-Sitare, sana büyük bir müjdem var, kızım.
Genç muallime, henüz mektepten dönmüştü. Kapının yanındaki küçük odada güzel, ince sesiyle yavaş yavaş şarkı söylüyordu. Bu onun çok eski -minimini bir mektep talebesi olduğu günlerden kalma- bir âdetiydi Akşamları evin kapısından girince çantasını top gibi havaya atıp tutar, şarkıya başlardı. Aradan on beş seneye yakın zaman geçmişti. Sitare, büyük mektep talebesi, daha sonra ana mektebi muallimesi olmuştu.
Her ev gibi onların evi de büyük muharebenin musibet ve matemlerinden hissesini almıştı.
Meşhur davavekili olan babası, harbin ilk senesinde ölmüş, iki sene sonra büyük kardeşi Kafkasya’da şehit düşmüştü. Memlekette iş bulamayan küçük kardeşi, senelerden beri Mısır’daydı. Orada bir eski baba dostunun ticarethanesinde çalışıyordu.
Bin naz içinde büyüyen şımarık, nazlı Sitare, bugün ana mektebi muallimiydi. İhtiyar ve hastalıklı annesine bakabilmek için akşama kadar elliye kadar minimini yaramazın kahrını çekiyordu.
Bu aile inkılâpları, elbet onun ruhunu da çok değiştirmişti. Fakat buna rağmen o eski neşesini ve çocukluğunu bırakmıyor, kapıdan girer girmez şarkısına başlıyordu. Meveddet Hanım, kızının sesini çok sever, daima tatlı bir hüzünle dinlerdi. Çünkü bu ses, onu birkaç dakika için eski, güzel günlerine götürüp getirirdi.
Merdiveni inip çıkmaktan güçlük çektiği için Sitare’yi daima yukarı kattaki odasında beklerdi. Fakat bu akşam ona verilecek mühim bir müjde vardı. Yavaş yavaş aşağıya indi; kızın mektep dönüşünde şarkı söyleyerek soyunduğu odanın kapısını açtı.
***
Sitare, sana büyük bir müjdem var, kızım…
İhtiyar kadın, sözünü bitiremedi; gördüğü şey karşısında dili tutuldu.
Sitare, denizden çıkmış gibi tepeden tırnağa kadar su içindeydi. Siyah saçları yüzüne, boynuna, ince elbiseler vücudüne yapışmıştı. Çoraplarından, iskarpinlerinin ucundan çamurlu sular sızıyordu. Fakat o, gene neşesini bozmaya lüzum görmüyor, dolaptan çamaşır çıkarırken şarkı söylemeye devam ediyordu.
Annesini görünce birdenbire sustu
– Müjde mi? Ne müjdesi anne?
Meveddet Hanım, söyleyeceğini unutmuştu.
– Sitare, ne oldun? Bu ne hal? diye telâşlanıyordu.
O, sabırsızlıkla acele acele
– Ehemmiyeti yok… Yağmura tutuldum, dedi… Söylesene, anne, merak içinde bıraktın beni…
İhtiyar kadın, titrek elleriyle ona yardıma çalışıyor, çamaşırları karıştırıyordu.
– Çabuk… çabuk… a, deli çocuk, hasta olacaksın…
Sitare, kahkahalarla gülmeye başladı
– Telâş etme, anne… Farzet ki denize girdim… Çamaşırlarımı büsbütün altüst ediyorsun… Şimdi müjdeyi söyle… yoksa vallahi giyinmem… böyle dururum…
Omuzlarına, göğsüne yapışmış elbiseleriyle annesinin karşısında bir heykel pozu alıyor, beyaz dişlerini göstererek gülüyordu.
Fakat onun fazla müteessir ve telâşlı olduğunu görünce birdenbire boynuna sarıldı; acele acele yanaklarını öptü.
– Peki, anne… peki… Göreceksin bir dakikada tamamiyle kurunup giyineceğim… Fakat sen de bana müjdeyi söyle.
Sitare, çamaşır değiştirirken annesi anlatmaya başladı
– Mısır’dan mektup geldi… Kardeşinin bir çocuığu dünyaya gelmiş… Göğsünü o hamam havlusuyle kurula, oğuştur, Sitare…
– Anne…
devam etsene, canım… Erkek mi, kız mı?
– Kız… ismini Leman koymuşlar… Nasıl oldu da bu kadar ıslandın?
– Anne, Allah aşkına bırak beni, mektubu anlat… Demek ben, şimdi hala oldum?.. Ah, ne güzel… ne güzel.. Yazık göremeyeceğim ki…
***
Anlatmak sırası nihayet Sitare’ye geldi.
Küçüklerimi gezmeye götürdüm, anne… Hava öğleyin öyle güzel, öyle güzeldi ki… Müdürden izin istedim. ”Karşıki çayırda biraz dolaşır, gelirsiniz” dedi… Ortalık yeşillenmiş; çiğdemler açılmaya başlamış… Küçükler ”Ne olur, muallime hanım, daha gidelim” diyorlardı. Zaten çayırın bir tarafına başıboş atlar salıvermişler… öbür tarafta sporcular top oynuyor. Küçüklerimden birinin kazaya uğraması muhtemel… Hasılı çayırdan çıktık… Yol kenarlarında açılmış çiçekleri toplayarak ilerlemeye başladık. Farkında olmamışım, anne… O kadar fazla yürümüşüz ki…
– Ah Sitare… sen hiç akıllanmayacaksın… Halbuki sana kırk bu kadar çocuk teslim etmişler.
