Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam oturur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, bebek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da İclâl.
Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara taşınırım.
Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta kadar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben;
— Hiç şansım yoktur benim” dedim. İclâl;
— “Benim de” dedi.
Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle karışık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geliyordu. O;
— “Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve;
“Ortaklaşa bir bilet alın yılbaşı için” dedi.
Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, İclâl’in öbür odaya fırlayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu.
Ve biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikramiye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; İclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, hava gazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!
Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kağıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu.
On lirayı nereden bulmalı?
Borç arkadaştan alınır; ama, gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olan.
Adam sen de, diyorum. Bu derde daha çok katlanmakta., ve yoktan yere artırmakta ne mâna var? Alırım bir yarım bilet ve; “İşte senin payın” diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter.
Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; İclâlciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkıntıyı artırmakta ne mâna var sanki?
Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama…
Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden gelen ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti.
Bunlarla beraber ben hâlâ avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havale kâğıdı gelene kadar amcalara gidilmeyecek, sonra da İclâlciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak!
Tut ki, borç almışım!
Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu kadarcık dürüstlüğe olsun imkân bırakır mı?
Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Meydanı’nda, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horlanmış.. dolaşırken., bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yâni ekonomik kaderlere dair felsefeler yürütürken., bu şans bende iken başka ne olsun? İclal’le ve annesiyle burun buruna geliverdik.
Çarşıdan dönüyorlarmış. Şey almışlar.. Sonra şey de almışlar…
Niçin onlara uğramıyormuşum ve;
— “Biletimizin numarası kaç?”
Hey ya Rabbi! beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alın yazısına dair bunca muamma durup dururken başka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam:
— “87956.”
Ve Iclâl, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddiyetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi;
— “Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz.,
değil mi anne?” dedi.
Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arkadaşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii İclâl gibi bir kızın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmenlikle çekip gitti. Arkasından “Hey budala, beni işkenceye götürüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kurtarsana” diye bağırmak istiyordum. Bağıramadım elbette.
Yolda 87956’nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beynimin içine vurup duruyordu:
Alın yazım bu benim işte, şansım bu. Yüz binlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii!
87956L
Ne ahenk., ne kompozisyon., ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak?
Birdenbire ve can havliyle, İclâl’e;
— “Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum.
O çoktan ezberlemiş bile:
— “87956.”
— “Yanlış” diyorum.
— “Neden? Sen öyle demedin mi?”
— “Hayır.”
— “Aaa.. vallahi 87956 dedin., hâlâ kulağımda.”
Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lanet! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çekici rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lâzım. Boş ama… dirensem “çıkar da bak bakalım bilete” diyebilir. Alın yazısı değiştirilemez ki!
Evde Iclâl; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?” diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana:
— “Yok canım; mahsus söyledim onu… seni kızdı
rayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu
ki, 87956 olmasın” dedim.
Ve radyo kazanan numaraları okumaya başladı:
Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmuyorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben : Bana o çarpacak, buna, İclâl kadar ben de eminim.
Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra:
— “Evet muhterem dinleyiciler., evet, evet. işte tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hanesini söylüyorum: Altı!..”
Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam ediyor:
— “Şimdi onlar hânesindeki sayıyı, yâni sondan bir önceki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin lirayı alacak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklıma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali. Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün…”
Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle!
— “Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz dinleyiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlulukla…!
İdil’le göz göze geliyoruz:
Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, hava gazı, bahçe, bahçede çamlar, çamların ardında masmavi deniz… off Allahım… ne spiker!
— “…7956!..”
Amca da, yenge de… hattâ kedi bile… şöyle bir doğruldular. Ve, İclâl rüyalaşmış, İclâl ballaşmış, bana gülümsüyor: Ev… sonra Abant’a, hattâ Finlandiya’ya gidilebilir her sene…
Ve spiker…esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahrolası spiker…
Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence!
Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi… hepsi, her şey vız gelir bana; ama İdil’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümit şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk… çamlar… mavi ufuk… Abant… bunların hepsi lâf… hepsi lâf diye bağırmalıyım.
Ama geciktim ve spiker… sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkılmış ve namütenahi melûl bir sesle;
— “Çıktı, değil mi?” diye inledim.
Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hattâ çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir • köşk görünüyor, başka hiç bir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra;
— “İnşallah” dedi.
Ona boş gözlerle, aptal aptal baktım. Açıkladı:
— “Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa…”
Birden bire kendime geldim ve;
— “Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış ol
malıydım; yenge;
— “Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da;
— “Neden?” diye sordu.
Hüzünle;
— “Çünkü”dedim, “büyü bozuldu.”
Üçü birden;
— “Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile;
— “Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya
doğru gitti.”
Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış!
Buzlar dağılmıştı artık. Ama İclâl bir parça üzgündü. Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalışmaya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilânı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hattâ İclâl bile, hattâ hattâ ben bile anladım.
Tarık Buğra