KESTANECİ DOSTUM
Yirmi dört yaşında olduğunu nüfus kağıdından öğrendiği zaman aynanın karşısına geçti. Bu ayna, bir tütüncünün camekanlarından bir tanesinde idi.
Aynada gördüğü adama hayretle baktı. Şimdiye kadar böyle bir adam yüzü görmemişti. Şimdiye kadar aynaya kendini görmek için baktığını da hatırlamıyordu ya! ..
Üstündeki elbiseleri ne zaman almıştı? Bu pantolonu ona kim vermişti? Sahiden bir ayakkabısı var mıydı?
Hayret! Sakalları da vardı. Gözü cilalı gibi parlıyordu.
Kasketinin yırtığından çıkmış kağıt parçalarını kopardı. Aşağıya doğru sarkmış, tüy halindeki bıyıklarını sıvazladı. Yirmi dört yaşına girmişti ha! Demek üç sene evvel o yirmi bir yaşında idi. Neden o zaman, o kadar çocuk yapılı idi? Askerde arkadaşları onu, “Çocuk!” diye çağırırlardı. O da bu çocukluğa zarar gelmesin diye, bir kahveci çırağı safiyetiyle herkesin ufak tefek işlerini görürdü. Kendini her zaman ilk kahveci çıraklığındaki yaşıyla kalacak, büyümeyecek sanmıştı. Nitekim de şimdiye kadar büyümemişti.
Daha dünkü arkadaşları küçük gazeteci çocuklar, dilenciler, küçük hamallardı. Neden bir büyük adamla oturup konuşmamış, kendi akranı bir insanla ahbap olamamıştı, ahbap olmak istememişti?
Anası da öldükten sonra, ninesinin Kahveci Salim Usta’ya verdiği bu kavruk çocuk belki on seneden fazla SalimUsta’nın yanında kalmış, bu on sene içinde onun hiç büyümediğini bütün müşteriler fark etmişti. Bir tanesi:
– Ben on seneden fazla şu kahveye gelir, giderim. Bu oğlan bu kadardı. Elbette askerlik zamanı gelmiştir, Salim Ağa sen ne dersin? Belki yirmi birinden de büyüktür. Sen ne dersin Salim Ağa?
İhtiyar Salim Ağa:
– Allah, Allah! Ahmet’e acır gibi bakmıştı. Bana dün gibi geliyor.
Müşteri:
– Bana da, öyle … Hem o, benim ilk gördüğümden bugüne ancak fark etti. O da vücut cihetinden değil ha! .. Suratındaki tüylerin rengi değişti: Kararı verdiler. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
Askere gidip geldikten sonra Salim Ağa’nın kahvesini kapanmış buldu. Yerine bir bakkal dükkanı açılmıştı. Bir müddet dükkana baktı. Ne olsa bu dükkan evi sayılırdı. Ninesi öldükten sonra senelerce dükkanın peykesi üstünde, bazen de altında yatmıştı. Salim Ağa’nın nereye gittiğini sorup da ne olacak? Salim Ağa’nın gittiği yeri, Fatih’ten ağır ağır Şehzadebaşı’na doğru inerken görür gibi oldu. Bu üstüne kilim serilmiş, baş tarafına bir kefiye örtülmüş, arkadan yedi çapaçul insan giden bir tabuttu. Adeta bağırarak:
– Hey Salim Ustam, hey! dedi.
Cebinde metelik yoktu. Sabahtan beri bir şey yememişti, ikindiüstü köprüde idi. Sıcak bir lodos rüzgarı bu kasım sonunu bir yaz akşamına benzetmişti. Kırmızı bulutlar, cami minareleri, parlayan bir kubbe, uzakta Süleymaniye’nin arkasında bir siyah bulutun kenarlarında altın bir işleme, mavnalarda tepeleme bir kırmızı boşluk, insanlarda bir telaş …
Akşam olmuştu. Kendisi gibi hırpani birinin peşine takıldı. Bu adam, elinde valiz götüren her adama yaklaşıyor, adamın yüzüne canlı, garip bir bakışla bakıyor:
– Götürelim mi beyim? diyordu.
İçinden belki yirmiden fazla, “Götürelim mi beyim?” dedi. Bir defasında da bunu büyük bir bavulun başında bekleyen adama söyledi:
– Götürelim mi beyim?
– Yüklen bakalım!
Yüklendi. Bir yokuş çıktı. Bir evin önünde durdular. Adam ancak o zaman:
– Ne vereceğiz, evlat? dedi. Gülümsedi. Boynunu büktti İki çeyrek aldı. Gene gülümscdi. Yürüdü .
Tam yedi ay hamallık yaptı. Ama bu işi bir türlü sevemedi. Yediği o kadar az bir şeydi ki, bir gün ağır bir yükün altında ölmek bile aklına geldi. Yalnız soğuğu, sıcağı, açlığı hisseder; ondan öte, hatta hararetinin otuz altı buçuktan öteye fırladığının bile farkına varmazdı. Kırk derece ateşle valiz beklediği bir gün düşüvermiş. Sarhoş sanmışlar, karakala götürmüşler. Orada başına su dökmüşler, ayılmış, gülmüş, biraz sonra, başına döktükleri suyun tebahhur eder gibi bir hale geldiğini gören bir komiser:
– Bu oğlan hasta, sarhoş filan değil, demişti.
Bir hastaneden çıkışını hatırlıyor … İşte bu ayakkabılar, bu gömlek, bu pantolonu o genç doktor verdi. Fakat bu ceket ne zamandan kalma, acaba Salim Usta mı ona vermişti?
Cebinde on beş lira bir para vardı. Yedi lira da hemşireler vermişti. Neden verdiler sanki? O kadar acınacak bir hali mi vardı? Kendisinden daha kötü halli insanlar yok muydu? Dolu idi yahu! Hem cebinde on beş lirası olduğunu da bile bile bu parayı neden vermişlerdi hemşireler? Bir sarı saçlı, geçkin hemşire:
– İş tutarsın. Sen pek iyi bir çocuğa benziyorsun, demişti.
Bir başka kadın:
– Ne kadar da sevimli, demişti. Yaşı on sekiz var mı dersin kardeş?
Bir başkası:
– Yirmi dörtmüş. Nüfus kağıdında öyle.
O kadın:
– Sen nüfus kağıtlarına pek inanına, demişti.
Gene lodoslu bir gündü. Cebinde parasını saydı. “Bir tıraş olayım” dedi, oldu. Potinlerini boyattı. Hava birdenbire bozmuş, daha doğrusu poyraza çevirmişti. Halbuki lodos akşamları ne güzeldi. Gece bozsaydı keşke hava. Bu İstanbul’un üstüaltı, kırmızı portakal gibi bulutlarla dolar, lodos başka türlü bir gök, başka türlü insanlar peyda ederdi. Halbuki poyrazla beraber, her zamanki soğuk bulutlar, soğuk insanlar, denizde içine girilemeyecek bir hal. Halbuki lodosla kışın bile denizde yıkanmak mümkün. Hiç olmazsa insan, yıkanabilirim, der.
Bu para ile ne iş tutabilirim, diye düşünmekten poyraz hakkındaki antipatisini unutmuştu. Bir aralığın başında birdenbire sapsarı kesildi. Kalbi, sevgilisini görmüşlerin kalbi gibi oldu. Orada yanmış ışıkların içinde, dükkanların arasında, aralığın başında, tıpkı kendisi gibi kasketli, yırtık ceketli, sarı pantolonlu bir adam kestane satıyordu. Küçük bir iskemlenin üstüne oturmuştu. Elinde bir maşa vardı. Kestaneleri bir şey düşünüyormuş gibi çeviriyordu. Sonra iki dakikada bir otomatik şekilde bağırıyordu:
– Sıcak, kebap kestanem! .
Adamın başı eğilmiş vaziyetteydi. Maşayı bir aralık bırakarak ayağa kalktı.
– Mis gibi, diye bağırdı.
Ahmet yaklaştı.
– Versene beş kuruşluk.
Güzel parlatılmış, zincirleri bile büyük bir dükkanın kırmızı ışıklarından pırıl pırıl bir teraziden, eline soğuk soğuk kestaneler düştü.
– Sıcağından neye vermedin?
– Sıcağını ne yapacaksın? Al birkaç tane daha vereyim.
Ahmet:
– Peki, dedi, ver birkaç tane daha da isterse soğuk olsun … Bu teraziyi kaça aldın?
– Altı buçuk lira.
– Pahalıymış be! Ya mangalı?
– On dört…
– Maşasınlan mı?
– Maşasınlan.
Ahmet gece sabahçı kahvesinde öyle karışık rüyalar gördü ki … Ertesi sabah her şey hazırdı. Yalnız kestane alacak para kalmamıştı.
Ben Ahmet’ i eskiden tanırım. Salim Ağa’nın kahvesine çıkardım. Bu yeri ona ben gösterdim. Burası, akşamları pek kaIabalık olan aralıktaki bir sazlı gazinonun köşesidir. Her akşam yarı sarhoş gazinodan çıktığım zaman elimi uzatır, bir avuç kestane alırım. Para vermem. O, kafasını kaldırır. Hala çocuk yüzüyle gülümser. Maşasıyla kestaneleri çevirir, düşünür gibidir. Bana öyle gelir ki Ahmet bu kestaneleri çevirirken ekseriya:
– Hey Salim Ustam hey! der.
İki dakikada bir de:
– Sıcak kestanem, elleri yakıyor! diye bağırır.
Bir gün Ahmet’in, çok sarhoş olduğum bir akşam, gene kestanelerinden bir avuç almış, bir papel atmıştım. Koştu, geri verdi.
– Bunu yapmayacaktın ağabey, dedi.
Ertesi akşam kestane almadan geçerken acı acı haykırdı:
– Çiğneyecek misin ağabey?
Döndüm, bir avuç kestane aldım.
– Seni çiğner miyim Ahmet’ im dedim.
Bir akşam köşebaşındaki gürültüye koştuk. Ahmet’in kestane mangalı devrilmiş, kestaneler parlak kaldırımlara serilmişti. Bir çıplak çocuk habire kestaneleri toplamakla meşguldü. Ahmet çocuğa:
– Al, ye, koynuna koy. İstemem artık onları!.. diye bağırıyordu. Yüzü kıpkırmızı idi. Saçları dağılmıştı. Bir sarhoş edasıyla küfür ediyordu.
– N’ oluyor Ahmet? dedim.
– Yasakmış, burada kestane satmak yasakmış. Deviriverdi mangalı. Ziyanı yok beyağabey, biz de başka iş tutarız, üzülme, dedi.
Ben o zamana kadar pek üzülmemiştim. Fakat onun yüzünde üzüntüden de başka bir şey vardı. Bir buhran geçiriyor olmalıydı ki, saçlarını yoldu. Mangalı ufak çocuğa, “Senin olsun!” diye bıraktı gitti.
Gazetelerin birinde adliye muhbirliği yaparken Ahmet’i uzaktan gördüm. Ellerini iple bağlamışlardı. Yüzü upuzundu. Üstünde kirli bir fanila, ayağında laciverdi kırmızılaşmış bir yırtık pantolon, ayakları çıplak, simsiyah …
Onu böyle görmektense geçip gideyim, dedim. Beni görünce kim bilir ne fena olacaktı. Çiğneyip geçecektim. Önüme yılışık bir tebessümle dikildi. Yanındaki jandarma ya:
– Dur yahu, dedi, harmanım, beyağabeyden bir cıgara alayım.
– Vay Ahmet! dedim. Paketimi kendisine verdim.
– Tıngırın varsa uçlan, dedi.
Bir yirmi beşlik uzattım … Neden bu hale geldiğini sormuşum gibi cıgarasını ateşlerken:
– Eroincilikten ağabey, dedi.
SAİT FAİK ABASIYANIK
Yürüyüş, (ı11), 5 Aralık 1942