HASTA ÇOCUK
İki yaşından beri hastaydı. Karnı korkunç bir surette şişmiş, kolları, başı iskelet gibi kurumuştu. Ailesi son derece fakirdi. Evde ondan başka dört çocuk daha vardı. Buna rağmen ilk hastalandığı zaman onu ihmal etmemişler, aylarca Gureba Hastanelerine, dispanserlere, eczanelere, hâsılı, bedava veya ucuz hasta bakılan bütün yerlere taşımışlardı.
Fakat, neticede hiçbirinden bir fayda gelmediğini, bütün emeklerin ve ilâç paralarının boşa gittiğini görerek onu kendi haline bırakmışlardı. Ötekiler de evlâttı. Bunu kurtaracağız diye sapasağlam dört çocuğu ziyan etmekte mâna yoktu.
Ne yapsınlar, bunun da alın yazısı böyle imiş! Bu halde yaşayacağı kadar yaşardı. Veyahut da belki günün birinde iyi olurdu.
İnsan denen mahlukun bugünden yarına ne olacağına dair kimsenin bir şey bildiği yoktu ki…
Babanın para vermeden reyini almak için günlerce hastane kapısında beklediği bir büyük doktor ayak üstü:
— İlâçtan fayda beklemeyin, demişti, mümkün olduğu kadar çok güneş aldırırsınız, Allahın âlâ olduğu kadar da bol ve bedava bir ilâcı….
Fakat belâya bakın ki, bu fakir mahallede bu ilâç da, doktorun zannettiği kadar bol ve bedava değildi.
Hasta çocuğu güzel havalarda sokağa çıkarırlar, kapının önünde bir eski ot minderinin üstüne uzatırlardı. Minimini bir toprak testisi vardı ki – bebek oynar gibi bir vaziyette – daima kollarının, boynunun, yanağının üstünde tutardı, ona edilecek hizmet, o da ara sıra, bu testiye su doldurmaktan ibaretti. Hasta çocuğun bundan başka bir şeye ihtiyacı yoktu; ne yiyeceğe, ne de dünyanın her hangi bir zevkine ve eğlencesine…
Sokak, çocukla dolu idi. Bunlar mütemadiyen oynarlar, bağrışırlar, birbirlerini döverlerdi.
O, ne bu harekete, ne bu gürültülere, hiç alâka göstermez, daima kapalı gözlerinin çukuru sinekle dolu, başka bir dünyada gibi dalgın dalgın yatardı. Bütün hayatı ara sıra testisini ağzına götürerek yana yana su içmekten ibaretti.
Küçükken pek dilli ve zeki bir çocuk olacak gibi görünmüştü. Hastalandığı zaman ancak iki yaşında olduğu halde, büyük insan gibi konuşuyordu. Bu hal hastalıktan sonra da, sekiz on ay devam etmişti. Fakat sonradan hayatın bütün alâmetleri gibi bu da yavaş yavaş sönmüştü. Şimdi dört seneye yakın bir zaman vardı ki, ağzından tek bir kelime almak mümkün olmuyordu.
Bir gün, bu fakir ailenin başına umulmaz bir devlet kuşu kondu: Uzak bir memlekette ölmüş zengin bir dayıdan miras yediler; halleri, vakitleri birdenbire düzeldi.
Ümitsiz bir didinmenin yorgunluklarından ve asabiyetlerinden kurtulan baba, dünyayı başka bir gözle görmeğe başladı. Çocuklarına olan sevgisi yeniden canlandı ve tazelendi. Onları sokaktan alarak mekteplere yerleştirdi. Bu arada hasta çocuğa karşı da yeni bir muhabbet ve vazife duygusu uyandı. Herkes, bu saadetten payını alırken, o biçare için de bir şey yapmamak, son bir gayret göstermemek doğru olamazdı. Baba ve ana, çocuğu bu defa paralı doktorlara götürerek daha itinalı muayeneler yaptırdılar.
Vaktiyle hastane kapısında ayaküstü güneş tedavisi tavsiye eden büyük doktor, bu defa muayenehanesinde çocukla daha fazla meşgul oldu. Maalesef tıbbın şimdiki halde de elinden gelecek pek bir şey yoktu. Fakat hastayı daha iyi yaşatmak ye maneviyatını tamir etmek suretiyle bir reaksiyon yapmaya çalışılabilirdi.
Daha iyi bir mahallenin daha iyi bir evine geçen aile, bununla da iktifa etmedi; çocuğu ayrıca tebdil-i havaya götürdü. Fakat hasta, orada da eski sokak kapısındaki ot minderde olduğu kadar bedbaht ve sefil göründü.
Şimdi artık yiyecek boldu. Ne yazık ki onun dalgın ve cansız yatarken kurumuş elleriyle kucağında aradığı küçük testiden başka bir şeye yine ihtiyacı yoktu.
Baba, azim sahibi bir adamdı. Bu çocuğu mutlaka bu dalgınlıktan uyandırmaya, bir şeye alâkadar etmeye karar onu iyi edemese bile biraz sevindirebilirdi ya…
Çocuğu güzel bir el arabasına bindirerek kırlarda, su kenarlarında dolaştırdılar. Etrafındaki değişikliğin farkında olmadı.
Güzel, süslü elbiseler giydirdiler, çirkinliği onların içinde daha korkunç göründü. O, hiçbir şeye alâka göstermemekte, hiçbir şey istememekte inat ettikçe babasının inadı da artıyordu. Adamcağız, türlü türlü oyuncaklar, çalgılar, bebekler toplayıp getirdi: Nafile! Başını çevirip bakmıyordu bile..
Son ümit olan paranın da bir şey yapmadığını görünce, tekrar onu kendi haline bıraktılar. Oyuncaklar ve araba kırıldı. O yine bir kapı önünde, kucağında küçük testisiyle güneşe karşı yalnız kaldı.
*
Bir gün, sokakta sakat bir dilenci çocuk peyda oldu. Zavallının yarı belinden aşağısı tutmuyor, köpek yavrusu gibi karnının üstünde sürüne sürüne yoldan geçiyordu.
Hasta çocuk, onu görünce birdenbire dalgınlıktan uyandı; gözleri parlamaya, vücudu, yüzü garip bir heyecan ile titremeye başladı. Yerinde doğrulmak, küçük dilenciye doğru ilerlemek istedi. Beceremedi, yüz üstü, şiltesinin kenarına düştü. Fakat bu aciz, onun ümidini kırmıyor, istediğini mutlaka yapmak için başının azim ile işlediği görülüyordu. Nihayet, senelerden beri ilk defa gülümsedi ve söyledi:
— Çocuk.. Azıcık yanıma gel.. Bak sana neler vereceğim., diye, şiltesinin üstüne bırakılmış kırmızı erikleri gösteriyor, uzatıyordu.
Sesinde kandırıcı bir tatlılık vardı. Küçük dilenci durdu, yolunu çevirdi, sürüne sürüne ona yaklaşmaya başladı. Hasta çocuğun vücudu baştan başa av köpeği ürpermeleri içinde titriyor, gözlerinde kıvılcımlar yanıp sönüyordu:
— Gel çocuk.. Daha yakın gel.. Bak yastık altında da neler var, hepsini sana vereceğim.
Böyle tatlı tatlı söylenerek dilenciyi iyice yanına çektikten sonra birdenbire üstüne kapandı, vahşi bir hırsla dövmeye başladı. Saçlarını yoluyor, boğazını sıkıyor, tırnaklarıyla yüzünü parçalıyordu.
Baba ile ana içerden gürültüyü işiterek koştular, dilenciyi güç belâ hasta çocuğun pençesinden kurtardılar.
Bu uğraşmanın onu son derece bitap düşürmüş olacağını zannediyorlardı. Fakat hayret! Bu kavga, hasta çocuk üzerinde âdeta bir mucize tesiri yapmıştı. Yüzünde hafif bir pembelik dalgalanıyor, gözleri gururla, sevinçle parlıyordu.
Hasta çocuk, nihayet kendinden daha bir düşkününü bulup ezmiş; insanlığının şerafet ve gururunu duymuş, yaşamanın tadını tatmıştı!..
Reşat Nuri Güntekin
Bu hikaye Reşat Nuri’nin Tanrı Misafiri adlı hikaye kitabından alınmıştır.
Aşağıdaki alıntı Oğuzhan Karaburgu’nun Reşat Nuri Güntekin’in Hikayelerinde Çocuk adlı yazısından alınmıştır.
“Hasta Çocuk hikayesinde yazar, hasta bir çocuğa, kendisinden daha âciz bir çocuğu dövdürerek, hırpalattırarak intikam aldırır. Aile, hasta çocuklarını gerek fakirlik dönemlerinde gerekse zenginlik dönemlerinde olsun doktor doktor gezdirir, çeşitli çareler denerler fakat çocuk bir türlü iyileşmez. Hasta çocuk, bir gün dışarıda kapının önünde otururken sokakta sakat bir dilenci çocuk görür. Onu kendisine çeşitli vaatlerle yaklaştırır ve iyice yanına yaklaştırdıktan sonra vahşi bir hırsla dilenci çocuğu dövmeye başlar. Bu olay hasta çocuk üzerinde âdeta bir mucize tesiri yapar. Hasta çocuğun yüzüne pembelik, gözlerine fer gelir. Âdeta bir insanlık dersi vermek için yazılmış izlenimini uyandıran bu hikâyede yazar, insan psikolojisinde bulunan kendinden güçsüzü ezme zevkini, çocuk kahramanlarıyla yansıtmaya çalışır.
Reşat Nuri Güntekin’in hikâyelerine çocuklar açısından bakıldığında temel olarak iki ağırlıklı yaklaşım dikkat çeker:
1. Çocuğun yetiştirilişi ve eğitim şeklinin çocukta yansımaları
2. Aile içinde çocuğun oynadığı rol
Hikâyelerde pedagojik gayenin ağırlıklı olduğu görülür.
Reşat Nuri Güntekin, bir eğitimci ve yazar sıfatıyla toplumun temel yapı taşı olarak çocuğu almış ve onun eğitimine her şeyden daha fazla itina gösterilmesi gerektiğini savunmuştur. Sağlıklı bir toplumun ancak sağlam bir aile hayatı ve ailenin önemli bir unsuru olan çocuğun eğitimiyle sağlanacağına inanmıştır. Bu sebeple yazar eserlerinde çocuğun yetiştiriliş tarzına önem vermiş ve bu terbiye esnasında nelere dikkat edilmesi, nelerden sakınılması gerektiğini yarattığı çocuk tipleri vasıtasıyla edebî bir surette hikâyelerinde gözler önüne sermiştir.”
Hikayeyi indirmek için tıklayınız.