Bayram Hediyesi (Mehmet Niyazi Özdemir)
Dağa taşa su usul usul yürümeye, kelebekler kanatlanıp uçmaya hazırlanıyordu. Tabiat, rengarenk çiçeklerle süslenerek bir başka âlemin yolculuğuna çıkacaktı. O dilsiz ağaçlar neşelenecek, dünyaların gizlendiği tomurcuklar güneşin bereketli öpüşleriyle elmayı, narı, kirazı Asya’nın çizgili yüzlü çocuklarına sunacaktı. Ne yazık ki talih, toprak ananın nimetlerine özgür olarak el uzatmayı çok görmüş, onları tutsak etmişti. Oysa her insan gibi onların mutluluğu da bağımsız yaşamakla mümkündü. Bunun için pek çok kereler baş kaldırmışlar, sayısız evlatlarını savaş alanlarında bırakmışlardı.
Petersburg’un duvarlarını özgürlük, insanca yaşama şarkılarının sarstığı gün geldi… Çelik örgüleri biraz da onların gayreti kırdı ve yıl bin dokuz yüz on yedinin ekimine ulaştı.
Uçsuz bucaksız steplerde, çeşitli dillerde insancıl şarkılar söylenmeye başladı. Herkes mutlu, herkes sevinçliydi. “Milletler hapishanesi” haline gelmiş imparatorluğun beton duvarları kırılarak aydın ufuklarla kucaklaşılacaktı. Her millet özgür olacak, kendi dilinde, kendi gönlünce devletini kuracak, toprağına istediği gibi sahip olacak, insanını dilediği şekilde eğitecekti. Gölgesiz bir bayram havası Sibirya’nın derinliklerinde dalgalanıyordu.
Fakat kısa bir süre sonra yüreklerde kuşku belirmeye başladı; gün dönüyordu sanki. Bir ihanet fısıltısı dolaşıyordu dudaktan dudağa; inanılmak istenmiyordu bu ihanete; çünkü elde “öğretinin ilkeleri” vardı. İnanılmıyordu, ama General Frunze’nin emrinde toplanan kuvvetler, sevincin dağ rüzgârı misali sınırsız dalgalandığı topraklara yürümeye başlamıştı bile.
Her yer çelik miğferlilerin mitralyözleriyle dolmuştu. Bunlara karşı çıkanlar yalın ayak, ak gömlekli, yalın kılıçtılar. Karanlık geceler, ölüm saçan bataryaların alev kusmukları ve yalın kılıçlarla aydınlandı. Toprağı sulayan insan kanı, gübreleyen insan etiydi.
Doludizgin yağan karlarla, alev alev dökülen güneşlerle yalın ayaklıların tırnakları söküldü. Kılıç kabzalarını kavrayan bilekleri güçsüzleşti. Ak gömlekleriyle dokudukları duvar delindi. Çeşitli bölgelerde yalnızca gece karanlıklarında vardılar. Talihsizliklerini yenemeyeceklerini biliyorlar, ama gene de direniyorlardı. Bu direnişi hem ecdada, hem de gelecek nesle borç biliyorlar, insanlığa çağımızın gerçek çehresini de göstermek istiyorlardı.
Top tüfek sesleri arasında kurban bayramı geldi. Müslümanların bu kutsal günleri dolayısıyla General Frunze’nin insancıl duyguları ağır basarak dört günlük “ateşkes” ilan ettiğinde Fergana eyaletinin Yarçek köyünü de “karşı devrimciler”den temizlemişlerdi.
Başı dumanlı dağların koynunda Yarçek sanki hassas duyguların dokunmasıyla meydana gelmişti. Üç yanı ufuklara ulaşan mor tepelerle çevrilmiş, ancak bir yönüyle Fergana’nın verimli ovalarına kavuşabiliyordu. Dağlardan güneşin altın rengiyle sarmaş dolaş yuvarlanıp gelen yorgun sular, Yarçek’in düzlüğünde dinlenir ve tembel kıvrımlarla Fergana’nın derinliklerine doğru yol alırdı.
Yemyeşil ağaçların altında el emeğinin iz iz görüldüğü bakımlı bahçeler, bu sabah ayrı bir gürlükte okunan ezan sesiyle uyanmıştı. Büluğa ermiş çocuklar, ihtiyarlar camiyi doldurmuş, evlerde analar ve yaşmaklı gelinler kalmıştı. Yüreklerde tortulaşan ağıtlara rağmen herkeste bu kutsal güne hazırlanma gayreti vardı. Ne kadar yaslı da olsa bayramdı; Tanrı bağışıydı.
Atışları yeni durmuş kanlı bir yüreği andıran güneş, hırçın tepelerin arasından sıyrılarak ormanların üstüne koyu bir kurşunîlikle çöken perdeyi sıyırıp atmıştı. Yeşil yaprakların arasında binlerce pırıltı oynaşıyordu. Kuş sesleriyle donanmış ışıl ışıl tabiatın derinliklerinde, kutsal güne rağmen bir hüzün kımıldıyordu; çünkü yıllardan beri sürdürülen savaş artık iyice ümitsizleşmişti.
Bayram namazı kılındıktan sonra Tanrı’ya eller açıldı. Dağlarda savaşanların üzerinden koruyuculuğunu eksik etmemesi dileğiyle dualar bitirildi. Avuçlar teselli ümidiyle sakalları sıvazladı. Hayatı yeni yeni anlamaya başlayanların gözlerinde yaşlar tomurcuklandı.
Dışarıya çıkarlarken art arda birkaç tüfek sesi yankılandı. Caminin çatısında güneşlenen kuşlar ürkerek havalandı, yarım daireler çizip ağaçların arasında kayboldular. Gözler tüfeklerin patladığı yöne çevrildi; kimlere kıyılmıştı yine?… Caminin avlusundaki herkes gibi Sadık da iç çekti.
Nasıl iç çekmesindi!… Dağlarda vuruşan oğullarından büyüğü on beş gün önce şehit düşmüştü. Çiseli bir gecenin sabahına doğru ortanca oğlu Narmirza, ağabeyini sırtlayıp eve getirmişti. Sol göğsüne isabet eden kurşunla sessiz gittiği belliydi ama yüzünde donuklaşmayan bir gülümseme vardı. Tanrı katında ne kadar yüce bir yeri olduğunu bilmesine rağmen oğlunun acısı yüreğine kızgın bir ok gibi saplanmıştı; bir türlü azalmıyor, bilhassa son hâli, kanlı siyah gömleği gözünün önünden gitmiyordu. Şimdi ise dağlarda bir tek ortanca oğlu kalmıştı.
Caminin avlusunda bayramlaşma bittikten sonra yemeğe götürebilecek birini aradı. Komşularına bir şey söyleyemedi; evlerinde bulunmak isterlerdi; bir yabancı da yoktu. Yıllarca bayram sabahlarında katettiği yolu, yalnız yürümek istemediği gibi, bayram sabahı misafirlerle yemek de töre idi… Ne yazık ki bu defa eve yalnız dönmek zorunda kaldı.
Camiden biraz uzaklaşmıştı ki birkaç tüfek daha patladı. Uzaktan uzağa yankılanan bu patlayışlarla birlikte bakışlarında Narmirza’sının esmer yüzü belirdi; nasıl da kara gözlerinde yaşamak hırsı tutuşuyordu. Nemli bakışlarını mor dağlara çevirdi; ona dalgın tepeler bir felakete gebeymiş gibi geldi. Duruşunda namlulara yeni sürülen mermileri duymanın kuskusu vardı. Öylece bir süre kaldıktan sonra, göz kapaklarının altını yakan sıcak bir ıslaklıkla eve doğru yürüdü.
Ceviz ağacının altında durdu. Cebinden çıkardığı mendiliyle gözlerini kuruladı. Ne yapsın, bayramdı. Tanrı’nın kutsal gününde eve bir ağıt halinde gitmesinin gereği yoktu. Delik deşik olmuş ana yüreğine kezzap dökmenin ne anlamı vardı. Fakat birden içi burkuldu; katıla katıla ağlamak istiyordu, iri yaşlar yüzündeki derin çizgilerden aşağı birbirini kovalamaya başladı.
Bir ara sağduyusu varlığını ona yine hissettirdi; bugün bayramdı, karısının ve küçük Baymirza’sının sevinçlerine onun metanetinden başka dayanak olacak bir şey yoktu. Mendiliyle gözlerini kuruladı, yüzündeki ıslaklıkları sildi. Çevresine bakındı; bütün varlıklar her saniye canlılıklarından bir şeyler yitiriyor, zamanın sessizce kemirmesinden hiçbir yaratık kendini kurtaramıyordu. Rahat bir yatakta ölmektense bir ülkü uğruna baş verip Tanrı huzuruna çıkmak daha üstündü.
Herhangi bir şeyi değiştirmeyen bu üzüntünün gereksizliğini kavrıyor, ne çare ki önüne geçemiyordu. Avucunda sıktığı mendiliyle gözlerini kuruladı; köklü bir iç çekerek kendini yürümeğe zorladı.
“Neden üzülüyorum?… Dinimden, milletimden, vatanımdan evladımı mı esirgeyecektim… Ölmesini bilmeyenlere hayat hakkı nerede verilmiştir?..” ve benzeri cümlelerle kendini teselli etmeye çalışıyorsa da birkaç adımda bir dönüp dağlara bakmaktan kendini alamıyordu. “Baba yüreği” diyerek kafa salladı. “Bizler baba olmayanlardan daha mı çok duyguluyuz, daha mı çok insanız, neyiz?…”
Üç gün önce köyü didik didik arayıp, herhangi bir silah bırakmayan Rus ordusunun dağa doğru tırmanışı gözlerinin önüne geldi. Değişik tepelerde cılız bir şekilde karşı konuluyordu. Güçlü Rus ordusu ateşe başlayınca, o cılız karşı koyuş da sezilmez olmuştu.
Karısı Rabia onu avluda karşıladı; üstünde kar gibi bir entari, başında aynı beyazlıkta bir örtü vardı. Kaygan gözleri yaştan sıyrılarak gülümsemeye çalışıyordu; nurani yüzüne yılların iliştirdiği çizgiler dağılmak üzereydi sanki. Bu çabasının evlerinde bayram havasının esmesi için yüklendiği sorumluluğu idrak etmesinden ileri geldiği belliydi. Sadık da karısının çabasını bölüşme gayretiyle gülümsedi; iri, kara gözleri derinleşti. En bakir duygularla bayramlaştılar; birbirlerine sağlıklı, mutlu uzun yıllar dilediler.
Beraberce eve gelirlerken Baymirza koşarak dışarı çıktı; cıvıl cıvıl, beş yaşlarında esmer bir çocuktu. Bayramın bütün güzelliğini gözlerinde görmek mümkündü. Annesi yeni elbiselerini giydirmişti. “Baba! Baba!” diyerek Sadık’ın ellerine sarıldı. Babasının elini çabucak öptükten sonra annesinin eteğine karıştı. Sadık çömeldi; karısının eteğine sığınan Baymirza’yı gülümseyerek çıkardı; esmer, tombul yanaklarından öptü ve kucaklayıp kaldırdı.
Üçü birlikte eve girdiler. Rabia mutfağa gitti; baba ve oğul salondaki sedire oturdular.
Sadık bakışlarını değişik yerlerde gezdiriyor, sanki her baktığı yerde geçmiş bayramların mutluluklarını arıyordu. Fakat bakışları gitgide duruluyordu. Zihni hayallerle meşguldü. Bir ara gözleri açık kapıdan salona dökülen güneşe mıhlandı. Usul usul başka âleme kayar gibiydi. Kuşkulu bir titreklik de dudaklarında dolanmaya başladı… Bir süre sonra bakışlarını yanındaki Baymirza’ya çevirdi; boyun bükmüş, sessizce oturuyordu. Zoraki gülümsedi; yüzündeki sert çizgiler yayıldı. Geniş pençesiyle usulca Baymirza’nın kulağını yakaladı; “Ah” deyince hafiften çekmeye başladı.
– Eşeğe su verdin mi?
– Verdim.
– Soğuk mu, sıcak mı?
– Soğuk, soğuk.
Baymirza’nın kulağını hafifçe uzatarak:
– Dondu, dondu, dedi.
– Sıcak, sıcak.
– Oy! yandı, yandı.
Baymirza kıkırdıyor, Sadık da gülümsüyordu. Rabia mutfaktan seslendi.
– Çocuğun canını fazla yakma; elde avuçta bir o kaldı.
Sadık ciddileşti.
– Ağzını hayra aç hanım, Narmirza’yı da mı gözden çıkardın?
Sesi bulanıklaştı.
– Ah!.. Şimdi o dağlarda, kim bilir hangi kör kurşunun kurbanı olacak!
Yalvaran bir tonla karşılık verdi.
– Bu tür düşünceleri kalbinden silemedin gitti; kuşkun seni yiyip bitirecek.
– Öyle ama…
Sadık karısına hak vermiyor değildi; fakat metin olmak zorundaydı. Yaslı yaslı birkaç kere soluduktan sonra tekrar yanındaki Baymirza’ya döndü.
– Söyle oğlum, beni mi çok seviyorsun, anneni mi? Baymirza boyun büktü; esmer rengi hafitçe pembeleşti.
– Söyle oğlum, söyle.
Başını önüne eğen Baymirza:
– İkinizi de, dedi.
– Ne kadar sevdiğini göster bakayım.
Baymirza şaşkın bakışlarla kollarını açtı. Sadık, çevik bir hareketle Baymirza’nın iki elini bir avucuna alıp öptü; yüzünde beliren sevinç sanki bütün üzüntülerini silmişti. Mutfaktan Rabia sordu:
– Yemeğe kimseyi çağırmadın mı?
– Caminin avlusunda bir yabancı aradım; fakat yoktu.
– Komşulardan çağırsaydın bari.
– Herkes dertli; çoluk çocuklarının yanında bulunmak isterler diye kimseye söyleyemedim.
– Bayramlarda böyle ıssızlığa alışmadım da bana zor geliyor.
– Bana da zor geliyor; ama bir Tanrı misafiri bulamadım.
– Bu kurşun selinde kim başını evinden dışarı çıkarır? -Rabia’nın sesi sitemli bir hâl aldı- Kör olasıcalar! Su mu çıktı yurdunuzda! -Sesi değişti- Tanrım bu işin sonu neye varacak?
Son kelimeleri söylerken sesindeki üzüntü Sadık’ı can evinden vurdu; ama metin olmaya mecburdu.
– Üzülme hanım; vatanımız için elimizden geleni yapmasaydık yakınmaya hakkın olurdu. Hürriyetimize kavuşmak için yıllardan beri vuruşuyoruz. Ne çare ki kader bizi kötü sıkıştırmış. Düzenli orduların, top ve tüfeklerin karşısında bu kadar direnebilmek bile ancak ilahî yardımla mümkündür. Bunca gencin kanına Tanrı rahmetini herhalde esirgemez. Biz de bağımsız yaşamak hakkına kavuşuruz.
– Ah ne bileyim? İnşallah.
Sadık’ın gözlerine gene yaş hücum etti. Baymirza’ya sezdirmeden cebinden mendilini çıkardı ve gözlerini kurularken!
– Sana sığındık ya Rabbi, diye mırıldandı.
Sadık bakışlarını tekrar Baymirza’ya çevirdi; o, duruşuyla her şeyi bildiğini, acıları depreştirmemek için kendisinin de sorumluluğu olduğunu belli ediyordu.
Rabia elinde bir örtüyle mutfaktan çıktı; gözleri nemliydi. Kilimin üstüne örtüyü serdikten sonra tekrar mutfağa gidip siniyi getirdi.
Sofraya oturdular; Sadık besmeleyle kaşığı eline aldı; anne ve oğul da dudak kıpırdatarak kaşıklara uzandılar. Hiçbirinin konuşmayışı içli bir sessizliğe sebep oluyordu. Bayram sabahlarında pek görülmeyen bu sessizlikte siniye bırakılan kaşıkların tıkırdısı insanı duygulandırıyordu.
Henüz yemeği bitirmemişlerdi ki avluya iki Rus askeri girdi. Birinin tüfeği elindeydi. Tüfeği omzunda olanın sol elinde nar ve elmalarla dolu bir sepet vardı. Baymirza korktu, babasına sığınmak ister gibi bir hareket yaptı; Rabia’nın rengi değişti; Sadık soğukkanlı görünmeye çalışarak:
– Endişeye gerek yok, Frunze verdiği sözü tutacak kadar mert bir adamdır, diye fısıldadı.
Kapıya yaklaşan askerlerde de tedirginlik seziliyordu. Bir evden veya bir samanlıktan ateş edilme ihtimalinden doğabilirdi bu tedirginlik. Köyde ateşli bir silah bırakmamak için her yerin arandığını onlar da biliyorlardı; ama hayatı söz konusu olunca insan yüreği ne zaman tedirginlikten tam arınmıştı ki?… Babasından yüz bulamayan Baymirza annesinin kucağına sığındı. Sadık gülümseyerek ayağa kalktı, “Bayram boyunca sürecek olan ateşkes ilanından yararlanıp, gani gönüllü bir Türk’ün evinde iki lokma bir şey yemeyi ummuş olabilirler” düşüncesiyle onlara doğru adımını attı.
-İçeriye buyurun, sıcak bir çorba içersiniz.
Elinde sepet bulunan cevap verdi:
– Komutanımızın hediyesini verip döneceğiz.
– Ne olacak canım, herhalde bir çorba içecek kadar vaktiniz vardır?
– Sağ olun, hemen dönmek zorundayız.
– “Ateşkes”e rağmen niçin acele ediyorsunuz?
– Askerlik efendim. Diğeri de onu doğruladı:
– Askerlik.
– Komutanınızın aklına nereden esti?
– General Frunze çok iyi yürekli bir insandır; savaş istemez; ne çare ki eski rejimin kalıntılarını temizlemek zorunda.
Sadık sessizce iç çekerken asker devam ediyordu:
– İnsanlığın önüne açılan ufukta kötü bir talihsizlik sonucu, bundan kısa bir süre önce, oğlunuz hayata gözlerini yummuş. Sayın komutanımız bu talihsizlikten son derece müteessirdir. Onun nezdinde gerek kendi tarafından, gerekse karşı taraftan ölenlerin arasında hiçbir fark yoktur. Üzüntünüzü yürekten paylaştığını söylememizi emrettiler ve bu küçük hediyeyi kabul etmeniz ricasında bulundular.
Uzattığı sepeti Sadık alır almaz geri dönüp yürüdüler. Sadık:
– Komutanınıza teşekkür ederim, dedi. Bir dakika, sepeti boşaltıp vereyim.
Sepeti veren geri döndü.
– Teşekkürünüzü iletiriz; sepet de hediye olarak kalacak efendim.
Sadık, avludan çıkıncaya kadar onları bakışlarıyla uğurlarken içinden de “Bu askerlerin ne günahları var? Bunlar da emir kulu” diye geçirdi. Geriye döndüğünde karısının tavır koyan bakışlarıyla karşılaştı. Kendisi de yaralanmamış değildi; fakat olgunluğun dışında takınılacak herhangi bir tavrı gereksiz bulmuştu.
– Neden böyle kırgın bakıyorsun hanım? Oğlumuzun acısını azıcık da olsa paylaştığını göstermek için bu hediyeyi göndermiş. Demek ki bir insanlık örneği vermek istiyor.
-Yere batsın onun insanlığı! Hiç onlar bize insanlık mı yaparlar!
Sepeti aralarına koydu; tekrar sofraya oturdu.
– Öyle söyleme; her ne kadar onların elinden çok çektiysek de yıllardan beri “Bütün insanlar eşittir” diye bağırıyorlar. Belki de dediklerine yavaş yavaş inandıklarını göstermek istiyorlar. Geriye çevirsem daha iyi mi olurdu?
– Elbette daha iyi olurdu.
– Yok canım; en katı yürekte bile bir insanlık damarı yatar; onu köreltmeye hakkımız yoktur.
Bayram olduğu için Rabia sütlaç yapmıştı. Sütlaç tabaklarını getirmek niyetiyle ayağa kalkarken, elinin çarptığı sepet devrildi. Narların, elmaların altından yuvarlak bir paket çıktı. “Yemekten sonra toplarım” düşüncesiyle yürüdü. Rabia’nın getirdiği tabaklardaki sütlacı kaşıklarken konuşmaları aynı konuda devam etti. Rabia Ruslar hakkında hiç iyi düşünmüyordu. Sadık da onları sevmezdi; ama Rabia’yı yumuşatmağa çalışıyordu.
Siniyi kaldırırken bile Rabia’nın çatık kaşları çözülmedi. Mutfaktan geri geldiğinde paket Baymirza’nın kucağındaydı ve Sadık eliyle işaret ederek “Bana ver, bana ver” diyordu. Baymirza ise pakete sıkı sıkıya sarılmış, başını hafifçe öne eğmiş, nazlı bir tavırla babasına bakıyordu. Onların bu tavırları Rabia’nın çatık kaşlarını çözdü; yüzünde tatlı bir gülümseme dolaştı. Baymirza’nın başını okşadı.
-Bana ver kuzum, açıp sana vereyim.
Baymirza aynı şekilde babasına bakarken paketi annesine uzattı. Rabia, Baymirza’nın yanağını okşayıp, paketi aldı; kalın bir iple sımsıkı sarılmıştı. Oldukça da ağırdı. Eliyle biraz uğraştı, çözemedi. Gidip mutfaktan bıçak getirdi; ipi kesince paket gevşedi. Kat kat sarılmış kağıdı açmasıyla çığlıklarla yere serilmesi bir oldu. Korkudan çılgına dönen Baymirza çığlık çığlığa babasının kucağına atladı. Sadık, dışarıya fırlayan gözlerinde alev alev yanan öç alma duygularıyla ortanca oğlu Narmirza’nın kesik başına bakıyordu.