Deneme Örnekleri

Ana Dile Saygı – Âgâh Sırrı Levend

Ana diline saygı, önce onu bilerek sevmek, sonra da doğru ve düzgün kullanmakla olur. Bu saygının yüksek katı ise, ana dilini yabancı dillerin salgınından koruyarak kendi yapısı içinde işleyip zenginleştirmeye çalışmakla gösterilir. Bu da sanatçıların, bilginlerin ve eli kalem tutan bütün yazarların görevidir. Dilini doğru kullanmayı beceremeyenlerin, yabancı kelimeleri dillerinden bir türlü söküp atamayanların, ana diline sevgiden ve saygıdan söz etmeleri gülünç olmaktan öteye geçemez.
Konuyu bu açıdan ele alacak olursak, hiçbir abartmaya kapılmadan söyleyebiliriz ki divan şairlerimiz, ana diline gerçek saygı ve sevgiyi göstermemişlerdir. Bu ünlü yazarların hepsi de Türkçeyi benimseyerek işleyecekleri yerde, Arapça ve Farsça kamuslarla ferhenklerden topladıkları kelimeleri, bu dillerin kurallarıyle birlikte dilimize sokmuşlar, böylece anlaşılmayan ve hiçbir yerde konuşulmayan yapma bir dil meydana getirmişlerdir. Bu durum karşısında, ana dil “avam dili” diye küçümsenmiş kendi hâline bırakılmıştır. Bu durumdan yakınan Aşık Paşa:
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
derken, sevmeden çok acıma duygusu içindedir. Acıma ise gerçek sevme sayılmaz. Şüphesiz Aşık Paşa ana dilini seviyordu. Hatta, düşüncelerini halk yığınlarına yaymak için Türkçeye başvurmakla, ana dilinin bu konudaki gücünü anladığını göstermiş oluyordu. Ancak, burada bizim belirtmek istediğimiz, bunun da üstünde, kıskanç bir sevgi, bilince erişmiş yüksek bir saygıdır. İşte asıl eksik olan budur. XV. yüzyılda Ali Şir Nevaî’den başka hiçbir şair ve düşünür, bu bilince erişememiştir.
Eskiler “Türk” kelimesine nasıl “bilgisiz, görgüsüz, kaba, köylü” anlamlarını yakıştırmaya kalkmışlarsa, Türkçeyi de bayağı, yetersiz ve kısır görerek ondan kaçınmışlardır.
Bakınız Beyanî, yazdığı şairler tezkiresinde, Yavuz Sultan Selim’in şiirlerini Farsça yazdığını anlatmak için ne diyor: “Uluv-i himmetlerinden Türkî şiir dimeye tenezzül etmeyüp bînazir Farsî eş’arı ve Acemane güftarı vardır.”
Bu söz, bilinçsizlikten doğan ihanetin (İhanet, Arapçada hakaret demektir.) çok acı bir örneğidir. Bir Türk yazarı ana dili için bunu nasıl söyleyebilir? Bunu söyleyebilenlerden ana dili sevgisi ve saygısı nasıl beklenebilir? Sonra, cümledeki sakatlık da yazarlarımızın dil bilgisinden ne denli yoksun olduklarını gösterir.
Bunlar Türkçeyi sevmemişler de acaba çok özendikleri Osmanlıcayı sevip saymışlar mıdır? Osmanlıcayı benimseyip bir kuyumcu gibi işlediklerine göre, elbet sevmişlerdir. Ama saydıklarını söyleyemeyiz. Çünkü özenerek kullandıkları Osmanlıca cümleler de yanlışlarla doludur.
Divan edebiyatı çerçevesi içinde sanatçı için amaç, “hüner ve marifet” göstermek olduğuna göre, kaleme alınacak yazı, kelime oyunları, sanat cambazlıkları, zincirleme tamlamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla doldurulup anlaşılmaz hâle getirildiği oranda ustalık gösterilmiş olacaktır.
Herhangi bir kavramı tek kelime ile ya da onu belirterek bir iki sıfatla anlatmak ayıp sayılır. Örneğin, bir yazıda şöyle bir cümleciğe rastlarsınız: “Kadem- residegâ-ı mevleviyyet ve mahfil-şinan-ı icra-yı şeriat olan mevali-i ızam.” Bunu okuyunca, kelimelerin ve sıfatların yardımıyla anlarsınız ki yazarın söylemek istediği “kadılar”dır. Ama kelimeyi yalnızca söylemek yakışık almaz.
Osmanlıcanın divan edebiyatı çerçevesi içindeki durumu işte budur.
Tanzimat devrinde, Osmanlıca türlü nedenlerle açıklık kazandı. Süslü yazmak, “hüner ve marifet” göstermek, merakı yine sürüp gitmekle birlikte, “anlatım açıklığı” ön plana alındı. Bu devirde, Osmanlıcayı da Türkçeyi de en iyi bilen ve ustalıkla kullanan Muallim Naci’dir. Çünkü ana dilini sevmiş, dil bilincini sezmiştir. Naci’nin eserlerinde dil bilgisi ve “selika” yanlışı bulamayız. Yazılarında kelimeler ve tamlamalar doğru, cümleler sağlam, söyleyiş düzgün ve pürüzsüz, “selika” Türkçeye uygundur.
Ana dilini sevme ve sayma, Meşrutiyet devrinde Türkçülük ve Türkçecilik akımının başlamasıyle bilinç kazanmıştır. Bu akımın heyecanı içinde yetişen şairler, hikayeciler, romancılar ve yazarlar, ana dilini benimseyerek işlemeye koyulmuşlardır, eserlerinin sanat değeri ne olursa olsun, kendi devirlerinin özelliği içinde, temiz Türkçenin ilk ürünlerini vermişlerdir.
Ana dili bilinci, asıl Cumhuriyet devrinde, dil devrimiyle gerçek anlamını ve değerini kazanmıştır. Ancak üzüntü ile söylemek gerekir ki bu bilinç, toplumdaki bütün çevrelerde henüz yayılmış değildir. Osmanlıcayı hâlâ zorla sürdürmeye çalışanlar, öz Türkçeyi bilgisizlik ve beceriksizlik yüzünden sakatlayanlar, Batı’dan sızmakta olan yabancı kelimeleri anlaşılmaz bir inatla kullananlar, bu bilincin yayılmasına engel olmaktadırlar.
Yazdır

Yazar hakkında

admin

Yorum yap