Anneciğim, vallahi ben kendi kendime söyledim… ”Farkında olmadan bir hayli yol gitmişiz” demek bir muallime için affedilir kabahat değil ama işte oldu… Ne yapmalı… Mamafih benim daha büyük kabahatim var… Karşı tepelerden doğru yavaş yavaş üstümüze gelen kara bulutun farkında olmamışım… Birdenbire başımızdan aşağı bir şiddetli yağmur boşanmasın mı? Yavrucuklarım şaşırdılar; ağlaşıp bağrışmaya başladılar. Bereket versin, bir iki dakika ilerimizde çatısı kalmış boş bir kır kahvesi vardı. Büyücekler oraya koştular. Pek miniminileri ikişer ikişer koltuklarımın altına sıkıştırarak koşa koşa çatının altına götürüyor, sonra başkalarını almak için geri dönüyordum. Bu oyun, küçüklerimi pek eğlendirmişti. Ben oradan oraya koşarken yaramazlar öyle bağırıp gülüşüyorlardı ki… Nihayet hayli ıslanmış olarak kendim de çatının altına girdim. Koşmaktan nefesim kesilmişti. Bu esnada küçüklerimden ikisinin eksik olduğunu farketmeyeyim mi? Aklım başımdan gitti. Deli gibi fırladım. ”Cemil, Cemil!” diye haykırarak yağmurun altında dört dönüyordum. Bunlar, beş yaşında iki ikiz kardeştir. Babaları yoktur. Anneleri hastanededir. Teyzelerinin yanında otururlar; fakat kadıncağız, gündüz işe gittiği için onları mektebe bırakır.
Cemil ile Cemile’yi kimsesiz oldukları için öteki çocuklardan fazla severim. Onlara muallime gibi değil, anne gibi, dadı gibi bakarım. Hatta müdür ve arkadaşlarım bana ”Sen her şeyi ters yapıyorsun… Mahallemizdeki büyük zatların çocuklarını ihmal edip onlarla uğraşıyorsun… Bu adeta delilik…” diye darılırlar. Her neyse, üç beş dakika oraya, buraya koştuktan sonra yetimlerimi buldum… Yol kenarında ağlamaya bile cesaret edemiyorlar, birbirlerine sımsıkı sarılarak titreşiyorlardı. Çaylak, tavuk kapar gibi çocukları yakaladım; çatının altına getirdim… Sırsıklam olmuşlardı… Mutlaka hastalanacaklar, belki de öleceklerdi… Onları bu halde bırakamazdım… Fakat Allah’ın kırında ne yaparsın?.. Hemen paltomu çıkardım. Bir çekişte ortasından ikiye ayırdım. Bir parçasına Cemil’i ötekine Cemile’yi sardım. Yağmur zaten hafiflemişti. Hemen yola düştük. Küçük kafile görülecek şeydi. Benim saçım başım açıktı. Hıristiyan kızları gibi arkada, talebenin arasında koşuyordum… Ağlayacak gibi bir halde idim. Fakat ben, kendimi bırakırsam küçüklerin hali ne olurdu? Onun için mütemadiyen gülüyordum. Hatta çocukları bir mektep şarkısı söylemeye teşvik ettim. Yolda bize tesadüf eden insanlar, kahkaha ile gülüyorlardı. Arabacı kılıklı bir genç alaya başladı.
– Oğlum, bunlar bizim evlâtlarımız, kardeşlerimiz sayılır… Adam olsan böyle güleceğine yardım edersin, dedim.
Bu genç göründüğü kadar fena bir insan değilmiş
– Yapılacak bir şey varsa söyle de yapalım, hanım abla? dedi.
– Ha şöyle yola gel!
Hemen kucağımdaki çocuklardan birini onun kollarına tutuşturdum. Zaten mektebe beş dakikalık bir yol kalmıştı…
Meveddet Hanım, kızının hastalanmasından korkuyordu. Onu yarı zorla yatırdı. Ayaklarını hardallı suya soktu; gene zorla ıhlamur içirdi.
Sitare, ertesi sabah hasta uyandı. Gözleri kırmızı, sesi kısıktı. Kesik kesik öksürüyordu. Akşama doğru ateş büsbütün arttı ve genç kız, sayıklamaya başladı. Muallime, şiddetli bir zatürree geçirdi. Onu, komşularından bir mütekait askerî doktor tedavi ediyordu. Hastalığın on üçüncü günü doktor konsültasyona ihtiyaç gördü. Fakülte muallimlerinden bir eski arkadaşını getirdi. Uzun bir muayeneden sonra Meveddet Hanım’a biraz tereddütlü bir lisanla şimdilik geçmiş olsun hanımefendi, dediler. Fakat ciğerler biraz zayıf… Hastanın bir zaman istirahate, hatta küçük bir hava tebdiline ihtiyacı var… Merak etmeyin… Pek ehemmiyetli bir şey değil… Her halde bir zaman mektebe gitmemeli…
***
Ertesi sabah gazetelerde şöyle bir havadis okundu
”… mektebi ana sınıfı muallimlerinden Sitare Hanım’ın bir mektep tenezzühü esnasında tesettür kaidei celilesine muhalif olarak başını açtığı ve yalnız bununla da iktifa etmeyerek açık saçık bir halde dolaştığı evbâşân güruhundan bir kimseyi refaketine aldığı görülürek Maarif Nezareti Celilesine ihbar edilmiş ve muallimlik vekar ve haysiyeti ile gayrı kabili telif olan bu nabeca ahval sebebiyle Sitare Hanım’ın silki celili maarifte istihdam edilmemek üzere azil ve ihracı Nezareti Celileden Maarif Müdiriyetine iş’ar edilmiştir.”