KAZLAR
Dudu, elinde mektupla hızlı hızlı öğretmenin evine gitti:
-Şunu okur musunuz?- dedi, -Seyit’ten geliyor!-
Köyde bekarlıktan canı çıkan öğretmen, Dudu’nun çenesinin altından doğru görünen göğsüne yandan bir göz attı. Kadının esmer teninde elbiselerinin hafifçe gölgelediği bir yol, öğretmeni bir iki kere yutkundurdu. Sonra elini uzatarak: -Ver bakalım- dedi.
Dudu’nun kocası üç sene evvel düğün yerinde birisini vurmuş, on sene yemişti. Gerçi ölene kurşun atanlar sekiz kişiydi ve rastlayan kurşunun kimin silahından çıktığı belli değildi, fakat Seyit’le arkadaşı Durmuş’tan gayrısı kazadaki müstantiğe (sorgu yargıcı) para yedirip men’i muhakeme (yargılamayı önleme) kararı almışlardı. Vilayet ağır cezası da bu ikisine onar seneyi dayamıştı. Öğretmen mektubu okudu:
Evvela selam edip karısının hatırı şerifini sual ettikten sonra, kendisinin pek o kadar iyi olmadığından, koğuştaki yerinin pisliğinden ve bitten şikayet ediyor, Dudu gelirken bir iki kaz getirirse başgardiyanla müdüre vererek yerini değiştirteceğini, koğuşun baş taraflarında, biti az, temizce bir yere geçeceğini söylüyordu.
Dudu mektubu öğretmenin elinden çekip aldı. Koynuna iyice yerleşti. Bu esnada öğretmen Dudu’nun göğsündeki gölgeli yolu biraz daha aşağılara kadar takip etmek imkanını buldu.
Dudu okulun kenarındaki gübrelikte yuvarlanan oğlu Hüsnü’yü elinden tutarak düşünceli düşünceli evine döndü; ne yapacağını bilmiyordu.
Topu topu bir kazı vardı; onun da yumurtalarını bakkal İlyas Efendi’ye bağlamıştı. Kaz her gün yumurtlarsa, geçenlerde Hüsnü’ye içlik yapmak için aldığı bezin parasını bir ayda ödeyecekti. Şimdi kazı şehre iletirse İlyas Efendi evinde yorgan döşek koymaz, alır götürürdü.
Hem sonra bir kaz… Halbuki Seyit iki tane istiyordu…
Eltisinin evine gitti; bu, Seyit’in ağasının karısıydı. Kocasını daha on beş gün kadar evvel maktulün akrabaları avda vurmuşlardı. Dudu Seyit’e götürmek için bir kaz isteyince yeni dul bağırdı:
-Git şuradan, git! O Seyit olacak gidinin yüzünden kocamı elimden aldılar. Damlarda sürünsün de çıkamasın inşallah…- Ve ağlamaya başladı.
Dudu kapıdan döndü ve korkusundan başka akrabalarına gidemedi… Gece gözünü kapayamadı. Evde dört yaşındaki oğlundan başka kimsesi yoktu. Bu gece korkuyordu. Seyit’in düşmanları kocasına yardım etmemesi için onu mütemadiyen tehdit ediyorlardı. Seyit’in ağasını bile, kardeşine ara sıra yardım ettiği için vurmuşlardı. Köyde kime gitse kovulacaktı.
Halbuki Seyit iki tane kaz istiyordu. Hem de kendisi için değil.
Yavaşça yataktan kalktı, avluya indi. Kümesten kazı yakalayarak ayaklarını bağladı. Kaz bağırmaya başladı. Komşu bahçedeki çitin arkasından başka kazlar cevap verdiler.
Dudu biraz düşündü. Sonra çitin bozuk yerine doğru yürüdü. Öteki bahçeye geçti. Birbirlerini itip kakalayarak köşeye sinmeye çalışan kazlardan bir tanesini yakaladı.
Köpek, tanıdığı için sesini çıkarmıyordu.
Dudu, Hüsnü’yü sırtına bağladı. Kazları ayaklarından tutarak bir eline aldı. Öteki eline de bir torba bulgur yüklendi.
Hüsnü’nün eline de ufak bir çömlekle pekmez verdi. Ara sıra ayağı taşa çarpınca pekmezler arkasına dökülüyordu.
Gecenin serinliğinde şehre doğru yürümeye başladı.
Şehirle köyün arası yayan dokuz saatti.
..
Seyit aşağı yukarı üç aydan beri hastaydı, hapishane doktoru hastanede yatmasına lüzum gösteriyor, birkaç gün yatıyor, daha ağır bir hasta gelince taburcu ediliyordu.
En nihayet hiç kabul etmeyiverdiler:
Tedavisi kabul olmayacak kadar ilerlemiş olan veremleri hastaneler kabul etmiyorlardı. Nizamnameleri (yönetmelikleri) böyleydi.
Böyle hastaların cezalarının tecili ve tahliyeleri icap ederdi. Fakat Seyit, hastalığının ne olduğunu bilmiyordu.
Hapishanelerin bu gibi dalaverelerini bilen açıkgöz ve pişkin mahpusların da onunla meşgul oldukları yoktu. Çünkü çok fakirdi.
Evrakı ve raporları müddeiumumilik (savcılık) kaleminde duruyor, takip eden olmadığı için sıra bekliyordu.
Koğuşun en fena tarafında, aptesliğin yanında yatıyordu. Hem de yarı aç.
Hasta olduğu için çalışamıyor, kimseye hizmet edemiyor, su falan taşıyamıyor ve bir tayınla kalıyordu.
Bu bir tayını da üç günde yiyor, kalan ikisini satarak katık yapmak istiyordu.
Ve bütün gün, hiç kalkmadan yatardı.
Biraz ilerideki pencereden bir avuç kadar gökyüzü görünürdü: Masmavi…
Gözlerini oraya diker, hiç konuşmadan beklerdi.
Köye mektup yazdırdıktan sonra uzun müddet yollayamadı. Çift sürme zamanıdır, işler yarım kalır diye tereddüt ediyordu.
Daha fazla bekleyemeyeceğini anlayınca, iki bükülü mektubu kuşağının arasından aldı. Görüşme gününde nizamiye kapısına giden bir mahpusa:
-Şunu bizim gelip giden köylülerden birine ver!- dedi.
Ve daha sabırsızlıkla beklemeye başladı.
Mektubu götürecek olan köylünün bir sürü mahkemeleri vardı, on gün kadar şehirde kaldı; ve Seyit hep bekledi.
Gözleri, avuç içi kadar mavi göğe dikilmiş, yattı. Yalnız akşamüzerleri, yattığı yerde biraz kuru tayınla biraz pekmez yiyor, sonra uyumaya çalışıyordu.
Dudu gelirse nasıl kalkıp kapıya gideceğini düşünüyor, -sürüne sürüne bile olsa gene giderim!- diyordu.
Evlendikten bir ay sonra askere gitmiş, tezkere aldıktan yirmi gün sonra hapsedilmişti. Ve Dudu’ya hiç doymamış gibiydi. O da nedense hala gelmiyordu.
Artık bekleyemeyecekti galiba.
Dudu hapishaneye geldi. Kapının önü tenhaydı. Sokulduğu zaman candarma itti ve -geri git!- diye bağırdı.
Kapıda duran gardiyan, kazları ve torbayı görünce onu çağırmak için elini kaldırdı. Fakat tam bu sırada birkaç hapis bir sedye çıkardıkları için o tarafa gitti.
Hapishane katibi: -Musallaya götürün, ben kaydına işaret veririm!- diye bağırarak odasına giriyordu.
Başgardiyan da elindeki bir kağıdı gardiyanlara ve bazı mahkumlara imzalatıyordu. Bu, ölünün bir yorganı, bir bakır kabı ve bir çift eski kundurası kaldığına dair müzekkereydi.
Sedye kapıdan çıkarken gardiyan biraz ötede duran Dudu’ya sordu:
-Kimi istedin?-
-Opruklu Seyit’i.-
Gardiyan yüzünü buruşturdu. Eliyle, kapıdan biraz evvel çıkan ve bir gardiyanla hafif cezalı iki mahkum tarafından musalla camiine götürülen sedyeyi göstermek üzereyken, gözleri tekrar kazlara ve torbaya ilişti.
Elini uzattı:
-İçerde ama, bugün görüşme günü değil. Ver onları da sen haftaya gel!-
Torbayı, kazları, pekmez çömleğini aldı, duvarın kenarına koydu; hala daha kapının dibinde oturan Dudu’ya:
-Haftaya gel, dedik ya… Biz bunları kendisine veririz. Hadi bakalım, bekleme!..- diye bağırdı.
Dudu şehirde bir hafta kalabilir mi hiç?
Hüsnü’yü kolundan tutup çekerek yürümeye başladı.
Çocuk dönüp dönüp arkaya bakıyor:
-Hani ya babam?.. Nerde ya babam?.- diye vızıldanıyordu.
Dudu çocuğu hızla bir çekti:
-Ne diye bağırırsın?- dedi, -Göstermediler işte!-
Sonra biraz yumuşadı:
-Harmanda geldiğimizde görürüz!..-
Köye döndüler.
..
Köye gelir gelmez Dudu’yu candarmalar yakaladı. Kaz çaldığı için kasabada muhakeme edildi ve üç aya mahkum oldu. Yalnız, cezasını kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına kadar, Seyit’in ölümünden haberi olmadı.
(Sabahattin Ali, 1933)