Cürmümeşhut hâkimi evvela onlara barışmalarını teklif etti. İkisi de ayak dirediler. Her ikisi de suçlu, her ikisi de davacı. Karı kocadırlar. Sirkeci’de (adını yazmamışım) bir otelde otururlar. Kadın orada müdür sıfatıyla çalışır, kocası aslen şofördür. Kadın otuz beş yaşını aşmış; erkek 330 doğumlu. Erkeğin ismi Ahmet, anasının güzel bir ismi var; Nene. Erkek Mersin’in, ismi de kendisi gibi güzel bir kazasındandır; Gülnar kazası. Kadın Orhanelilidir. Hâkim sorduğu zaman, “Otelin kâtibesiyim” dedi. Biraz sonra okuması yazması olup olmadığı usulen sorulunca, “Okumam yazmam yoktur” cevabını verdi. Okuyup yazması bulunmayan bir kâtip… Mahkemede hazır bulunanlar bu cevabı kahkaha ve gülümsemelerle karşıladılar.
Kısa boylu, yaşından biraz fazla gösteren, dudaklarında mütemadiyen sinirli ve manasız bir tebessüm gezdiren bir bayandı bu. Ahmet anlattı: — Geçinemiyorduk. Aramızda hiç kavga eksik olmuyordu. Birkaç defa karakollara düştük. Yine barıştık. Boşanmak için mahkemeye müracaat ettim. Şahit yazdırdığım şoför Hamdi, karım Fethiye’ye, “Artık boşanacaksınız. Baş şahit de benim!” diye haber vermiş. Fethiye de, “Ben ona bir tuzak kurayım da boşanmak istemek neymiş anlasın” demiş. Bunun üzerine içime bir kurt düştü. Sinirli oldum. Kendisinden korkmaya başladım. Dün sabah bavuluma eşyamı doldurup oteli terk etmeye karar verdim. Bu niyetle merdivenleri inerken karşıma çıktı, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Elbet yatacak bir otel odası bulur, başımı sokarım. Ben artık senin yanında kalmaya korkuyorum, gideceğim!” “Bir yere gidemezsin. Şuradan şuraya bir adım atamazsın. Bitin kanlandı da çekip gidiyor musun? Hem bavulunu göster bakayım. Belki de müşterilerin eşyasını çaldın” diye başladı. Ağzına geleni söylüyordu. Namusuma taalluk eden birtakım kötü sözler… Üzerime sandalye ile hücum etti. Polisler geldi. Karakola götürdüler. Zabıtlar tutuldu. Evvela o imza etti. Tam ben imza atarken, “Yanıyorsun Ahmet!” diye bağırdılar. Fakat imza etmekle yanmak arasında bir münasebet göremedim. Paltomdan keskin bir koku ile bir dumandır çıktığını görünce işi kavradım. Hemen paltomu çıkarıp attım. Paltomun arkasından bir karış yer yanmış, söndürdüler. Meğer paltoma kezzap dökmüş. Bana hakaret ettiği için davacıyım efendim. Hâkim: — Bak o da senden şikâyetçi, onu dövmüşsün? Ahmet: — Dövmedim efendim. Ahmet konuşurken, Fethiye ara sıra sözünü kesmek ister gibi atılıyor, fakat hâkimin ciddi bakışları karşısında yine süt dökmüş kedi gibi siniyor, sonra tekrar alevleniyordu. Hâkimin şiddetli bir ihtarı üzerine artık söze karışmadı ama, bir tiyatro aktrisi mimikleriyle, bazan işitilebilir bir sesle, “Allah Allah!” demekten geri kalmıyordu. İşte Ahmet’in sorgusu bu hava içinde bitti. Sıra Fethiye’ye gelmişti. Fethiye: — Garsondu, dedi. Bizim otelde yatıp kalkardı. Allahın emri ile beni istedi. Eh Allah emridir, dedim. Kendisine vardım. Beş senedir evliyiz. Ben kocamı severim. Kavga ettiğimiz sabahın gecesi onu pencere kenarında cıgara içer buldum. “Bana bir şey oldu,” dedi. “Rüyamda fena şeyler görüyorum. Denizlere mi düşmüyorum, bulutlara mı çıkmıyorum. Bir şeyler oluyor bana. Cinnet getireceğim.” O sabah baktım bavulunu almış gidiyor. “Ne o beyefendi,” dedim. “Müşteri gibi nerelere gidiyorsun?” “Gideceğim, artık senin yanında oturamam!” cevabını verdi. “Ne kötülük gördün benden kocacığım,” dedim. Bunu söyler söylemez kafama bir yumruk vurdu, sandalyeyi kapınca üzerime hücum etti. Sövdü, saydı. Ayırdılar. — Bak, ona sen de fena fena sözler söylemişsin? — Ben kocamı severim. Öyle isnatlarda bulunmam. Sonra karakola gittik. Karakolda paltosunun cebinde otomobilin bazı yerlerini silmek için yanında gezdirdiği kezzap şişesini gördüm. Birkaç defa da, “Sana bunu dökerim” diye beni tehdit etmişti. Polislere, bakın, diye göstermek üzere şişeyi cebinden aldım. O da eğilmiş imza atıyordu. Kalkarken çarptı, sırtına döküldü. Hâkim: — Burasını çok güzel tevil ettim. Peki şişe kapalı değil miydi? — Kapalıydı ama efendim, kocam hızlı çarptı, tıpası fırladı. Hem efendim onun bütün elbiselerini ben kendi paramla yaptım. Tam beş kat elbisesi var. Kendi yaptırdığım elbiseyi ben ne diye yakayım? Evet efendim davacıyım, bana hakaret etti, dövdü. Şahit Avni, otelin karşısındaki dükkânda çıraktır. İçerde, “Adam bıçaklanıyor. Koşun, polise haber verin” diye bir kadın sesi duyduğunu, polise koştuğunu, hep beraber karakola gittiklerini, karakolda, Ahmet’in üstüne kezzap döküldüğünü, fakat dökeni görmediğini söyledi. Sıra şahit Celal Dağlı’ya gelmişti. Bu kısa boylu, on yedi yaşlarında, gayet sıhhatli bir gençti. — Ben o otelde misafirim, diye söze başladı. Erkek kadına hiçbir şey demedi. Kadın ağzına geleni söyledi. Erkeğin elindeki bavula yapıştı. Bir yandan, “Nereye gidiyorsun? Seni ben beş senedir besliyorum. Şu elbiselerini bile ben yaptım. Seni hiç bırakır mıyım?” diyor, bir yandan da sövüp duruyordu. Bir aralık sandalyeyi kaptığı gibi Ahmet’in üzerine yürüdü. O da sandalyeyi elinden alıp iki tokat aşketti. Ben araya girdim. Polisler geldi. Karakola gittik. Karakolda da bu Fethiye Hanım kendi cebinden kezzap şişesini çıkarıp Ahmet’in paltosuna döktü. Şişeyi de sobaya attı, dedi. Fethiye: — Bu şahit, kocamın arkadaşıdır, diye itiraz etti. Şahit: — Hayır efendim, oraya geleli ancak üç gün oldu, dedi. Ahmet’e soruldu. Ahmet şahidin arkadaşı olmadığını ve doğru söylediğini bildirdi. Fethiye’nin kocasına hakaret ettiği sabit olduğundan üç gün hapsine ve bir lira para cezası ödemesine, Ahmet’in de sabit olan dövme suçundan 25 lira para cezasına, dövdüğü kendi karısı olduğu için bu cezanın artırılarak 29 lira 30 kuruş ödemesine, fakat kadın tarafından şiddetli tahrik edildiği anlaşılmasıyla bu cezanın 9 lira 70 kuruş olmasına karar verildi. İşte size bir duruşmada bitiveren bir dava ve bir aile hayatında olmaması lazım gelen, fakat her gün olagelen vakalardan biri…
Haber, 7 Mayıs 1942