Mübâlağa, abartma sanatıdır. Günlük konuşmalarda da sık sık başvurduğumuz mübalağada amaç sözün gücünü ve etkisini artırmaktır. Şiirde mübalağa, bir şeyi, bir olayı çeşitli sebeplerden dolayı, olduğundan çok büyük veya çok küçük gösterme sanatıdır. Bu yönüyle Divan ve Halk şairlerinin çok sık başvurdukları bir sanattır. Ancak gerek Divan Edebiyatında gerekse Halk Edebiyatında yapılan mübalağa örnekleri tekdüzedir, pek çoğu özgünlükten yoksundur. Bu şairlerin abartmaları genelde gözyaşı ve gök cisimleriyle alakalıdır. Bazen şairin hasret gözyaşları ırmak olur çağlar, bazen de âhı, gökleri tutuşturur veya güneşi, gezegenleri yörüngesinden saptırır:
Sîneden derd ile bir âh edeyim kim dönsün / Akine çarh-ı felek mihr-i dırahşanı bile (Neşâtî)
Fuzûlî, o kadar çok gözyaşı döker ki gök kubbe su gibi masmavi olur.
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem / Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâre su (Fuzûlî)
Bazen de gül yüzlü sevgiliyi hatırlayıp ağlayan şairin kanlı gözyaşları ırmakları bulandırır. Şaire göre bu doğaldır çünkü baharda ırmaklar bulanık akar:
Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su / Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı (Fuzûlî)
Teşbih, hüsn-i talil ve tecâhül-i ârif sanatlarının iç içe kullanıldığı bu örneklerde şair aşırı mübalağalar yapar. Divan şiirinde şairin hayal gücünün sınırlarını zorlayarak yaptığı bu mübalağalara “gulüv” deniyor.
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı fırâkız / Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden (Sultan II. Selim)
(Biz ayrılık bahçesinin yanık sesli bülbülüyüz. Serin, sabah yeli gül bahçemizden geçse yanık sesimizden ateş kesilir.)
Bazen de dertlilerin kırgınlık gözyaşları sel olur, makam sahiplerinin ikbal hanelerini dümdüz eder:
Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest / Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz (Nâbî)
Bazen de şairin gözyaşı çağlayandan farksız olur:
Düşer mi ictinâb etmek seninçün ağlayanlardan/ Sirişk-i çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan (Enderunlu Vasıf)
Bazen de şair ayrılık acısıyla öyle zayıflar ki tüyden bile hafif olur, sabah yeli onu önüne katar, sevgiliye kavuşturur:
Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim / Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni (Fuzûlî)
Mübalağa, sanatçıların anlatımın etkisini artırmak, karşısındakini etkilemek, yanıltmak veya inandırmak gibi amaçlarla kullandığı en yaygın söz sanatlarından birisidir. Divan şiirinin sevgilisi öyle güzeldir ki aynada suretini görse kendine âşık olmakla kalmaz, putperest olur:
Zinhâr eline âyine vermen o kâfirin/ Zîrâ görünce sûretini büt-perest olur (Nef’î)
Mübalağa, heyecana bağlı bir edebi sanattır. Genellikle Teşbih ve İstiare sanatlarıyla beraber bulunur:
Bir şû’lesi var ki şem’-i cânın/ Fânûsuna sığmaz âsmânın/ Bu sîne-i berk-âşiyânın/
Sînâ dahi görmemiş nişânın / Efrûhte-i inâyetindir (Şeyh Galib)
Şeyh Galip’in bu tardiyesinde “cân” bir muma, gökyüzü de o mumun ışığını koruyan bir fânusa benzetilmiş. Bu mumun ışığı öylesine güçlüdür ki gökyüzünün fânusuna sığmaz, Tûr Dağı’nda Allah u Teala ile konuşan Musa peygamberin gördüğü parıltıdan bile daha şiddetlidir. O mum, sevgilinin inayetiyle tutuşmuştur.
Divan şirinde özgün mübalağalar yoktur demiştik ama haksızlık etmişiz. Şeyh Galib’in bu dizeleri bile bu görüşümüzü çürütmek için yeterlidir.
Ferhat külünk ile dağ delmişti, Fuzuli bunu beğenmez, ben tırnağımla binlerce dağı yere serdim, der:
Kûh-ken miñ tîşeni künd eylemiş bir dağ ilen / Men koparub salmışam miñ dağı bir dırnağ ilen (Fuzûlî)
(Kûhken: Ferhad; Tîşe: kazma, külünk)
Divan şiirinde bayağı diyebileceğimiz mübalağa örnekleri de çoktur. Güzel bir nükte yahut latif bir söyleyişi ihtiva etmiyorsa gulüv türü mübalağa makbul sayılmaz:
Sûz ile âh edeyim eğer hadden ziyâde / Kuşlar kebâb olurdu döne döne havâda (Mesîhî)
.
Şeyhi’nin Har-nâme’de tasvir ettiği eşek çok zayıftır:
Dudağı sarkmış u düşmüş enek / Yorulur arkasına konsa sinek (Şeyhî)
Hak şiirinde mizahî anlatımın güzel bir örneği olan “Mirasyedi Destanı’ndaki” eşek ise aksine güçlü kuvvetlidir:
Kuyruğunda kaldırırdı beş kişi / Odun taşıdığım eşek ni’coldu. (Âşık Selîmî)
Divan şairleri daha çok kasidelerin medhiye ve fahriye bölümlerinde mübalağa yapar:
Evc-i havâda sıyt-ı çek â çâk-ı tiğden / Âvâz-ı r’ad u sâîkâ reh güm günân olur. (Nef’i)
Şair diyor ki öyle şiddetli bir savaş oldu ki kılıçların şakırtısından şimşek ve yıldırımlar yolunu şaşırdı. Güzel bir örnek mi? Türkçe değil ki nasıl güzel olsun. Divan şiirinin anlaşılmazlığı konusu açılınca derslerimde hep bu örneği veririm. Şairin kılıç şakırtılarını duyurtmak için yabancı kelimelerin ahenginden yararlandığı söylense de yüklemi ve ad durum ekleri dışında Türkçe bir ögenin bulunmadığı bu mübalağa örneği hiç de güzel değildir.
Mübalağada Nef’i daha başarılıdır, denir. Bence Nedim bu konuda açık ara öndedir. Mesela, Nedim’in yâri öyle nâzenindir ki ipek elbisesindeki gül resminin dikenin gölgesinden incinir:
Güllü dîbâ giydin ammâ korkarım âzâr eder / Nâzenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni. (Nedim)
Bazen de “bûse” kelimesindeki “sin” harfinin dişleri sevgilinin dudağını inciteceği için şair sevgiliyi öpemez:
Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden. / Lâ’lin öpdürmek bu hâletle muhâl olmuş sana (Nedim)
Nedim’in sevgilisi olağanüstü bir yaratıktır. Sevgilinin yüzündeki “ben” Frenk ülkelerinin bir araya gelip yoğunlaşmasıyla oluşmuş ve “bene” siyah rengini vermiştir:
Şöyle gird olmuş Firengistân birikmiş bir yere / Sonra gelmiş gûşe-i ebrûda hâl olmuş sana (Nedim)
Nedim, şiirinde zaman zaman kendine şöyle seslenir: “Ey Nedim, ey bülbül-i şeydâ”. Biz de Nedim’in bu hitabını kullanarak şaire seslenelim. Ey Nedim, ey bülbül-i şeydâ, bunlar ne güzel mübalağalar, bu ne incelik, bu ne kibarlık? Sanki “Haddeden geçmiş nezaket yâl ü bâl olmuş sana.” (yâl ü bâl: kol kanat)
Abartmanın oluşması için, söz konusu özelliğin, mantığın sınırlarını zorlayacak biçimde büyütülmesi gerekir. Böylece mecaz da oluşur. Neşâtî, aşk yolunda öyle ilerlemiştir ki aynada bile görüntüsü kaybolmuştur, belki de “fenâfillâh”a ulaşmıştır:
Ettik o kadar ref-i ta’ayyün ki Neşâtî / Ayîne-i pür-tâbı mücellâda nihanız (Neşatî)
Eskilere göre su, toprak, hava ateş dört esas unsurdur (anasır-ı erbaa). Şair bir âh çeker, dördünü de yakar, kül eder:
Eylesem ağlayarak ah ile eflâk yanar / Su yanar, nâr yanar, bâd yanar, hâk yanar (Nevres)
Divan şairlerinin âhı gökyüzünü tutuşturur, dünyayı vîrân eder. Gurbette yârini özleyen Halk şairlerinin âh veya of çekmesi ise dağları dümdüz eder, gözünün yaşı sel olur, değirmenin çarkını döndürür:
Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır /Bugün posta günü canım sıkılır.
Bir âh çeksem dağı taşı eritir /Gözüm yaşı değirmeni yürütür.
Yazar: Recai Kapusuzoğlu