Genel

Selçuk’tan Söke’ye-Azra Erhat

Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Azra Erhat’a ait bir gezi yazısı örneğidir. Yazar bu metinde Selçuk’tan Söke’ye giderken yaptığı gözlemlerini dile getirmiştir. Azra Erhat, yaşadığı dönemin dil özelliklerini eserine yansıtmıştır.

Gezi yazısı örneği

       SELÇUK’TAN SÖKE’YE

       Söke’ye gitmek için Selçuk’tan otobüse bindik. Otobüsümüzün adı neydi? Telâştan bakmamış olacağım ama yolda karşımıza çıkan otobüslerin, kamyonların adlarını okumakla epey eğlendiğimizi hatırlıyorum. Anadolu’da taşıtlara takılan adlarla bir kitap yazılabilir. Bu kitap dört tekerlekli, motorlu taşıtın taşra hayatında oynadığı büyük rolü de tek tek kişilerin ve halkın psikolojisini de aydınlatır. Adamın biri kamyonuna “Yolların bülbülü” demiş, öteki “Tapon” adını takmış, nazar değmesin diye olacak yoksa kamyonu hiç de tapon değil. Toz bulutları arasında çıkagelen “Gangster”, arabasının gücünü insanlaştıran bir sinema meraklısınındır herhalde. Şu güzel ve ferah otobüse “Hicran” adını takan adam da olsa olsa bir alaturka şarkı düşkünü. Çoğu adlardan tabiat sevgisi ve şiir fışkırıyor: İşte ”Doğan Şafak”, işte ”Açılın dağlar, çiçekler”, “Yol ver yeşile, gitsin işine” diye bir beyit bile düzmüş birisi. “Yollar hiç tükenir mi?” adına ne dersiniz? Beni çok düşündürdü. Ömrünü volan başında geçiren bir şoförün yorgunluğunu, hüznünü dile getiriyor. Otobüs şoförleriyle biraz konuştunuz mu bu hüznünün ne kadar derine gittiğini anlarsınız. Gece Bursa’dan İzmir’e geldikten sonra sabah İzmir’den turist alıp Bergama’ya götüren bir şoförün arabasına iki defa bindim. “Dört gündür uyumadım, affedersiniz, çoraplarım ayağıma yapıştı” diyordu.

       Efes’ten Söke’ye giden yol yer yer düzeltiliyor, genişletiliyor. Selçuk’la Kuşadası arasında nice nice kumsallar var. Akdeniz’i müjdeleyen masmavi bir deniz ıssız kıyılarda köpüklenip duruyor. Ufukta Sisam adasının oynak çizgileri beliriyor. Kilometrelerce uzanan bu kıyılarda turistik oteller, şipşirin evler, renk renk tenteli lokantalar, gazinolar, plajlar hayal ederken, bir de bakıyorsunuz üç beş Yörük çadırı, kapkara bir sefalet manzarası. İlk üç yıl önce Kuşadası’nda denize girmeye gelmiştik. Küçük kabineleri hasırla döşenmiş güzelim bir plaj vardı. Bu defa hepsi kaldırılmış, Ege halkı eylülde mevsimi geçmiş sayıyor. Buralarda deniz bizim Marmara’nın en sıcak günlerinden daha ılık olduğu hâlde, kimsecikler denize girmiyor. Bodrum’da bile bizim saatlerce yüzüp de doyamadığımız denize soğuk diyorlardı. Peki daha sıcak olduğu zaman aileler çoluk çocukla kadınlarla plaja gelir de denize girerler mi? Ege kasabalarının sokaklarında kadınlara hemen de hiç rastlamadığımıza, rastlanan tek tük kadının da peştemallarıyla yüzlerini sımsıkı kapadıklarına bakılırsa yazın ortasında bile yerlilerin bu plajlara pek rağbet edeceklerine inanamıyorsunuz.

       Kuşadası’nda bir han var, bunu on sekizinci asırda Öksüz Mehmet Paşa yaptırmış. Anadolu’nun birçok hanları gibi bu da harap ama mimarîsinin güzelliği hele avlusunun dört köşesindeki kemerleri, kubbeleri dimdik yükselen merdivenleri ile bu han dikkati çekiyor. İçerisine girdiğimiz zaman, birinci katın bir köşesinde insan oturduğunu gördük. Saksılarla, çiçeklerle süslenmiş taraçada kadınlar, kızlar cıvıl cıvıl. Bu hanın fotoğrafını çekmek istedik, meskûn köşesini çekelim mi, çekmeyelim mi diye bir an düşündük. Aralarında erkek yok, belki istemezler. Hoş, makinelerimizi görünce, kızlar başlarındaki peştemalları düzeltmeye koyuldular, poz vermeye hazırlandıkları besbelli. Ama biz ne olur ne olmaz makineyi hanın metrûk köşesine yönelttiğimizde, taraçadaki kocakarılardan biri seslendi:
     – Niye oranın fotoğrafını çekiyorsunuz? Harap diye propaganda yapacaksınız, değil mi?
       Donakaldık, şaşakaldık. Birkaç yıl önce başıma gelen olayı hemen hatırladım. Kumkapı’da Jüstinyen sarayının kalıntılarının fotoğrafını çekmek istemiştik. Öğretmen olacak bir kadın karşımıza dikilmiş:
     – Bizim sefaletimizi tespit etmek istiyorsunuz, bize menfi propaganda yapacaksınız, diye aynı nakaratı tutturmuştu.
       Hiçbir propaganda gözetmediğimizi; yalnız tarihî değeri olan bir yerin fotoğrafını çekmek istediğimizi eski duvarlara karışmış kendi evini ve komşuların evlerini de güzel bulduğumuzu öğretmene anlatmak için boşuna uğraşmış durmuştuk. Gözleri alev alev kin saçıyordu kadıncağızın. Mesele çıkmasın diye o gün fotoğraf çekmekten vazgeçtik. Kuşadası’ndaki kocakarıya bir şey demedik. Fotoğrafı çekip uzaklaştık. Kötü propaganda yapmak şöyle dursun, yok olmaya yüz tutmuş anıtlarımızı hiç değilse kâğıt üstünde saklamak amacını güttüğümüzü, bir gün bir yazıda Öksüz Mehmet Paşa hanından söz açarak, belki yıkılmasını önleyebileceğimizi kadıncağıza nasıl anlatalım?

       Söke için milyoner yatağı demişlerdi, zengin toprak sahipleri her İstanbul’a gelişlerinde bir Cadillac satın alırlarmış. Bunu duyunca Söke’yi oteli, lokantası, bakkalı, dükkânı olan bir yer sandım. Amma da yanılmışım! Söke’ye geldik ki yamru yumru sokaklarında traktör dolaşıyor, palas adını taşıyan iki oteli ve dört tane de sineması var. Birinde “Moby Dick” (Beyaz Balina) filmi oynuyordu. Gidelim dedik. Açık havada güzel bir sinema, panoramik perdesi var, ses tertibatı iyi. Yalnız altmış kuruş ödediğimiz arka sıra iskemlelerde zevkle giyinmiş kadınları, kızları ile aileler oturuyor. Söke’de ertesi sabaha kadar her şey yolunda gitti. Sonra da güçlükler başladı. Medenî dünyada kahvaltı etmek diye bir şey var, Söke palasları bunu hiç hesaba katmamışlar. İndik baktık ki lokanta kapalı, otelin birkaç adım ötesinde harap bir kahve ocağı vardı, akşam kahvemizi oraya götürüp pişirtmiştik. Sabah orası da kapalı. Meğer Söke’de çay da bulunmuyormuş. Otelci ile bir gece evvel konuşurken, kendisinin bilmem nereden çay getirttiğini, sabah bize ikram edeceğini söylemişti. Bekledik. Bu ikram da gelmeyince, kahvaltısız kaldık. Öteberi almak için Söke’nin ana caddesini bir aşağı bir yukarı boyladık, dişe dokunur bir şeyler aradık. Çörek biçiminde ekmekler ve kötü yağ kokusu burun direklerimizi delen acı bir tulum peyniri ile üzüm bulduk. Ne beyaz peynir, ne domates, ne hıyar, ne yumurta, bir şey yok. Hani Cadillaclı milyonerler? Sinemada gördüğümüz aileler, bunlar aç mı kalıyor? Çoğu zengin toprak sahiplerinin Söke’de oturmadıkları besbelli. Oturanlar da belki haftada bir pazardan alışveriş ediyorlar. Ama varlıkları Söke’nin umumî hayatına hiç tesir etmemiş, kasabanın medenî seviyesini yükseltmemiş.    

                                              Azra ERHAT, Mavi Anadolu

Metinde geçen bazı sözcüklerin anlamları:

menfî : Her şeyin olmayacak tarafını, aksini, tersini düşünen, ileri süren.
meskûn : İçinde insan oturan yer.
metrûk : Terkedilmiş, bırakılmış, kullanılmaktan vazgeçilmiş.
taraça : Bir yapının damında çevresi, üstü açık yer.
umumî : Herkese ait, herkesle ilgili.
volan : Bir hareketi bir mekanizmaya aktaran veya makinelerde hareketin hızını düzgün tutmaya yarayan tekerlek.

Bu metin, Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Azra Erhat’a ait bir gezi yazısı örneğidir. Yazar bu metinde Selçuk’tan Söke’ye giderken yaptığı gözlemlerini dile getirmiştir. Azra Erhat, yaşadığı dönemin dil özelliklerini eserine yansıtmıştır.

selcuktan sokeye-azra erhat indir.

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap