Deneme Örnekleri

SOKAK-SAMİPAŞAZADE SEZAİ

SOKAK

          Çocukluğumun ve gençliğimin ilk senelerini geniş bahçeler, yüksek duvarlarla sokaktan tamamiyle ayrılmış evlerde geçirdim. Bu evlerin sokakla, mahallelerle hiç münasebeti yoktur. Dışardaki sesler buraya bazen gelir. O zaman sokakları malikâneleri addeden bîçare köpeklerin şamatet-i maişeti uzaktan uzağa aksederdi. Şimdi oturduğum ev ise iki metreden ibaret bir bahçe ile sokak üzerinde. Burada adam yalnız evde değil, biraz sokakta oturuyor. Hiç bir zaman sokağın hayatını, ehemmiyetini bu kadar yakından görmemiştim. Her memlekette sokaklardan, etrafında sâkin olan milletlerin -bazı müstesnalarla- seviye-i medeniyeti, onun netayicinden olan refaha meyli, terakkisinin intizamı anlaşılır. Her memlekette sokaklar milletlerin halet-i ruhiyesinin geçididir. O sokaklardan fikrin müruru için salonlara, yatak odalarına yol vardır. İnsan burdan onları istidlâl eder, görür.

          Sokak zâlim, mazlum, münevver, muzlim, neşeli, mahzun, emin, tehlikelidir. Zâlimdir, çünkü o çamurların içine düşmüş, o kaldırımların arasından çıkmış çamurdan fikirler, taştan yürekler dünyada ne kadar zulümler, ne kadar harabeler vücuda getirmiştir. Molière, Voltaire, J.J. Rousseau’nun Paris sokaklarına düşen felsefeleri, insan başı kesmek için birer satıra; yüksek fikirleri, ince nükteleri giyotine tahvil edilmiş ve bizde de oralardan çıkan Halil Patrona, Kabakçı ihtilâlleri, biri medenî bir devri, diğeri bir âti-i selâmeti mahv ve heder etmiştir.

          Mazlumdur, çünkü ne kadar istibdat askerlerinin hücumuyla halkın kanları haksız yere dökülmüştür. Meselâ: On dokuzuncu asrın ortasında Üçüncü Napoléon gibi Fransa’nın başına geçmek, Fransızları emri altına almak için cumhuriyete sadakat yemininde halis olarak saltanatı tesis, imparatorluğu ilân ederken, ahdinde vefa etmeyen, yemininde hanîs olana karşı kıyam eyleyen hürriyet erbabını vurarak Paris sokaklarını mazlum kaniyle lekedar etmişti. Münevverdir, meselâ: Londra’da Oxford Street’ten Charing Cross Road, Trafalgar Square; Paris’te Avenue Champs- Elysées’den Boulevard Bonnouvelle’e kadar sokaklarda bir cûşiş-i ziya nehri huruşan gibi cereyan eder. Hattâ Place de la Concorde’da bu aşan, taşan ziya içinde ay, gök kubbesine asılmış bir kandil gibi görünür. O büyük elektrik lambalarına, yerden tulu eden bu aylara karşı semadakinin rengi uçar, bayılır. Muzlimdir, zira ilerilere doğru gider ve fukara mahallelerine
girerseniz, sokaklar muzlim, insanlar muzlim, hayat muzlimdir. Yukarıya bakarsanız, payansız bir siyah gece başınızın üstünde durur. O zalam içinde birer hayal-i muztarib olmuş zayıf vücutlarını münevver cihetteki handelere mukabil oyulmuş göğüslerinden akseden öksürük sesleri
işitilir. Zira o ziya içinde inkişaf eden hayat bu karanlıklarda söner. Geçirdiği hayatı bir an unutmak, âlâmını avutmak için orada seiyyelerin, cinayetlerin menşei olan meyhanelerin zehirli içkilerle dolu piyalelerle etrafında kırılmış hayatlar gülümser.

          Boğuk sesler şarkı söyler, paçavralar rakseder. Bu mahallelerde on beş sene yatakta uyumamış kadınlara, on sene fukaraperver müesseselerinin verdiği çorbalardan başka bir şey yememiş insanlara tesadüf olunur. Yarabbi! Nehrin bu kısmındaki zalam ile serveti medeniyetten, kibarlıktan, espriden tenevvür etmiş mahallerde, sokaklara ne büyük tezada tesadüf edersiniz. Burada her şey şevk ve heyecan içinde. İnsan etrafından geçen o arabaları bir visal-i âleme şitab eder gibi görür. Bu şevk ve heyecan kaba neş’elerden, kaba içkilerden hasıl olan gürültüler, bağırmalar, şamatetler değil, o ziya Voltaire’in nüktelerinden, Moliere’in tebessümünden,
Hugo’nun hayalinden, A. Musset’nin sevdasından iştial etmiş gibidir. Etrafa zekâ-i İnsanî intişar eden tiyatrolarından, heyet-i mecmuadan hissedilen o neş’e eseri deha, o nümayiş-i ziya ise bütün zekâdır. Zekâdaki parlaklığın, dehadaki ebediyetin tesir-i payidarından olmalı ki, yirmi yaşında
duyduğum o neş’eyi bugün hâlâ hissediyorum. Dünyanın en büyük, en canlı milleti olan Romalıların kanlı, şanlı tarihleri Roma’nm, o şehr-i ebediyetin sokaklarından geçmemiş midir? Konsüllerin, kendilerini ulûhiyet mertebesine çıkaran Sezar’ların bir kıt’ayı teshir, bir iklimi tahrip eden zaferleri, arabalarının yanında, arkasında ayakları çıplak, başı açık esir krallarla Capitol’a o sokaklardan güzar etmemiş miydi?

          Romalıların memleket unsuru, millet mesaili sokaktaki forumda müzakere ve hallolunur. O sokaktaki forum cihangir Romalıların mukadderatına hâkim bir mevki idi!.. Fakat ben bizim mütevazı, mahiyetkâr sokaktan nerelere gitmişim. Şimdi yolda tesadüf ettiğim birisi bana: “ Bu sokak nereye çıkar?” diye sorsa, hemen: “Paris’e, Londra’ya, hattâ Kurun-ı ulâya kadar giderek Forum’a çıkar” cevabını tereddüt etmeden vereceğim. Bu sokağın kusurunu ben size söyliyeyim: Medenî memleketler sokakların gürültüsünü mümkün olduğu kadar azaltmağa çalışır. Çünkü bilirler ki her insanın bir başı vardır. Bir misal gösterelim, meselâ Paris’te otoların makinelerinden çıkan, kulakları tırmalayan gürültüler yasak. Hattâ düdük çalmaları, alafranga söyleyelim, korna etmesi bile yasakken, burada otoların makineleri bir lüzuma müstenit olmadığı halde bağırıyor. Evlerinin mahrem umûruna dair konuşan karı-koca sokakta bağırıyor. İşlerine giden amele, rençperler, çocuklar, bu kaldırımdan çıkan yeni beyler bağırıyor. Sahildeki vapurlar lüzumlu lüzumsuz bağırıyor. Görülüyor ki bu sokak insanda kulak, beyin, sinir olduğunu kat’iyen kabul etmiyor. Halbuki sokak kimsenin değil, herkesindir. Herkesi rahatsız etmek, kimsenin hakkı değildir. Aradan uzun seneler geçtiği halde hatırlarım. O zaman -şimdi elbet ziyadedir- beş yüz bin adamın mahall-i ticareti olan Londra’daki sitede o azîm harekât-ı umumiye insana hayret veren bir sükûnetle cereyan eder. Sabahları erken ötmesin diye bütün Paris’te bir horoz yoktur.
Bizim bir zerzevatçı var ki, sabahları horozlardan evvel uyanır. Bir sese mâlik ki, insanların hal-i ibtidaîsinde korkunç mağaralardan çıkan seslerin âhengi bu olmak lâzım gelir. Lahana, pırasa diye bağırmaya başladığı zaman, çocuk, genç, ihtiyar yataklarından sıçrar. Birtakım taş, tuğla,
kum taşıyan yaysız araba vardır ki, birbirinin arkasından, kaldırımların üzerinden alabildiğine geçerken insan dünya yıkılıyor, bu arabalar da yıkılan dünyayı yeniden yapmak için karınca kaderince diye tuğla, taş, kum, demir, tahta taşıyorlar sanır.

          Zamanımızda sokaklar açıldıktan sonra intizamı müfettişlerin, inzibatı polisin nezaretine bırakılır. Çünkü sokağın adabı, ahlâkı, intizamı vardır. Ben buraya geldiğimden beri müfettişliğin, polisin nezaretine dair bir şey görmedim. Yalnız şurasını itiraf etmeliyim ki, hemen her akşam
bir polis efendi geçer. Gayet iyi bir adam, kendi halinde, kimsenin işine karışmaz. Sokaktan geçen en uslu adam odur.

          Bizim sokağın adabı, ahlâkı yerindedir. Yalnız intizamı, terbiyesi yoktur. Gece yarısından sonra bilmem kimler ekser avazları çıktığı kadar bağırarak bazan söğüşerek geçerler. Bazen de geçmezler. Sokağın üstündeki çayırlıkta oturarak türkü söylerler. “ İşitmesin ol sözü kulaklar. Âlûdesi olmasın dudaklar” .

          Sokaktan neler geçer! Bazen bir memleketi tarumar edecek kaza, bazen bir memleketi kurtaracak bir deha bu sokaklardan geçer. Evet, buradan bir daha dönmemek üzere gözümün önünden birisi de geçti.

          Fakir, alîl bir Rum karısı!… Karşımızdaki evlerin sonuncusu olan denize nâzır büyük bir hanenin karanlık bodrumunda üç kişiden ibaret bir hane halkı sâkin idi. Bunların geçinişleri, birbirlerine vefa ve meserreti, muhabbet ve himayeti birçok ailelere gıpta verecek derecede bulunuyordu.

          Çünkü bu hane halkının ikisi insan değildi. Bununla beraber garip bir kinaye-i hilkat. Biri kedi, biri köpek sabahları bodrumun demir kapısı açılır, telâş ve heyecan içinde kedi ile köpek dışarı çıkar. Arkadan vücudunun bütün yarısı topraklara eğilmiş o alîl kadın zuhur ederdi. Bu zavallı kadın kendisine bâr olan hayatı bu kaldırımlarda ah ü enin ile sürüklerken,
ona ıztırabını biraz unutturacak, zavallının hüznünü biraz tesliye etmek için büyük siyah köpek iltizamî bir şevk ve neşe ile kesik sesler çıkararak kadının üzerine atlar, iki tarafa çevirdiği yerlere değmek üzere olan yüzünü öpmeğe çalışır. Beyazlı, sarılı kedi güzelliğinin verdiği gurur ile
kadınlara mahsus işve ve letafetle o kırık dökük vücuda sürünerek okşardı. Ne hazin manzara. Kadın yolda biraz yürüdükten ve bizim evin hizasına geldikten sonra ön ayaklar olmağa başlamış kollarının birini sert bir surette kaldırarak ikisinin de galiba eve dönmelerini emrederdi. Emrini
dinler fakat tamamiyle icra etmezlerdi. Kadın ilerleyip giderken bunlar eve dönmez, bulundukları yerde dururlardı. O siyah köpek ön ayakları ileride olarak yatar, kedi endam-ı dil-rübasıyle ayakta durur, ikisi de gözlerini bir intizar ve biraz da endişe ile hanımlarının geleceği yola dikerlerdi. Ne yapsınlar…Otomobiller süratli, yollar tehlikeli, hanımları alîl!.. Bir müddet sonra kadın uzaktan görünür görünmez, sağ geldiği için olmalı, bunların şevk ve neş’esine payan bulunmazdı. Yanında, önünde koşarak üçü birden o demir kapılı bodruma girer, gözlerden nihan olurlardı. O siyah bodrumda çarpan bu üç kalbin muhabbet ve samimiyeti acaba o âli saraylarda bulunur
mu?
          Dışarıda yazın yıldızlı bir gecesi vardı. Kâinata diyordum ki, senin yıldızların bu üç nâçiz kalbten daha büyük, daha yüksek değildir. Sislerin eşyadaki şekilleri değiştirdiği, bazılarını gizleyerek bir başkalık verdiği yağmurlu, mağmum bir havada Mühürdar yolundan aşağı iniyordum. Bu bodrum kapısının önünde bir polis, Rum kilisesinden gelmiş birkaç adam görerek sebebini sordum. Bir zavallı alîl kadın ölüp gittiği için mirasını kayda gelmişler. Sokakta bir demir karyola, bir tencere, eski hasır bir şapka duruyor, polis “ bunların vârisi kimdir?” diye soruyordu.

          O günün sabahı erken kalkarak bu evin kapısını çaldım. Bir yaşlı hanım çıktı. Vefat eden kadından kalan kedi ile köpeğe talip olduğumu söyledim. Kedi evi terkedip gitmiş, bir çoban ona kırlarda tesadüf etmiş. Siyah köpeği de birkaç hane ötede ikamet eden bir Almanyalı almış. Doğru,
haber verdiği eve giderek kapıyı açan hizmetçiye köpeği tarif ile bana
vermelerini rica ettim. Hizmetçi “ bizim efendi onu bir köpekler dostuna
verdi, iyi bir yerdedir, müsterih olun” dedi.
          Asıl müsterih olacak zavallı kadının ruhudur.

                                                          (Yolların Sesi, nr. 2 3 , 1 Kasım 1934 , s. 428 -430 )

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap