Yemeğe giderken, alışkanlıkla, kitapçının önünde durdum, kitaplara bakıyordum; bir yandan da «Ne yesem?» diye düşünüyordum. Canım sahan külbastısı istiyor. Bizim lokantalarımızda, aşçı dükkânlarında bulunmaz ki, ev ister. Yalnız evle de olmaz, bilen, anlayan, pişiren olmalı. Anam kadını nasıl aramazsın! O kadınlar gittiler, yerleri de boş kaldı. «Şimdi yıllarca bekleyeceksin ki, yeni yaşayışın evi kurulsun da, ev kadını da gelsin, eskilerin yerlerini tutabilsin!» diye dalgın dalgın düşünürken arkamdan adımın çağrıldığını duydum. Döndüm, gecen yıl Adana’da bizimle birlikte çalışanlardan bir arkadaş. Bir müfettiş. Sıraya durmuş, otobüs bekliyor. Ben dönüp bakınca :
— Hoş geldin yahu, diye seslendi.
Yanına sokuldum :
— Hoş bulduk; ama nereden geldim? diye sordum.
— Bilmem, dedi, ben seni çoktan görmedim de, burada yoksun sandım.
— Çoktandır buradayım, dedim.
— Güzel, dedi, nasılsın?
— İyiyim, dedim.
— Nereye gidiyorsun?
—. Yemeğe çıktım.
— Ev nerede?
— Ev yok, oteldeyim.
— öyleyse gel bize gidelim, dedi, yemeği yer döneriz.
Beni yemeğe çağıracağını sanmazdım. Elinden kurtulmak için :
— Lafa dalar geç kalırız, dedim, benim de işim var. Başka bir gün…
— Benim de işim var, dedi, hiç geç kalmayız. Sen sokul şuraya!
— Yok canım, sırayı mı bozalım, başka bir gün gideriz, dedim.
Elimi de uzattım, ayrılacaktım, elimi tuttu, bırakmadı. Döndü arkaya doğru uzanan kuyruğa baktı. Onu pek uzun bulmamış olmalıdır ki:
— Dur öyleyse ben çıkayım, dedi.
— Çıkma, geç kalırız…
Demeğe kalmadı, çıktı, beni de sürükledi, gittik, sıranın ucuna durduk.
Kendi kendime: «Ee, Mustafa, dedim, boş bulundun oğlum, hiç olmazsa, bir iki saat kavuk sallayacaksın.»
Dediğim gibi de oldu. Sıraya girip durunca ba¬na döndü;
— E, ne var ne yok bakalım, dedi.
— Ne olsun, iyilik, sağlık, dedim.
— İyilik, sağlık olsa da bir şeydir, dedi, bana sorarsan ne iyilik, ne de sağlık. Kargaşalık… Hastane yok, hekimlerin yanlarına yaklaşamazsın, ilaçlar karaborsada… Millî Korunma da adam arıyor… Bak artık iyiliğini, sağlığını anla!… Doğru değil mi? Yok değilse söyle. Konuşuyoruz! Yalnız bir sağlık değil ya, her işimiz karışık. Niçin mi diyorsun? Bilen, anlayan yok. Daha doğrusunu istiyor musun? Söz dinleyen yok. Bak geçen yıllar «Harp ekonomisi» dediler. Eh iyi. Gidişe baktım, yanlış yanlış efendiler, dedim, yarım iş olmaz. İğneden ipliğe kadar ne varsa alacaksınız. Sonra da herkese dağıtacaksınız. İşte bitti, gittiii… Bilmiyorsunuz güzel.. Anlıyorum. Herkes her işi bilmez. Ama bilenden sorar. Öğrendiğini de yapar. Bilenlere inanmıyorsun. Olabilir. Avrupa burnumuzun dibinde. Bakarsın onlara. Ne yapıyorlarsa sen de yaparsın. Bundan kolay ne var. Doğru değil mi? Bu bir misal. Aklıma geldi de söyledim. Her iş buna göre… Ne söylendi ise yapmadılar. Yapmadılar değil, kulak bile asmadılar. Şimdi sıkıntı var deyip kıvranıyorlar. Elbette var. Suç kimde?
Bu arkadaşta ıslahatçılık eskiden de vardı. Biraz artmış. İşin kötüsü, yüksek sesle konuşuyor. Dolayımızda olanlar da işitiyor, bize bakıyorlar. Ben de öyle, gözaltında kalmaktan sıkılıyorum. Yalnız bana söylese, dinleyeceğim, belki onun hoşuna gidecek sözler de söylemeğe katlanacağım, gülümseyeceğim. Bağır bağıra, konuşuyor. Ben böyle şeyden hoşlanmam. Bana yedireceği yemek, kokusu burnumda tüten sahan külbastısı olsa, çektirdiği bu sıkıntıya, bu birkaç saatlik dalkavukluğa değmez.
Bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da, bu arkadaşın, bu son yılda esen kara politika yeline paçasını kaptırmamış olmasına seviniyorum. Ya politikacılığa başlamış olsaydı!.. Bu kalıp, bu kıyafet, bu gür sesle: Demokratik bir idare… Hürriyet istiyoruz… Söz milletindir… diye gümbürdeseydi! (Saf adamdır, söylediklerine de inanır.) Benim duru¬mum nice olurdu!… Öyle ya, kötünün kötüsü var!
Bereket versin politikacı değil, yalnızca ıslahatçı. Seçimlerde bağımsız adaylığını koymağı bile düşünmüyor. Partileri de beğenmiyor.
— Bu ne zavallılık, diyor, biri birinden farkı olmayan iki parti… Ha? Değil mi? Yok değilse söyle. Ölmeden şu sandalyeye bir de ben oturayım partisi! Bununla Devlet murakabesi olur mu? Ama kime anlatacaksın? Hiç kimse işin farkında değil! Kargaşalık dedim ya…
Umuyordum ki otobüse girersek, yer dardır, sarsıntı da vardır, belki ayrı da düşeriz, bu adamın da ağzı biraz kapanır, ben de rahat ederim. Umduğum çıkmadı. Otobüste ayakta kaldık. Bu benim arkamda kalmış. Anlatıyor: Lakırdıyı nereden dolaştırmış ise cezaevlerinin üstüne getirmiş. Bu bilmem ne demiş de, dinlememişler, sonra da iş kötü olmuş!
Havuşbaşı’nda indik, hep cezaevlerini anlatırken birine rast geldi. Onunla konuşmağa başladı, ben yürüdüm. Köşe başında bana yetişti, yeniden partileri çekiştirmeğe başladı:
Bunlarınki particilik değil, bulanık suda balık avlamak. Değil mi? Sen böyle görmüyor musun?
Bana «Muhalifler çıktılar, seçim olacak» dediler; baktım, seçim ama ne seçim! Hükûmet darbesi! O ne laflar. Yahu, ele güne karşı… Bereket versin, millet kabadayı da, bozulmadı. Yoksa dönerdik Meksika’ya! Hepsinin başı da bizim bilgisizliğimiz. Söyleyince de darılırlar. Eh, biz de söylemiyoruz.
Sözün kısası; duraktan Havuzbaşı’na, Havuzbaşı’ndan da evine kadar, iki adımda bir durup söyledi, ders verdi, her işin aksayan yerini buldu, ilacını yazdı, akıl da öğretti, daha da öğretecekti, oturduğu apartman katının kapısına vardık.
— Kapının önüne, bir küçük çocuk çorabı düşmüştü. Aldı baktı. Bu bizim küçüklerin olacak, dedi.
Sonra kapının ziline bastı. Ses yok. Bir daha bastı. İçerden, korkmuş, belki de ağlamış bir çocuk sesi:
— Kim oo? diye sordu.
— Benim, aç!
Biraz durduktan sonra, gene o çocuk sesi, bu sefer kapının hemen arkasından, belki de yüzünü kapıya dayayarak:
— Siz misiniz, Beyefendi? diye sordu.
— Benim, aç!
— Açamam Beyefendi.
— Aç canım, açamam ne demek!
— Açamam Beyefendi, hanım kitledi gitti.
— Gitti mi? Nereye gitti?
— Bilmem Beyefendi.
Bana döndü :
— Gördün mü şimdi safayı? dedi.
Canı sıkıldı. Ne yapacağını bilemedi. Ben de ne diyeceğimi şaşırdım.
— Eh evdir… Olur, dedim.
Sanki işi hafifletmek istedim.
Yeniden içeri seslendi :
— Kız, dedi, yemek yemeden mi gittiler?
— Yediler efendim.
— Hanım benim için bir şey demedi mi?
— Demedi efendim.
— E, akşama yemek var mı?
— Bilmem efendim.
— Sen git tel dolaba bak bakayım.
Biraz sonra kızın sesi:
— Havuç var efendim.
Bana döndü:
— Kadın kısmı, belli olmaz ki, dedi, biraz sinirlidir de… Bakalım akşama gelirse anlarız.
İstemeyerek:
— Ya gelmezse? demişim.
— Gelmezse arayıp getirmeli, dedi, ne yapacaksın?
Sonra kıza seslenerek:
— Dilber, dedi, biz gidiyoruz. Ben akşama uğrarım.
Döndük. Arkadaşımın elinde çocuk çorabı, sokağa çıkınca :
— İşte, bu da bizim ev kadınımız, dedi, beğendin mi? Gel de bu memlekette aile kur!
Dilimin ucuna kadar geldi: «E, birader böyledir de, niçin eve bir de misafir sürüklüyorsun!» diyecektim. Vazgeçtim.
Dalgındı, içi sıkılıyordu. Bununla beraber susmak pek acıklı olacağı için Havuzbaşı’na kadar da bana ev kadını yetiştirmek yollarını öğreten geniş bir ders verdi.
İstiyordu ki beni Buket’e kadar götürüp bir yemek yedirsin.
— Yok, dedim, buraya kadar gelmişken, kız kardeşime de bir uğrayayım!
Ayrıldık.
Şu tesadüfe bakınız, kız kardeşime uğradım, yemek istedim.
— Ne var? dedim.
Kardeşim :
— Vah vah dedi, biraz önce gelseydin sahan külbastısı vardı. Sen seversin.
Bunu işitince arkadaşımın bana ettiği kötülüğün acısı yüreğime çöktü.
— Bana bak, dedim, sen sahan külbastısı pişirmeyi bilir misin?
— A, bilmez olur muyum? dedi.
— Yarın sendeyim, dedim, etini eniştem alsın, tatlısı da benden. Şimdi yiyecek bir şey ver.
Sağ yağlı pırasa varmış. Verdiler yedik.