Hikaye Örnekleri

SÖĞÜT AĞACI-ANTON ÇEHOV

SÖĞÜT AĞACI

B. ve T. ilçeleri arasındaki posta arabası yolundan yürüyordum. Bu yoldan gelip geçenler Kozyavka deresinin kıyısında tek başına duran Andreyev’in değirmenini çok iyi bilirler. Köhne değirmen her an yıkılmaya hazır gibidir; kamburu çıkmış, pılı pırtı içinde, ufak tefek, yaşlı bir kadına benzetilebilir. Belki yüz yıldır orada durmakta olup, uzun süredir çalıştığını gören yok. Eğer belini kocaman bir söğüde dayamamış olsa bugüne değin yerle bir olması işten değildi herhalde. Söğüt de değirmen gibi yaşlanmıştır, gövdesini iki kişi zor kucaklar. Söğüt ağacının üst dalları değirmenin damına, su bendine sarkar; alt dallarıysa aşağıya dökülen suya, toprağa değer. Gövdesindeki dibi görünmez bir kovuk ağacı çirkinleştirmiştir. Elinizi kovuktan içeri sokacak olursanız koyu renk bir bala ulaşırsınız. Aynı anda da başınıza bir sürü yaban arısı üşüşür, vızıldaşarak sizi sokmaya çalışırlar. Bu koca ağaç kaç yaşında, dersiniz? Ağacın eski dostu Arhip’e soracak olursanız bey konağında eğitici, sonra da hanımefendinin uşağı olarak çalıştığı günlerde bile böyle yaşlı olduğunu söyleyecektir. O günlerin üstünden öyle çok zaman geçti ki! Söğüt ağacı yalnızca değirmene değil, Arhip’e de desteklik etmektedir. Arhip bütün gün ağacın kökleri arasında oturup balık avlar. Kendisi de söğüt ağacı gibi kocayıp kamburlaşmıştır, dişsiz ağzı ağacın gövdesindeki derin kovuğu andırır. Gündüzleri balık avlamayı bitirdikten sonra geceleri aynı yerde oturup kara kara düşünür. Ağaçla ikisi, durmadan fısıldaşan karı-koca gibidirler. Ömürleri boyunca, kim bilir, neler görüp neler geçirmişlerdir!.. Şimdi onların anlatacaklarını dinleyelim.
Bundan otuz yıl kadar önce Söğüt Yortusu denen bir kutsal pazar günü Arhip yaşlı söğüdün dibinde oturmuş, balık avlıyordu. Her zamanki gibi çevresi büyük bir sessizlik içindeydi. Söğütle yaşlı Arhip’in fısıldaşmaları, arada bir zıplayan balıkların şıpırtısından başka çıt çıkmıyordu. Arhip öğleye değin balık avladıktan sonra tuttuğu balıkları ayıklayıp kendine çorba pişirirdi. Söğüdün gölgesi karşı kıyıdan uzaklaşmaya başlayınca öğle vakti gelmiş demekti. Bir de posta arabalarının çıngıraklarından anlardı öğlen olduğunu. Tam öğle saatinde T. kenti yönüne giden posta arabası bendin yanından geçerdi.
O pazar günü de Arhip çıngırak seslerini duyunca oltayı elinden bırakıp bent yönüne bakmaya başladı. Üç atlı posta arabası tepeyi aştı, ağır ağır yürüyerek bende doğru indi. Postacı önde uyumaktaydı. Araba bende yaklaşınca birden durdu. Çoktandır şaşırmayı unutan Arhip çok şaştı bu işe. Olağandışı bir şeydi posta arabasının orada durması. Postacının yanında oturan sürücü tedirgin bakışlarla çevresine bakındı, yerinde şöyle bir kıpırdandı, postacının uyurken yüzüne örttüğü mendili hızla çekip başına elindeki demir sopayla vurdu. Postacıdan gık çıkmadı, ama sarı saçlarının arasından kanlar fışkırdı. Bunun üzerine arabacı aşağıya atladı, demir sopayı postacının kafasına bir daha indirdi. Bir dakika sonra hızla söğüde doğru yöneldi. Güneşten yanmış yüzü sapsarıydı, çevresine bön bön bakıyordu. Bütün bedeni zangır zangır titrerken koşarak söğüdün yanına geldi, Arhip’in yakında bulunuşunu fark etmeden elindeki posta torbasını ağacın kovuğuna tıkıştırdı. Sonra hızla arabaya tırmandı, yerine yerleştikten sonra demir sopayı ansızın kendi şakağına indirdi. Arhip neler olup bittiğini anlamamıştı. Yüzü kana bulanan sürücü bağırmaya başladı:
– İmdat! Yetişin! Adam öldürüyorlar!
Atları hızla sürerek uzaklaşan arabacının haykırışı o sessizlikte birkaç kez yankılandı.
Aradan bir hafta kadar geçmişti ki, olayı soruşturmak üzere birileri geldi. Adamlar çevrenin planını çıkardılar, bendin suyunun derinliğini ölçtüler, söğüt ağacının altında öğle yemeği yedikten sonra çekip gittiler. Bu sırada değirmenin yanında oturan Arhip korkudan tir tir titrerken gözünü kovuktan ayıramıyordu. Daha önce görmüştü, kovuktaki çantanın içinde her biri beşer mühürlü birçok zarf vardı. Fırsat buldukça çantayı açıp zarflara bakıyor, yaşlı söğütse gündüzleri susup geceleri için için ağlıyordu. Ağacın sessiz ağıtlarına dayanamayan Arhip aradan bir hafta daha geçince çantayı kaptığı gibi ilçenin yolunu tuttu.
– Derdimi kime anlatabilirim? diye sordu karşısına çıkanlara.
Önünde çizgili nöbetçi kulübesi bulunan büyücek sarı bir binayı gösterdiler. İçeri girdiğinde karşısına ceketinin düğmeleri ışıl ışıl parlayan bir bey çıktı. Adam bir yandan piposunu tüttürüyor, bir yandan da nöbetçiyi azarlıyordu. Arhip doğrudan doğruya ona yaklaştı, yaşlı söğütle ilgili öyküyü zangır zangır titreyerek anlattı. Beriki hemen nöbetçiyi azarlamayı bıraktı. Arhip’in elindeki çantayı aldı, kapağını açtı, yüzü önce sapsarı, sonra kıpkırmızı oldu.
– Sen burada dur! dedikten sonra kalem odasına koştu.
Orada çevresine bir sürü memur toplandı. Telaşla sağa sola koşturmaya, kendi aralarında fısıldaşarak konuşmaya başladılar.
On dakika kadar sonra aynı adam geriye döndü, çantayı Arhip’e vererek:
– Sen yanlış yere gelmişsin, arkadaş, dedi. Burası mal müdürlüğü. Bir alttaki sokakta polis karakolu vardır, oraya gideceksin.
Arhip çantayı alıp karakolun yolunu tuttu. Giderken bir yandan da “Çanta bayağı yeğnileşmişe benziyor. Eski büyüklüğü de kalmamış” diye düşünüyordu. Bir alttaki sokakta, önünde iki nöbetçi kulübesi bulunan başka sarı bir bina gösterdiler. Arhip içeri girdi. Burada kalem odası hemen girişteydi. Arhip masalardan birine yaklaştı, yazıcılara durumu kısaca anlattı. Birkaç kişi çantayı elinden kaptı, aralarında bağırıp çağırmaya başladılar, amirlerinin gelmesi için birini gönderdiler. Koca bıyıklı, iri kıyım bir polis geldi az sonra. Kısa bir sorgulamadan sonra koca bıyık çantayı onlardan alıp odasına kapandı.
Bir dakika bile geçmeden odadan şöyle bağırdığı duyuldu:
– Bu çanta boş! Sorun bakalım, para nerede? Neyse, çantayı getiren ihtiyara söyleyin de beklemesin! Durun, durun, gitmesin bir yere! İvan Markoviç’in yanına götürün adamı! Şey… gitsin en iyisi!
Arhip selam vererek oradan ayrıldı. Ertesi gün sazanlar, kızılkanatlar onu ırmak kıyısında yeniden görmeye başladılar.
Bu olay güz mevsiminin sonlarına raslıyordu. Yaşlı adam çok üzgündü, yaprakları sararan söğüt ağacı gibi kedere gömülmüştü. Güz mevsimini sevmezdi zaten. Birkaç gün sonra posta sürücüsünü de bendin kıyısında görünce üzüntüsü daha bir arttı. Arabacı gene onun varlığının farkına varmadan ağaca yaklaştı, elini kovuktan içeri soktu. Islak, uyuşuk arılar adamın koluna sıvandılar. Eli kovukta aradığını bulamayınca arabacının yüzü sapsarı kesildi. Tam o sırada balık avlayan yaşlı adamı fark etti.
– Hey babalık! Buradaki çanta nereye gitti?
Somurtarak oturan Arhip yanıt verecek durumda değildi. Üstelik gözünün önünde adam öldüren arabacının kendisine de bir şey yapmasından korkuyordu. Ama adamın durgun sulara dalıp giden bakışlarına dayanamayıp:
– Çantayı polise götürdüm, dedi. Ancak korkmanız gerekmez. Onlara çantayı söğüdün altında bulduğumu söyledim.
Bunları duyunca posta sürücüsü çok öfkelendi, yaşlı adamın üzerine çullanarak dövmeye başladı. Yüzüne, kafasına vurması yetmiyormuş gibi bir de yere yatırıp ayaklarının altında çiğnedi. Neden sonra öfkesi geçince dövmeyi bıraktı, ama oradan ayrılmayıp Arhip’le birlikte değirmende kaldı. Gündüzleri uyumakla geçiriyor, kimseyle konuşmuyor, geceleriyse bendin çevresinde dolaşıp duruyordu. Birileriyle gizli gizli fısıldaştığına göre öldürdüğü postacının gölgesi de oralarda dolaşıyor olmalıydı. Arabacı bahar mevsimi boyunca da kimseyle konuşmadı, bendin çevresinde gezinmelerini sürdürdü. Ona acıdığı için bir gün Arhip:
– Aptal aptal ne dolaşıp duruyorsun? Git artık buralardan, dedi. Aynı şeyi postacının gölgesi de, söğüt ağacı da fısıldadılar.
– Yok! Buraları bırakıp bir yere gidemem. İçim sızlıyor, daha fazla dayanamayacağım.
Bunun üzerine Arhip arabacının koluna girip ilçe merkezine götürdü, posta çantasını teslim ettiği polis karakoluna gittiler. Karakol kaleminde arabacı yerlere kapanıp suçunu itiraf etti, ama koca bıyıklı karakol amiri çok şaşırdı.
– Ne diye kendine kara çalıyorsun, be adam? Sarhoş musun nesin? İstersen seni kodese tıkayım da aklın başına gelsin! Bak şunun yediği naneye! Bu alçağın aklının karışmasının nedenini bir türlü anlamadım! “O cinayetin katili bulunmadı” dedik. Daha ne üstüme düşüyorsun? Çek arabanı buradan git artık! Arhip getirip onlara teslim ettiği çantadan söz etti. Yazıcılar, “O da neymiş?” gibisinden pek şaşırdılar, koca bıyık kahkahayı bastı. Adamlar tüm belleklerini yitirmişlerdi, anlaşılan.
Posta sürücüsü karakolda da ruh huzuruna kavuşamayınca Arhip ile ikisi söğüt ağacının yanına döndüler.
Arabacı vicdan azabından kurtulmanın tek yolunu ırmağa atlayıp intihar etmekte buldu. Arhip’in olta mantarının yüzdüğü durgun sular bulandı bir süre. Bendin üzerinde şimdi iki gölge dolaşıyor. Yaşlı Arhip ile yaşlı söğüt ağacı belki de bu gölgelerle fısıldaşıyorlardır…

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap