Alabandada
Saç maşası satan adam, güverte yolcularına ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş, bağıra bağıra mallarını övüyordu.Günün son turuncu ışığı sönmek üzereydi.
Denizin mavisi koyulaşmıştı. Dalga başlarında; çakmak çakılıyormuş gibi, turuncu kıvılcımlar uçuyordu. Ufkun üzerinde parıldayan akşam yıldızı; gökte bir gülüştü. Saç maşası satıcısının yüzünün yarısı turuncu, yarısı açık menekşeydi. Adam doğrusu, söz gücüyle satıyordu.
Sözler burgaçlanarak ve köpürerek, ağızdan çağlayan halinde akıyordu. Çevresinde halka olmuş çoğu erkekler, ağızlarını açmış dinliyorlardı. Satıcının anlattığına göre, gözü karda değildi.
“Kar” mı? Ne gezer efendim! Hatta zararına satıyordu. Kadınların en güzellerine saç maşası sağlamak üzere, işte, vapura binip diyar diyar gurbette geziyordu. Onları satmayacak, hediye edecekti.
Kendisi, abur cubur satan bir işportacı değildi. Haşa efendim! Ona, yüksekten gelen bir ses, “Yürü ya kulum! Git de maşaları bu güzellere sat!” diye seslenmişti. O da bu emir üzerine yola çıkmıştı. Maşaları, her birinde on kuruş zararla yirmi kuruşa hediye ediyordu. Zaten her isteyene hediye etmeyecekti. Çünkü elinde topu topu on beş tane kalmıştı. İsteyen alır, istemeyen almazdı. Yapacağı iş, sadece onlara almak fırsatını vermekti.
Satıcının dört yanında kalabalık halinde halka olmuş erkekler arasında, yalnız iki dişsiz ihtiyar kadın vardı. Adam konuştukça ara sıra birbirlerinin yüzüne bakıp gülümsüyorlardı. Erkeklerin bazıları alaylı alaylı bakıyordu, bazıları kaşları çatık, ciddiyetle dinliyorlardı.
Yalnız, halka dışında, gemi alabandasında, şiltelerini sererek bağdaş kurmuş kadınlar tepeden tırnağa göz kulak olmuşlardı. Adamın yanında toparlak yüzlü bir kadın oturuyordu. Oradan geçen bir Laz gemicinin deyimiyle, “kadının sancak tarafının saçları maşalarla kıvırcık kıvırcık edildiği için dalgalı; iskele tarafının saçları bonazza, yani dümdüz”dü.
Gezgin satıcı maşaların bu marifetine işaret ediyordu. Permanat için gidip boşu boşuna bir sürü para vermemelerini, çünkü o maşalarla saçların istenildiği gibi kıvırcık ve bukle edilebileceklerini söylüyordu.
Alabandada oturanlar arasında iki çift de vardı. Sabahtan beri birbirlerine “mahsullerinin” nasıl olduğunu, havayı, yağmuru, kurağı tekrar tekrar sorup cevaplandırdıktan sonra, artık söyleyecekleri sözleri kalmamıştı.
“Bukle” sözünü duyunca, bu sözcüğün “u”sunu “o” çevirerek gevrek gevrek gülüşüyorlardı.
Saçlarının yarısı kıvırcık, yarısı düz olan kadın, sözümona utanıyormuş gibi, başını bir eğiyor, bir de sağa sola çeviriyordu. Amacı saçlarını dört yana göstermekti.
Tezkere alarak köylerine dönmekte olan iki er, yavukluları için birer maşa aldılar.
Satıcı oradan ayrılınca, dört beş kadın da teker teker giderek birer maşa aldılar.
Alabandada şiltelerin üzerine bağdaş kurmuş da maşayla ilgilenmemiş olanlar arasında otuz beş yaşlarında, köy öğretmeni bir kadın vardı. Biraz önce annesinden fena halde dayak yemiş olan sekiz yaşlarında bir yaramaz oğlanı avutmaya uğraşıyordu. Çocuk, “Bu vapur on para etmez, babamın upuzun direkli yelkenli bir gemisi var,” dedi. Bu sözlerinin öğretmen kadında ne etki yaptığını anlamak için, ona dikkatli dikkatli baktı.
Öğretmen, elinden geldiği kadar hayret ve hayranlıkla, “Ah, ne güzel,” dedi.
Oğlan, “Onun sahici direği, beyaz yelkeni var; bu kara kara tüten pis baca gibi değil,” diye ekledi.
Çocuk devamla, “Biz babamla Amerika’ya giderken balık tutarız. Bu vapur kadar balıklar!..”
Sözlerinin öğretmeni etkilediğini görünce heyecanlandı…
Öğretmen, çocuğun her söylediğine inanıyor gibi yapıyordu.
Oğlanın gözlerinde, şanlı işler görenlere özgü bir gurur parladı ve konuşmasını sürdürdü: “Gemi giderken biz hep rakı içeriz. Bardakla değil, doğrudan doğruya şişelerden içeriz. Şişeleri bir mil uzağa atarız. Şişeler batar, hiç çıkmaz…”
Öğretmen, “Aman ne güzel!” diyerek ellerini çırptı.
Bu kez çocuk, “Bu peri midir, melek mi?” diye düşünerek, öğretmene hayranlıkla baktı.
Kadın, cebinden bir avuç antepfıstığı çıkararak çocuğa verdi, “Rakım yok ama, bak, bunları ben tuzladım. Belki hoşuna gider,” dedi.
Küçük, yarı çekingen yarı hayran, fıstıkları yemeye koyuldu.
Oğlan, doğrusu pek erken yaşında, kadın kısmının entrika ve tuzaklarına uğruyordu. Fıstıkları çiğnerken göz ucuyla kadına baktı. İşte bu kadın, o akşamın pembeleşen ışığında gül gibiydi; gülümsüyordu. Annesi gibi çatık kaşlı ve yaygaracı değildi.
Oğlan kadına, “Sen evli misin?” diye sordu.
Öğretmen, “Hayır,” karşılığını verdi.
Oğlan memnun oldu, “Ben büyüdüğüm zaman,” dedi.
Kadın elini sallayarak, “Ona daha çok vakit var,” dedi.
Çocuk, “İyi ya! Ben büyüdüğüm zaman seninle evleneceğim,” dedi.
Öğretmen, güle güle çocuğa sarılarak öptü.
“Aman çok hoş olur. Aman seni sözüne bağlı tutmayayım bari. Belki o zamana kadar fikir değiştirirsin,” dedi.
Çocuk, “Ben büyüdüğüm zaman çok param olacak. Bir beygirim olacak, bir de tüfeğim… Aslan kaplan avlayacağım. Sabahtan akşama kadar dondurma, elmaşekeri ve kurabiye yiyeceğim,” dedi.
Öğretmen, “Hiç korkma, onları ben yaparım,” diye cevapladı.
Öteki, “Elbette yaparsın, birlikte yiyeceğiz… Kırk tane oğlum olacak. Onlarla birlikte oynayacağım. Ama bak kız çocuk istemem!”
Bunlar böyle konuşurken, iki üç adım ötelerinde Denizci Davut alabandaya dayanmış, bir denize bakıyor ve sonra gözlerini yukarıda, birinci mevki güvertesinin parmaklığına göğsünü yaslayarak ihtiyar ikinci kaptanla görüşen genç kıza çeviriyordu. Delikanlı öylesine hayranlıkla bakıyordu ki; kızı dönüp kendisine bakmaya zorluyordu.
Kız ona bakınca göz göze geliyorlardı…
Davut, gözbağıymış gibi, kızın bakışını tutuyordu.
Gözler birbirine bağlanıyordu.
İkinci kaptan, önemli bir şeyin olmakta olduğunu anladı.
Denizcinin gözünde ne merhamet, ne de arzu vardı. Fakat bunlardan çok daha derin ve engin bir şey vardı. Davut kızı, kendisini kabul etmeye zorluyordu. Bir güverte yolcusu, bir fukara olduğu için değil, fakat o kız gibi bir insan olduğu için, denizcinin bakışının kızın en önemli tellerini titretmekte olduğunu yaşlı kaptan sezdi ve bir bahane ile kızın yanından ayrıldı. Kısa bir an için de olsa, bu iki insan, aynı türden iki yaratık olduklarını anladılar. İki kuş gibi, ayrı dallarda oturup birbirlerine bakıyorlardı.
Deniz seyahati her insanı az çok, görenek zincirinden ve her günkü hayat çemberinden dışarı fırlatır ve insan gönülleri arasında sempati akıntısı dolaştırır.
İnsanlar gemiye, birbirlerinin yabancısı olarak binerler. Aradan bir iki gün geçince, yabancılık duygusunun çoğu ortadan kaybolur. Şehirde ise birkaç es dost dışında insanlar yabancı olarak doğdukları gibi, yabancı olarak yaşar ve yabancı olarak da ölürler…
Birdenbire Davut gülümsedi. Kız da gülümsedi.
Bu, yabancılığı bir kenara atmak, tanışmak ve birbirini kabul etmekti.
Belki de, aralarında geçen şeyde cinsellik farkının -yani birisinin erkek ve ötekinin dişi olmasının- payı vardı.
Aralarında, gözle görülmez kudretli bir bağ oluşmuştu. Bu bağ sınıf, zenginlik, fukaralık gibi yeryüzünün bir sürü engellerini aşıyordu.
Bir an için Davut’un gözü kızın dudaklarına ve göğsüne indi.
Kadının, farkına varmadan göğsünü kabartışı, bir “kendini veriş”ti…
Yaşlı ikinci kaptan, salonun merdivenlerinden inerken, gemi katibine rastgeldi. Nedenini bilmeden ona, “İnsan ne anlaşılmaz şey yahu!” deyip geçti.
Katip, “Acaba bizim moruk aklını mı oynattı?” diye düşünerek başını sallayıp işine gitti.
Tezkere alıp köye dönerken yavuklularına saç maşası almış olan erler, çocuğa bir avuç antepfıstığı vermiş olan köy öğretmeni kadın, Denizci Davut ve birinci mevkideki kız, artık ölünceye kadar, gelip geçen o kısacık anı unutamayacaklardı.
Ciddi ve önemli saydıkları bir anıyla dolu olan varlıklarına, bu ufak tefek şeyler, sanki cennetteki meleklerin geçer ayak gönüllerine düşürmüş olduğu gülümsemelerdi…