Büyükada’da, Temmuz iptidası. Öğle üstü. Güneşin eriyip toprakları, yaprakları kavrayıp kavurduğu, yalayıp parlattığı bir gün. Gökten dökülen sıcak, yanakları yakıyor göğüsleri eziyor nefesleri tıkıyor. Elle tutulabilir bir alev haline geliyor. Ortalık gözleri kamaştıracak derece aydınlık… Karşıdaki çamlar yanık, siyah bir leke gibi duruyor.
Bu kadar nura dayanamayan gözler sönüyor ve kapanan göz kapakları altında kımıldanmak istemiyordu. Yer, gök bir kor hâlinde için için yanıyordu.
Baygın, geniş sükûtun içinden tâ uzaklardan, iskele tarafından akisler hâsıl ederek korkunç, vakur bir seda kükredi:
– Kaaarpuz!… Karpuz!…
Köşklerin camlarına çarparak, çamların tepelerinden aşarak kızgın bir kartal mehabetiyle dağların sırtlarından uçan bu sesten ürken bir küme güvercin karşıki çamlıktan havalandı.
– Kaaaarpuuz!….
Bu sedaya Nizam tarafından daha dik, daha iri bir ses aks-i seda gibi cevap verdi:
– Çaaaavuuuş!…
Sükût!.. Sanki bu dik, kalın, büyük sesin azametinden mevcudat bir saniye için ürkmüş, titremişti. Sükûtun altında sinmiş duran dağlara, denizlere bu iki sesin yüksekliği hâkimdi.
Çaaavuuuş!… Çaaavuuuuuş
Sesi kadar yüksek vücûdu, değirmi ve kır sakalı, açık ve yanık göğsü, kalın tozluklu baldırları, saf çehresi arkasından seksen okka çeken içice geçmiş iki küf es iyle bu recüliyyet heykeli şimdi karşımda duruyordu:
– Baba, sen kumanda eder gibi üzüm satıyorsun. Sesin gürlüyor!
– Bağırmıyorum ki…
Üzümünü verdi. Yukarıki tepeye tırmanmaya başladı. Etrafı çınlatıyordu:
Çaavuuuş!…
Ben bu sese, bu sesi hâsıl eden cevhere meftunum.
Şimdi yanımızdaki sokaktan bir satıcı daha geçiyor: Biraz daha uzaktan “çalı fasulye, kemer patlıcan!” sesleri alçaklarda paylaklanarak yayılıyor. Bunların üstünde uçan “çaavuuuş!…” avazının yanında bu yıpranmış, çatlamış sesler ne kadar âciz, ne kadar pest kalıyordu.
Evin arka penceresine koştum. Üzümcü tepeye varmıştı. Yolun kenarındaki kayanın üstüne küfesini koydu. Ellerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafına soktu. Açık göğsü, çıplak, sert baldırlarıyla bir kuvvet âbidesi vaziyetinde durdu. Mütekebbir, kalın kaşları altında mütehakkim ağır dönen iri gözlerinden fırlayan nazarlarıyla, Marmara’nın dalgalarına, karşıki sahile, mavi göğü, lâcivert deniziyle, altın köpüğü renginde güneşinin ışığıyla mavi gözlü, sarı saçlı bir kıza benzeyen sevimli, sevgili yurdunun taşına, toprağına derin derin baktı,.. Bu bakıştaki esrar, bu bakıştaki feryad, memleketi için: “Allah! dedim, yatağana dayandım;
-Ben seninçin al kanlara boyandım” beytinin mağrur bir meali idi.
Pencerenin önünde bu canlı kaleyi hayretle, hürmetle seyrediyor; bunun kur’a neferi hâlinde üstünde mavili kırmızı yemeni sarılmış kalıpsız, püskülsüz fesi, ayağında yırtık çarığı, sırtında alaca mintanının üstünde koyun postundan dağarcığı olduğu hâlde sırayı bozmamak için bir kuzu gibi seğirte sıçraya Harbiye Nezâreti’nin büyük kapısından içeri girdiğini görüyordum.
Bugün uçuk benzinle, yırtık cepkeninle bir vatan kurbanı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker ocağından, yarın yeni libâsınla, kızıl fesinle bir âmir kurumuyla çıkarsın! O zaman, bugünkü zayıf, yarın kavî bir kahraman olur; bastığın yerleri titretirsin!… Atın dizginini kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omuzuna vurup, süngünü taktığın vakit bugünkü köylü, yarın korkunç bir asker olur; âsîleri sindirirsin!… Tarlanı çapalar, davarını güderken hakaret görürsen bugünkü koyun, yarın yırtıcı bir kaplan kesilir; yuvam bozanları ezersin!…. Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vücut yalnız asker libâsı giymek, bu sert pençeler yalnız silâh kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yaratılmıştır.
Senin o tabur hâlinde bir pulat kütlesi katılığında yürürken takındığın o salâbet, o vakarı görüp de, sana güvenmemek, seni sevmemek kabil değildir.
Sen gürbüz ninenin, gür ve temiz sütünü daha emerken azamet-i nefs, sebat ve tahammül, itaat ve tahakküm gibi âmir olmak için yaratılmış bir cinsin faziletlerine mâlik olmuşsun. Bu hâkimiyet esaslarım başka milletler mekteplerde, medreselerde anlarlar. Sana bu meziyetleri ninenin iri siyah bakışı, babanın kükreyen dik sesi, Kuran’ın esrarengiz ahengi öğretmiş.
Yırtık poturunla da vakursun; mahkûm olsan da hâkimsin; temellükten ziyâde tekebbüre meyyalsin; fikrinde azmin gibi sabitsin; sertsin, sertliğinde kabalıktan, bayağılıktan ziyâde âmiriyet kuvveti, necâbet lâubaliliği vardır. Hiddetle yıldırım gibi gürlediğin halde rikkatle bir bulut gibi ağlarsın; safiyette bir melek, ısrarda bir devsin… Onun için dünyada eşi bulunmaz bir millet olmuşsun. Düşündüğün zaman bir arslan temkiniyle ağır ve sakin durusundan, kızdığın vakit ki azim ve şiddetin anlaşılmaz. Uzun kirpiklerin altında utanganç ve durgun düşünen iri gözlerin bir kere açılmasın; kalın kaşların bir kere çatılmasın; o zaman varlığın, benliğin köpürür, taşar! O zaman ceberûtun, haşmetin parlar, yükselir. O zaman cebbar olursun. Bu acayip sırr-ı hilkatini bilmeyenler, yanılırlar.
Büyüklere karşı saygın bizzat sayılmayı sevdiğindendir; muti olman, muta olmak istemendendir.
İnce işlere alışmaya vaktin olmasa bile, zor bazuya bağlı teşebbüslerden lezzet alırsın. Kara topraktan, ak ekmeğini çıkarırsın.
Fikrinde muannit, muhabbette muannit, muharebede muannitsin. Yeniliğe çabuk alınmazsın, fakat bir defa da alışırsan bırakmazsın. Safsın; seni çekemeyenler böbürlenmekle değil, ekseri sana yaltaklanmakla seni ızrar ederler. Ayakların, kolların bir boğa gibi ağır ağır kımıldarken tavrından tükenmeyen bir tahammül, yılmayan bir azim aşikâr olur. O engin denize benzersin ki yavaş yavaş coşar ve coşunca da pek hırçın olursun.
Maddî menfaate ehemmiyet vermezsin. Para denilen mâden parçasına i’tibar etmezsin. Suçun budur. Müsrifliği asalet icâbı sayarsın.
Vakarın benliğine galebe çalar. Cananını canına tercih edersin. Ekseri başkaları için yaşar; başkaları için çalışır; başkaları uğruna ölürsün. Başkaları seni beğendiği, hâlde sen kendini sevmezsin. Ne zaman köyünde, önüne bir önlük koyup makine basma geçecek, ne vakit eline pergel alıp masaya yaslanacaksın? Ne zaman dükkânının tezgâhında sermayenin faizini hesap edeceksin?… Senden bunu bekliyorlar, sana bu kusuru buluyorlar… Fakat vakit kalıyor mu? Keseni doldurmak için değil, karnını doyurmak için kullandığın sapanın demirini tarlanın ortasında bırakıp tüfeğin çeliğine sarılıyorsun… O serhadden bu hududa koşuyorsun… Bulgaristan’da Ölüyor, Yunanistan’da ölüyor, Acemistan’da ölüyor, Sırbistan’da ölüyor; yalnız yurdunda, köyünde ölemiyorsun. Sevgili Ayşeciği doya doya Öpemiyor, yavrun Mehmetçiği seve seve büyütemiyorsun…
Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür, inlemezsin… Kanınla çorak kumlukları sularken ekmeğini alnının terine batırır yer, yine düşman karşısına yaralarınla beraber her yerde bir istihkâm gibi çıkarsın… Sen zâlim heybetinle bir mazlumsun; ninenin, atanın bucağında bir garib; ananın, babanın kucağında bir yetimsin!…
Dul analarla dolu olan şu Anadolu bir üvey nine kadar sana cefakârdır… Sen Şarkın kınına giremeyen bir kılıcısın; doğüle döğüle tavlanır, vurula vurula kırılırsın. Yine her parçandan bir kıvılcım, her kıvılcımından bir şimşek çıkar. İlâhî bir kuvvetin, ebedî bir feyzin var, ey Türk!…