Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki tenha, bayır ve yarı boş köylerinden birinde hırçın bir kış akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgâr öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırılsıklam ediyordu ki, yokuşlardan mütemadiyen seller akıyor ve oluklardan mütemadiyen sular boşanıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı.
Harap yalılar, şişmiş ve çürümüş cesetler gibi suların keyfine uymuş aşağıda sahile vura vura, cansız ve çürük, kımıldanır görünürken yukarıda, tepedeki kara ve ufak evler, kargalar gibi simsiyah, sanki bu naaşların üzerine inecek zamanı gözlüyorlar ve kayalara konarak, havanın pusu içinde kabarmış, hareketsiz bekleşiyorlardı. Gökte rüzgârın, aşağıda denizin çalkaladığı ve yükseklerde tepelerin indirdiği bu su bolluğu, bu rutubet içinde köy, gecenin ıslak abasını başına çekerek şu yalçın kaya dibinde bir serseri gibi çömelip kayıtsız uykuya varmıştı; ne ses, ne aydınlık vardı.
Birden, havada karanlığı bir ustura gibi acısız ve belirsiz yaran bir beyaz şimşek parladı, rüzgârın ıslaklığı içinde dumandan bir kol, bir ışıklı sis sütunu, keramet gösteren nurdan bir asâ gibi uzandı; derhal köyün bir parçasında, içinde, pelte gibi bir çeker parlaklığı ve tutkal yapışkanlığı sezilen tatlı, cilâlı bir güneş açtı; sonra yine karanlık çöktü: Son vapur, elinde aydınlık sopasıyla yolunu arayarak ve bununla karanlıkları kakarak geliyordu. Düdük, yaş gök ve ıslak hava içinde çürük bir tülbendin yırtılışı gibi akissiz, şevksiz bir hırıltı gibi dağlarda bunaldı.
İskeleye ancak dört yolcu çıkmıştı. Bunlar bir müddet aynı sokakta yürüdükten sonra yan yollara saptılar, gözden kayboldular.
Hayrullah Efendi her akşamki gibi, bayırına tek başına tırmanmağa başladı. Aklı İnebolu’ya gönderdiği kereste kayıklarıyla motorunda idi. Bu fırtınanın kendisine zararlı olabileceğini düşünerek endişe ediyordu, canı sıkılmış bir hâlde, etrafından habersiz, başı muşambasının kukuletasına gömülü, elindeki elektrik fenerini yoluna aksettire ettire, ağır ağır çıkıyordu.
Tam fıstığın altına, dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığı ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı, ilerleyeyim dedi kımıldayamadı; mütevekkil ve âciz, durmağa mecbur oldu, bekledi. Rüzgârın uğultusu içinde bozuk bir ses:
— Cüzdanını! diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle pür helecan:
— Aman, dedi, peki, vereyim!
Fakat gırtlağı hâlâ o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı. Hemen serbest kalmak ve uzaklaşmak istiyordu. Cüzdanda altı tane yüzlük ve birçok da beşlik banknotlar vardı. Yedi yüz liradan fazla idi. Fakat canından iyi miydi? Sağlık olsun, yine kazanırdı, tek hayatına ilişmesin de…
Hırsız, karanlığın içinde telâşla, cüzdanı açtı. Hayrullah Efendi’nin elinden elektrik lâmbasını kapıp bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kâğıtların üzerindeki yüz rakamı bu kesin ışık altında daha cazibeli ve daha manâlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu. Herif, vahşî sesiyle:
— Kımıldarsan vururum! dedi. Eli bir müddet, kâğıtların üzerinde örümcek gibi korkunç, kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendi’ye uzattı. Şimdi ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan, kaçmaya başlamıştı.
Hayrullah efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, mütecessis bir adamdı. Şu acemi ve acayip hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak arzusuna karşı koyamadı, ferah koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnuniyetin verdiği bir cesaret ve şevkle kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye çalışıyordu.
Aşağı inmişti, birden aydınlık bir pencere altında ötekinin hızlı hızlı çarşıya doğru gittiğini gördü, takip edildiğinin farkında değildi; artık koşmuyor ve telâş göstermiyordu. O önde, bu arkada çamurlu ve selli sokakları döndüler, döndüler, nihayet iki açık bakkal dükkânıyla bir kahvenin şevklendirdiği aydınlık bir meydanlığa, köyün ufacık çarşısına geldiler.
Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi.
Hayrullah Efendi, duvar dibinden sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından içerisine göz attı. Herif atkısının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, tıraşı uzun, zayıf perişan bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu. Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca bir lokmayı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kâh zeytin çanağını, kâh sucuk
halkasını göstere göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi yüreğinin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi.
Müsterih gibi telâşsız uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi lüzumsuz buldu, dükkâna girdi:
— Bu çıkan adam kimdir? diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı. Kim bilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her teşebbüsü, her müracaatı ümitsiz, eli böğründe kalıp bu taarruza karar vermişti…
Zira mütareke senelerinde bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten kadit hâlinde dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice ihtiyat zabitleri vardı ki ne maaş alabiliyor ne iş bulabiliyordu. Senelerce tahassürünü çekerek yaşadıkları hudutlardan evlerine dönünce açlıktan ve sefaletten bir nebze saadet ve rahata kavuşamamışlardı. Bu bir devir idi ki, yalnız askerî bir felâkete inhisar etmiyordu; içtimaî cihetten de dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan nesli, mecalsiz babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla bilhassa bozulan bir ahlâk ile kavruk, yatkın, çürük kalmıştı.
Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada kârına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört sene, göğsünü; o işin rahatça görülmesine, tâ uzaktan, harp meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir hisse, bir hak idi.
Hayrullah Efendi, ertesi gün bir kayık erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam avdetinde anlatıyordu:
— Kapıyı bir kadın açtı, “Olamaz, bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!” diyordu. O sırada kocası geldi, “Kim gönderdi?” diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, ısrar etmedi, başını öte yana çevirdi, pek iyi göremedim amma galiba ağlıyordu!