“Vak’a Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçmişti”
– Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet? Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,
Ameliyata çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi? Dedim “Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.”
O zamandan beridir za’fi terakki ediyor;
Görünen: bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Oluyormuş biraz dindiği
– Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu
Bana ihtara ne hacet, a beyim. Simdi bunu?
Maamafih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat’ i verelim, etmeye gelmez acele.
– Çağırın hastayı gelsin.
– Kapının perdesini,
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk.. Lakin o bir levha idi..!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedi,
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri.
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlarla beraber çıkmış,
Bet-beniz kül gibi olmuş uçarak nur-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bitâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa yük gibi kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
– Otur oğlum seni dikkatlice bir dinleyelim …
Soyun evvelce, fakat …
– Siz soyunuz yok halim!
Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykeli uryân-i sefalet meydan
Yok bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti:
“Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki.” diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştım biraz dinlemeye:
Öksür Oğlum … Nefes al…Oldu, giyin;
Bakayım nabzına… A’ la… Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, O, keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git, kendine iyi bak…
– Nasıl ettin doktor?
– Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!
Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabiisini almış yürümüş.
Devri salisteki asarı o mel’un marazin Var tamamıyle, değil hiçbir eksik arazin.
Bütün a’raz, sehikiyle, zefiriyle…
– Yeter!
Hastanın çehresi meydan da! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey.. O değil, lakin biz
Bunu ‘ Tebdil-i hava ‘ derde nasıl göndeririz?
Surda üç-beş günü var.. Gönderelim Yolda ölür….
“Git!” demek, hem, düşünürsek ne büyük bir zuldür!
Hadi göndermeyelim.. Var mı fakat imkanı?
Kime dert anlatırız? Bulsan a derdi anlayanı!
– Sözünüz doğru, Müdür bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, pek pek,
Daha bir hafta yasar, sonra sirayet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma’zur.
– Bir mübaşir çağırın.
– Buyrun efendim.
– Bana bak:
Hastanın gitmesi herhalde muvafık olacak.
“Sana tebdil-i hava tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın..’ diye bir fikrini sor.
“İstemem!” de o fakat dinleme, iknaa çalış;
Kim bilir, belki de biçare çocuk anlamamış?
– Şimdi tebdil-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın halime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden.
‘ Öleceksin! ‘ diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum nerde gider yer bulurum?
Etmeyin sokaklarda perişan olurum!
Anam ölmüş babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Sanki atideki mevhum refahım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar, içinden çekecek!
Kardeşim kurduğun amali devirmekte ölüm;
Beni göm hurfe-i nisyana, ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlıyayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz; mağdurum!
O kadar sa’y-i beliğin bu sefalet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim,
Ben bu müstakbele mazimi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, Yarabbi,
Koğuyorlar beni bir sail-i avere gibi!
– Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
” İstemem yollamayın ” dersen eğer, kal, yalnız..
Hastasın..
– Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak!
– Yok canim, öyle değil…
– Öyle ya herkes ahmak,
Bırakırlar mi, eğer gitmemiş olsam acaba?
Doğrudur gitmeliyim.. Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refikin koluna
Dayanıp çıktı o biçare, sefalet yoluna.
Atarak arkaya bir lemba-i lebriz-i elem, Onu teb’id edecek paytona yaklaştı “Verem!”
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i matem dökerek gözlerini;
– Çekiver doğruca istasyona ….
– Yok, yok, beni ta,
Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; guraba,
– Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada –
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!
Mehmet Akif Ersoy
AÇIKLAMA:
Bu manzume, aruz ölçüsünün feilâtün/feilâtün/feilâtün/feilün kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevi nazım biçiminde olduğu gibi kafiyelenmiştir.
Bu şiir, hasta öğrenciyi revir doktoruna getiren okul müdürünün konuşmasıyla başlıyor. Müdür çocuğun durumunun ne kadar kötü olduğunu, tanık olduğu bir iki durumu belirterek anlatır. Doktor da durumun farkındadır. Hasta ümitsizliğe kapılmasın diye bir kez daha muayeneye karar verilir ve içeriye çağrılır. Burada söz anlatıcıya geçer. Çocuğun hâli detaylarıyla betimlenir. Bu betimleme daha çok hastanın başıyla ilgilidir. Gözleri, yanaklar, başın omuz üzerindeki duruşu betimlenir. Hasta ile doktor arasındaki kısa bir konuşmadan sonra anlatıcı doktorun düşüncelerini de yansıtarak muayeneyi aktarır. Çocuğun son günlerini yaşadığını bilen, okulda ölmesinin uygun olmayacağını düşünen müdür ve doktor, onu evine gitmesi için ikna etmeye karar verirler. İkna işi bir mubassıra verilir. Çocuk veremli olduğunun farkındadır, hava değişimi ve dinlenme gerekçesiyle evine gitme teklifinin kendisi için kovulmak anlamına geldiğini söyler. Bunun çocuk tarafından niçin kovulmakla bir tutulduğunu şiirin sonraki kısmında okuyucu öğrenir. Çocuğun anne ve babası yoktur. Yatılı olarak okuduğu bu okuldan bir meslek kazanarak çıkma amacındadır. Bu mecburiyet ile aşırı çalışması onun vereme yakalanmasında etkili olmuştur. Bu, hem kendisi hem de kardeşinin kurtuluşunu sağlayacaktır. Gidecek hiçbir yeri olmadığı halde gitmekten başka çaresi olmadığını anlayınca ölmek için bir şilte bulurlar. Sitem ve küskünlüğüyle kimsesizler evi olan Gureba’ya sığınmaya karar verir.
Mithat Cemal, bizzat tanık olduğu için iyi bildiği bu olay karşısında elinden bir şey gelmeyen Akif’in çok üzüldüğünü ve ağladığını nakleder.