ASLAN SÜTÜ
“Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan mürekkeptir”. Valery’nin, şairin, kendinden önce gelen şairlerle ilgisini anlatan bir sözü. Fakat bu söz, şiir dışı alanlarda da geçerli. Hele devletler arasındaki tek prensip bu, fiilen.
Aslanın vücudu böyle. Ama ruhu? İşte o, tam kendine mahsustur.
Aslan, her şeyden önce kendini ormanların başı olarak bilir. Buna inanır ve bunda samimîdir. Demek ki aslan olmanın birinci şartı, aslan olduğuna inanmaktır. Her aslan olduğuna inanan aslan değildir; ama her aslan, aslan olduğuna inanır. Aslan, aslan olduğunu bilmekle kalmaz, bunu bildirir de. Ormanda aslanın aslan olduğunu bilmeyen tek hayvan yoktur.
Öbür hayvanlar için aslanın gözleriyle bile karşılaşmak tehlikelidir. Onu kükreyişinden tanırlar, ta uzaklardan bile. Görünüşündeki haşmet, bakışındaki şiddet, bir yerden geçerken yer çökerten ayaklarıyla çıkarttığı güçlü ses, bir hayvanın üzerine atılıp onu parçalayışından kesinlik, aslanın aslanlığını apaçık kılan, Süleymaniye’nin bütün parçalarına sinen mimarî uygunluk gibi aslanı tezatsız yapan özelliklerdir.
Bu, şiirde böyle, resimde böyle, fikirde böyle, şahsiyette böyle; kişiler arasında böyle, topluluklar arasında böyledir. İlkin aslan olmalı; bunun için de aslan olduğuna inanmalı, aslanlığın yuva şartlarını kurmalı, aslanın eğitim sistemlerini benimsemeli; çocukları aslan sütü olan “hakikatle beslemelidir Bu aslan sütüyle beslemeli. Yoksa aziz bir nimet olan üzümün, yasak bölgeye sürülmüş, dejeneleştirilmiş çocuğu rakıyla değil!
Aslanın en dayanmadığı, aslana en yabancı, en uzak şey, şüphe ve tereddüttür. Aslan, baştan tırnağa som ve yekpare bir inanma vak’asıdır.
Atalarımız Müslüman Türkler, aslanın sanki insandaki doğuşuydular. Yani insan aslandılar. Bunun için değil midir ki bir Selçuk efsanesinde, küçük Alparslan’ı bir şahin kaldırır ve bir aslan emzirir. Büyük İslâm şairi, Kaside-i Bürdenin büyük mimarı, Kâab bin Züheyr, şiirinde Peygamberi, iç içe aslan yataklarının en içindeki sarayda oturan bir aslanlar ülkesinin başkanı olarak anlatmış değil miydi? Hz. Ali’nin lâkabı “Allah’ın aslanı” değil miydi?
Yalnız, aslan olabilmek için, nasıl öbür vücutları pençe içinde hamur gibi yoğurmak gerekirse, aslan bir topluluk olabilmek için de gelmiş geçmiş kaç kültür ve medeniyet varsa hepsini beynin pençesinde eritmek, kalbe aslana yakışır bir inanç ve cesurluk yerleştirmek, el, ayak ve vücudu dolaşan bir kanla, bir aslan kanıyla toprağı donatmak ve sonra o yürek, beyin, ruh ve pençe arasında “aslan ahengini ve dengesi”ni kurmak gerekir.
Sezai Karakoç