan bir adam, bir Aristo’dan nasıl bahsedebilir, İs lâm felsefelerini böyle açıklıkla ve rahatlıkla nasıl gösterebilir. Zâtıâlîniz tabiî onun bunları tetkik edip etmediğini, bir arkadaş sıfatiyle pek çoklarından iyi bileceksinizdir!.

 “— Ee tabii okurdu efendim, başka türlü nasıl olur?”

— Efendim, edebiyatta yapmak istediğiniz neydi?
“— Ben kendimden bahsetmeyi sevmem… Değmez ki bahsedeyim, işte “Sergüzeşt”i yazdım, “Küçük Şeyler”i yazdım, “Rümuzüledeb”i yazdım. Bir de, yedi sene müddetle Paris’te çıkan “Şûrâ-yı Ümmet”te edebî ve siyasi makalelerim vardır.”

       Bununla beraber Sezai Beyefendi, benim ikinci bir sualime karşı “Sergüzeşt”i kendilerine ilham eden şeyi ağızlarından kaçırdılar:

       Boğaziçi’nde geniş bahçeleri, kalın çınar ve fıs tık ağaçlarının gölgesine uzanmış durgun, loş ve serin havuzları, büyük ve geniş bağları, ihtişamlı konakları olan -Mısırlılar’a ait- malikânelerden bi rinde bir bahar günü gezerken, esir kadınları ve kızları, halayıkların hayatını düşünmüşler. Ve bu kendilerine romanlarını ilham etmiş; bizim edebiya tımızda ilk defa olarak tezli romanı, bir “Jack”dan ziyade bir “Graziella”yı, hatırlatan, yani realist olmaktan ziyade romantik olan romanı yaz mışlar.

      Edebiyat-ı Cedide için şöyle söylediler:

     “— Ben bu benlik davalarının edebiyatta katiyyen taraftarı değilim. Evvelkiler bir şey yaptı, sonrakiler bir şey yapamadı demek insafsızlık olur, ayıp olur. Bizi dilsizlikle, edebiyatsızlıkla suçlayan başka milletlere karşı iftiharla gösterilecek bir ede biyatımız varsa o da Kemal’lerden, Hâmid’lerden sonra -hiç şüphesiz- Edebiyat-ı Cedide’dir. O ede biyat cidden memleket için de iftihara lâyıktır. Şüphe yok, şüphe yok. Meselâ ne kadar nefis yazıyor Cenab Şehabettin!.. Ben Cenab’ı, bir dakika durmam, o seçkin şair Tevfik Fikret’e tercih ederim. Fakat Fikret’de de dil, Allah için, çok ayıklanmış, sağlam, temizdir. Musset’nin “Nuia”leri, Fikret’ in de “Sis” eşsizdir. Doğrusu Tevfik Fikret’i ben “Sis”de gördüm. Halit Ziya da Edebiyat-ı Cedide’nin en büyük temsilcilerinden biridir. Üslûbu nefistir, bir üstad üslûbudur. Sonra hikâyeyi de pek ileri götürdü. Tam sanatkâr… Süleyman Nazif de unutulacak bir adam değildir; Kemal’in âhenginin mirasçısıdır. Tabiî tekâmül, devamlı bir ilerleme şeklinde devam ediyor. Edebiyat-ı Cedide de o kanuna uymuştur. Fakat ben şiirde fazla yeniliği pek anlamıyorum. Bu iddia bana biraz aşırı görünüyor. Ama bu yalnız bizde de değil, Avrupa’da da öyle. Hayır, şöyle diyelim: Yeniliğini değil, fakat pek yeni şeyler getirmiş olduğu görüşünü anlamıyorum. Meselâ Homeros’un, Shakespeare’in, Racine’nin yazıları var ki, gününde nefisti, bugün de nefistir. Hiç: “Ben dün bir şafak seyrettim; bu şafakta eskisine göre bir ilerleme vardı”, “Dün sabah bir bülbül dinledim, bülbülün ötüşünde geçen bahara göre daha bir güzellik vardı”, “Dün bir çift siyah göz gördüm, bu siyah gözlerde eskisine göre bir ilerleme vardı” denir mi? Ee, şiir de biraz böyle değil mi?”

       Kalın sesiyle uzun uzun güldü. Kahkahaları, öksürükleriyle zaman zaman kesiliyordu. Bu gürültüler arasında sarı kuşla kırmızı başlı kuşun beyaz göksü, renkli renkli kanatları çırpınıyor, ince ince ötüyorlardı.

       Sezai Bey yine gezinmeye başladı…

  — Vezin için ne düşünüyorsunuz efendim?

       Yine avuçlarını masaya dayadı:

“— Benim fikrimce” dedi “edebiyat, bırakmalı serbestçe gelişsin, ilerlesin; serbest serbest tekâmül etsin. En doğrusu bu değil mi ya? Öyle, aruz vezni olacak, parmak vezni olmasın, terkipli olacak, terkipsiz olmasın gibi sözler bence boştur. Yok, yok şu “boş” kelimesini geri alalım; kimseyi gücendirmesini sevmem. Hem doğrusu da boş değil. Belki onların da hakkı vardır. Ne diyelim, ne diyelim? Lüzumsuzdur, katiyyen lüzumsuzdur. İnsan böyle diyeceğine, demeli ki: “Güzel Olsun!.” Güzel şey, her ne suretle yazılırsa yazılsın, daima güzeldir. Mese lâ Mehmet Emin Bey’in şiirleri var ki cidden ho şuma gidiyor. Kendisini şahsan tanımam; fakat ol sun, güzel şiirleri var. Bizim Yahya Kemal Bey’in de öyle. Azdır falan ama iyidir. Ben o genci Paris’ten tanırım. Ee, kuvvetlidir. Sonra daha genç lerde de pek zevkimi okşayan yazılar var.”

       Müsaade istedim.

“— Yine buyrun. Bu tanışmamıza vesile oldu, görüşelim!. Bendeniz edebiyat hakkında karşılıklı sohbet etmekten son derece zevk duyarım. Bizim Hamdullah’ı da görürseniz gözlerinden öperim.” dedi.

       Sokağın ince yağmuru altında ıslanırken gözlerimin önünde hep, ilk defa görüşmek şerefine nail olduğum bu edibin hayâli canlanıyordu:

       Alnı tepesinden yüksek, yassıca büyük bir baş, çökük iki yanak ve onların zayıflığıyla daha büyümüş sivri bir burun. Çukur şakaklar, gayet kalın ve siyah kaşların altında, derine saklanmış gözler. Yüzünün zayıflığını daha da fazlalaştıran ve rengini uçuklaştıran kalın, uzun bıyıklar; çıkıkça bir omuz, içerlekçe bir göğüs, asabi bir mizâc, nazik, asil ve saf  bir ruh!..

Ruşen Eşref Ünaydın
Diyorlar ki

Metindeki bazı sözcüklerin anlamları:

enthousiasme: Çok sevilen bir şey karşısında duyulan derin ve coşkulu heyecan, bir şeyi çok fazla beğenme.
Hugolatres: Victor Hugo’ya karşı çok derin bir inanış ve sevgiyle bağlı bulunanlar.
marazî (marazi): Hastalıkla ilgili, hastalıklı.
terennüm etmek: (metinde) Anlatmak, ifade etmek.
Vagneriyen: Alman besteci Richard Wagner tarzında, ekolünde.

Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki adlı eseriyle Türk edebiyatında mülakat türünün ilk yetkin örneğini vermiştir.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki adlı eserinden alınan Sami Paşazade Sezai Bey adlı mülakat metninde Sezai’nin bazı yazar ve şairler hakkındaki düşünceleri, tanıklıkları; farklı edebiyat anlayışlarıyla ilgili görüşleri kendi ağzından aktarılmaktadır.

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap