Hikaye Örnekleri

Bilmem Neden Böyle Yapıyorum?-Sait Faik Abasıyanık

BİLMEM NEDEN BÖYLE YAPIYORUM?

Kalabalık bir caddenin oldukça sevimsiz bir kahvesine akşamları çıkıyor, camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum. Saatlerce gelip geçenleri seyrediyorum. Sıkılmıyor muyum? Aksine; müthiş eğleniyorum. İnsanların yüzüne, halü etvarına bakıp hikayeler mi düzüyorum? Ne münasebet! O halde nasıl eğlenebiliyorsun? Nasıl mı eğleniyorum: Ölümü düşünüyorum, ihtiyarlığı düşünüyorum, yeni harpleri düşünüyorum … Aklıma ne kadar kötü şeyler hücum ederse o kadar eğleniyorum.

İnsanların hepsi kötüdür. Yaşamak boştur. Sevmek aptallıktır … Şudur, budur. Peki, bunlarla nasıl eğlenilir? Düşünün bakın. Her şeyin kolayını bulacaksınız. Ben en zorunu buldum: Ölüme çareyi! Ölmeyecekmiş gibi düşünüyorum, oluyor. Bir tecrübe edin.

Demek ki bütün bu kötü düşüncelerden sonra taptaze, kahkahalı, mesut bir dünyaya varıyorsun. Demek yalnız hareket noktanda bedbinsin. Öyle ise mesele yok. Sen yine o eski adamsın. Kaygısız, şensin … Hayır! Kötüden iyiye doğru seyahatimin sonunda kahveyi bırakıyor, yine ölümler, harpler, pahalılıklar, istikbal kaygıları ile sokaklardayımdır, üzülmeyin!

Ben tam kahveden çıkarken bir ihtiyar içeri girer. Zayıf mı zayıftır. Sakalım her gün bu minval üzere tutabilmek bir nevi tıraş olmak, o zahmete bir başka şekilde katlanmak değil midir? Hep aynı sakal. Nasıl yapıyor, nasıl ediyor da bu sakal büyümüyor, bir kararda kalıyor? Hayret edilecek şey!

Gözleri, kırçıl sakalının içinden simsiyah, canlı, bakarlar. Kirpikleri kudretten sürmelidir. Ben ona, Türkiye haritası içinde, doğum yeri olarak Van şehrini seçtim. Oralı mıdır, değil midir, beni zerre kadar ilgilendirmez. İstanbullu ise, değil de Balıkesirli ise: “Yanlış beybaba, unutmuşsun. Sen Balıkesirli olamazsın. Sen Vanlısın. Bırak şu yalanı! Van fena mı? Beğenmiyor musun? Benim hayalimdeki Van Gölü’nü bir bilsen … Karlı dağlarla çevrilmiştir. Sularına geceler indiği zaman ıssız kıyılarda kanatlı atlarıyla vahşi süvariler belirir. Sularında çamaşırlar yıkayan duru beyaz, ak akça, kara gözlü kızları vardır. İçilemeyen suları gibidir her şeyi. Tadına ancak seyirle varılır. İsmini bilmediğim bir rüzgar, geceleri bile kıyıları pırıl pırıl eden dalgacıklar yaratır. Van Gölü’nün martıları bağırdıkları zaman kadınlar hep erkek doğurur, kısraklar yavrular, inekler buzağılar. İnsanlar ancak Van Gölü durulduğu zaman ölebilir. Yalan söylüyorsun ihtiyar, sen Vanlısın. Tespihinden belli. Kehribar tespihinin şakırtısından anlıyorum. Neden Balıkesirliyim, diyorsun? Vanlısın yahu! Vanlısın sen!”

Kahvenin camı kenarındaki masaya oturur, gümüş çerçeveli gözlüğünü takar, gazete okurdu. O, kahveye girerken ben çıkardım, demiştim. Öyle olurdu ama, ben, onu kavuniçi kadife kaplı fakfon gözlük mahfazasını masasının önüne koymuş, gözlükler gözünde gazete okurken yine görürdüm. Çünkü kahvenin önünden dört beş kere daha geçer, akşam piyasamı yapardım.

Yaşı elli ile seksen arasında idi. Elli derse inanırdınız ama çok çökmüş, vaktinden evvel ihtiyarlamış derdiniz. Seksen derse, maşallah! Hiç de göstermiyorsunuz, deyip şaşar gibi yapmaktan başka çare yoktur. Kimdir, nedir, Van’ dan ne zaman gelmiş, ne iş yapar? Bu suallerin cevabını veremeyeceğim. Ama muhakkak bekar. Bir han odasında oturuyor, burada Vanlıların ufak tefek işlerini görüyor olmalı. Ona hiçbir iş konduramadım. Komisyoncu dedim, tüccar dedim, hamal kahyası dedim, eski bir hamal dedim, gece bekçisi dedim, şu dedim bu dedim, hiçbirisi tıpatıp uymadı. Sonunda bir iş buldum ona. Baktım, iyi bir terzi elinden çıkmış elbise gibi oturuverdi. Bu bir eski mutasarrıftı.

Oturduğu sandalyenin kenarına tespihini asıp, öteki elini de masaya dayadığı zaman okuduğu haberin ne olabileceğini her zaman merak ettim.

Onun kahveye gelmesi ile benim kalkıp gitmem bir ara o kadar birbirine denk gelmeye başladı ki bu işe hem şaştım, hem sinirlendim. Sonra artık o, kapıdan girmeden evvel çıkıp gitmemeye başladım. O görünür, oturur, gözlüğünü çıkarır ben çıkardım.

Bir akşam işim çıktı. Kahveye mutattan pek sonra gelebildim. İhtiyar gelmiş oturmuştu. Arkasındaki masaya da ben çöktüm. Vakit oldukça geçti. Kahvede hemen kimseler yoktu. İhtiyar gazetesini çoktan bitirmiş, sokağı seyre dalmıştı.

Ben de öyle yaptım. Bir cıgara yaktı. Ben de yaktım. Sonra o tespihini, kehribar tespihini çıkardı. Şakır şakır çekmeye başladı. Tespihim olsa derhal ben de çıkarır çekerdim. Olmadığı için yapamadım. Yapamadığıma bayağı canım sıkıldı. O sokağı seyrediyor, ben onu seyrediyordum; üzgün bir hali vardı. Bu üzüntü ölüm gibi, aşk gibi şeylerin yapacağı üzüntü değildi. Bu üzüntünün neden gelebileceğini düşündüm. Biraz sonra öğreneceğimiz gibi bu devrin para sıkıntısı olduğunu keşfettim. Para sıkıntısının yüze, hale, renge neler kattığını sanki biliyormuşum. Belki de bilmiyorum da bu bir tesadüftür. İhtiyarın bir para sıkıntısı içinde olduğunu o söylemeden ben keşfetmiştim. Bir ara ihtiyarı unutup sokağa daldım. O bir gölge gibi kalkıp gittiği zaman farkında olmadım desem pek yalan söylememiş olurum.

Ertesi gün mutat saatimde kahveye gittiğim zaman garip bir şey gördüm. İhtiyar mutattan iki buçuk saat evvel orada idi. Yine arkasına oturdum. Birden gülümseyerek yüzüme baktı.

– Dün akşam, dedi, tespihimi şuraya asmıştım … Kayboldu.

Yüzü karmakarışıktı. Ümitle, dertle dolu idi. Heyecanlı idi. Rengi aslında sarı, yüzü bembeyazdı. Beş milimetrelik sakalı titriyor gibi idi.

– Vah vah, dedim, yazık.

– Dün satmak üzere bedestene götürmüştüm. Yetmiş lira verdiler vermedim. Seksen istedim. Keşke verseydim, dedi.

– Kıymetli bir şeymiş demek?

– Tabii. Kehribardı. Hem de en temiz cinsinden; balgami!

– Evet, güzel bir şeye benziyordu.

– Siz de gördünüz dün akşam herhalde elimde, dedi.

– Vallahi pek dikkat etmedim.

Yüzü birdenbire değişti. Bakışlarına bir düşman ışığı çöktü.

– Polise gideceğim, dedi.

– İyi yaparsınız, dedim.

Bir an “Sen aldın. İyi biliyorum, n’olur, çıkar ver” der gibi, hatta diyecekmiş gibi baktı. Hiç istifimi bozmadım.

Yüzü yine değişti.

– Ah bir bulsam çalanı, dedi.

– Zor iş! dedim.

Yüzüme bakmadan dudaklarını ısırdı.

***

Üst üste her akşam erken saatlerde kahveye gelmeye başladı. Bana selam vermeden, beni görmüyormuş gibi yerine oturuyordu. Tespihini benim çaldığıma emin bir halle hiç bana bakmadan bembeyaz, hırslı, gazetesini okuyordu. Ben çıkıp giderken arkamdan baktığını, birkaç defa mahsustan masada unuttuğum cıgara paketimi almak bahanesiyle döndüğüm zaman, yakaladım.

Geçen akşam yine aynı şekilde oturmuştuk. O gazetesini okuyor, ben bir şeyler çiziktiriyordum. Birdenbire kahvenin kenarlarını süsleyen aynaya gözüm ilişti. Bana aynadan da bakmıyordu evet, fakat onun oturuşunda beni itham eden bir şey, en garibi benim oturuşumda bu işi yapmış da hiç istifini bozmayan bir pek pişkin hırsız hali buldum. O zaman kendime aynadan gayrı da dikkat ettim. Evet, onun tespihini ben aşırmış gibi idim. Hani bazı çocuklar ısrarla bir fena hareketi yapmadıklarını iddia ederler. Hakikaten de yapmamışlardır. Ama yapmış gibi bir halleri de vardır. Yapmamış insanların tabiiliğini bir türlü alamazlar. İşte ben o çocuklardan biri gibi idim.

İhtiyarla aramızdaki bu garip hal günlerden beri devam ediyor. Geçen akşam, bir arkadaşımın, deniz hayvanı kabuklarından yapılmış tespihi bende kalmıştı. Kahvenin önünden bu tespih elimde geçmiştim. içeriye pek alıcı gözle bakmamıştım. İlerideki durak yerinde tramvaya binecektim. Birdenbire ihtiyar yanımda bitiverdi. Karanlıkta tespihimi seçememiş olacaktı. Elime dikkatle baktığını göz ucuyla gördüm. Yüzüne bakmadım bile. Deniz hayvanlarının kabuklarını şıkırdattım. Nasıl öfke ile uzaklaştığını bir görseydiniz … Dönerken arkasındaki kamburu bana: “Şimdi de alay ediyorsun ha! Alçak herif!” diyordu.

İşin en kötüsü, bugünlerde kahveye seyrek uğramakla kalmıyor; onun oturduğu saatlerde camın önünden geçiyor, cebime bir şeyler saklıyor gibi yapıyorum. Bazen de dudağımın kenarına bir tebessüm, bir ıslık konduruyorum. Olmazsa yine cebime bir şeyler saklar gibi yapıyorum. Bir an içinden “Acaba polise gidip haber versem mi?” geçiyor. Ama hemen cayıyor: “İtoğlu it! Mahsus böyle yapıyor. Hiç tespih şimdi cebinde olsa böyle yapar mı? Hem o züğürt, kehribarımı çoktan okutmuştur. Haram olsun!” diyor. Ben fena bir adamım. Ben çalmayan hırsızım.

Zavallı ihtiyara hem acıyorum. Hem de gözünün içine, tespihini ben çalmışım da hiç utanmazmışım gibi bakıyorum. Çok fena bir hareket biliyorum. Biliyorum ama elimde değil. Bende bu hali uyandıran odur. Bütün bunlardan sonra yaptıklarıma pişman olsam biraz olsun üzülsem ya, hayır! .. Kahveyi geçtikten sonra için için, bazen başımı iki tarafa sallayarak açıktan açığa, bir gören olsa deli midir, nedir diyecek şekilde gülmeme ne dersiniz?

SAİT FAİK ABASIYANIK

Aile, (8), Kış 1949

Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap