– Bugün hava çok güzel baba, beni gezmeye götürür müsün?
– Peki, Nevin… söyle, araba bulsunlar.
– Yok baba, ben yürümek istiyorum. Geçen sene bugün korunun öte tarafındaki ince yoldan deniz kenarına inmiştik. Gene öyle yaparız.
– Güzel ama…
– Yorulurum diye korkuyorsun değil mi baba? Nevin, bir parça hasta oldu diye çürüğe mi ayrıldı sanıyorsun? Ben, gene eskisi gibi yürüyebilirim. Demin evde olup da görmeliydin. Piyano çaldım, karanfilleri suladım; hatta havuzda köpeği yıkadım. Artık iyi oluyorum, baba. Göreceksin bir ay sonra eskisinden daha kuvvetli, daha şen, daha yaramaz bir kız olacağım.
İkindi güneşi, koyu kumral saçlarının kıvrımları içinde yaldızlı harelerle oynuyor, süzgün, şeffaf yüzüne hafif bir pembelik veriyordu.
– Gelecek bahara seninle uzak bir seyahate gideceğiz değil mi?
– Elbette Nevin..
Hamit bey, kızının ince bileklerini avuçları içine aldı. Aylardan beri ilk defa gözlerine bakmaya cesaret etti. Nevin’in birkaç mevsimlik ömrü kalmış olduğunu biliyordu. Kızının sarı benekli kır menekşelerine benzeyen gözlerine her bakışta ona musallat olan bir fikri vardı:
– Nevin ölecek! Bütün ömrümü sevgisine vakfettiğim bu taze güzel gözleri, bir zaman sonra buselerimle kapamak lazım gelecek.
Hamit Bey bir doktordu. Fakat onda bir doktordan ziyade bir politikacı ruhu vardı. Gençliğinin ilk senelerini hapislerde, sürgünlerde geçirmişti. Mamafih o, bu meslekte sebat edecek insan değildi. Çok dürüst ve metin bir ahlakı vardı. Bu tesirler altında politika hayatını adi, bütün o mücadeleleri, dedikoduları lüzumsuz ve sefil görmeye başladı. Hayatının bu ikinci safhasında Hamit bey, “serbest fikir” havarisi oldu. Ara sıra eski meslektaşları ile münakaşa ederdi. “İdareleri değiştirmek neye yarar? Her şeyden evvel ruhları değiştirmeli. İnsanlar, batıl itikatların tesiri altında yaşadıkça iyi, mesut olamazlar. Ben, harikulade bir doktor olmak, insanlık üzerinde büyük bir ameliyat yapmak isterim. Kalp denilen emel ve elem yatağını koparıp atmak, hayal denilen kokmuş kaynağı kurutmak… insanlar ancak o zaman mesut olabilirler. Bu şartlar içinde doğan, yaşayan, ölen bir insanın saadetini düşününüz. Her çocuk, bir karanlık âlem gibi doğuyor. Fikirlerin berrak meşalesi yavaş yavaş yanıyor. Hayat, bu ışıklar içinde bir eğlenceye benziyor. Sonra bir gün elem, ezel düşüncesi, ebet endişesi… Ne olduğunu bilmeden bu ziya âlemine gözlerini kapıyor.”
Doktor Hamit’in kuru, haşin, maddi nazariyeleri etrafındakileri daima biraz ürkütmüştü. Fakat dürüst ruhu, inkâr ettiği kalbinden gizli bir kaynak gibi sızan rikkat ve şefkati, ona anlaşılmaz bir cazibe verirdi. Zevcesi, vefat ettiği zaman kırk yaşındaydı. Kızı Nevin, on iki yaşında öksüz kalıyordu. Yeniden bir aile yuvası kurabilirdi. Fakat henüz genç olmasına rağmen içinde anlaşılmaz bir yaşamak yorgunluğu vardı. Hayatını Nevin’e vakfetmeye karar verdi. Kendi nazariyelerini çocuğuna tatbik edecek, onu itikatsız, açık vicdanlı, mesut, maddi bir genç kız olarak yetiştirecekti.
ilk işi, çocuğunu hayalperver masallar söyleyen dadısıyla evdeki çocuklara yeşil renkli baş örtüleri örttürüp ilahiler okutan hoca hanımdan ayırmak oldu.
Bu çocuk ruhuna daha iyi etki etmek için o da çocuk oluyor, saatlerce Nevin’le oynuyor, sonra küçük kızı, dizlerinin üstüne alarak ona yavaş yavaş fikirlerini telkine başlıyordu.
Nevin, on sekizine gelmişti. Babasını bir mabut gibi seviyordu. Açık fikirli, iyi ahlaklı bir genç kız olmuştu. Hali, tavrı, biraz çocuğa benziyordu. Fakat fikri, ruhu itibariyle öteki akraba çocuklarından büsbütün başkaydı. Hamit Bey, ‘güzel eserim’ diye onunla iftihar ediyordu. Fakat bu ‘güzel eser’in bir şeyi eksikti: neşe ve emel. Nevin kış sonlarından beri hastaydı. Bütün tedbirlere rağmen günden güne ilerleyen bir veremi vardı. Dünya, Hamit Bey’in başına yıkılmıştı. Fakat onun baba olarak bir vazifesi daha vardı: Çocuğunu ölünceye kadar mesut etmek! Ara sıra onu toprağa bıraktıktan sonra boş evine döneceği geceyi düşünürdü. Öyle sanıyordu ki Nevin’in bütün arzuları yerine gelirse o gecenin acısına daha mazlumane tahammül edecek. Fakat Nevin, hiçbir şey istemiyordu. O, ne teklif ederse gözlerini önüne indiriyor : “Sen bilirsin baba” diyordu.
Ağaçların arasındaki dar yoldan denize iniyorlardı. Nevin, başörtüsünü omuzlarına indirmiş, kıvırcık çocuk başı, akşam güneşinin içinde daha sarı, gözleri, daha taze ve mesut, babasının önünde, yürüyordu.
Bir taş yığınından ibaret kalmış, yosunlu bir çeşme başında iki fakir kız çocuğuna rastladılar. Büyüğü on iki, küçüğü yedi yaşlarındaydı.
Küçük kız, elindeki teneke maşrapaya çeşmeden su doldurmuş, korka korka Nevin’e yaklaşmıştı.
Hamit Bey, gülümsedi, yeleğinin cebinden birkaç kuruş çıkarıp çocuğa uzattı.
– Al kızım, su istemiyoruz.
Kız, parayı kabul etmiyor, anlaşılmaz bir inatla suyu boyuna uzatıyordu.
Hamit Bey, kızın ablasıyla konuşmaya başladı:
– Kardeşin niçin mutlaka su vermek istiyor?
O, mahcup bir tebessümle cevap verdi:
– Bizim annemiz öldü, şuracıktaki mezarda yatar. Hoca söyledi ki, ölüler, geceleri susuzluktan yanarlarmış… Dünyada kalan çocukları, susamışlara su verirse onlar da serinlermiş. Yolculara su verdiğimiz geceler, annemiz, yeşil duvaklarla Ayşe’nin rüyasına giriyor, değil mi Ayşe?
Nevin’in eteğini hâlâ bırakmayan küçük kız, başını sallayarak gülümsedi. Ablası devam ediyordu. “Bugün buradan kimse geçmedi. Artık gidelim” diyorum. Ayşe, “Annemiz, susuz ne yapar?” diye ağlıyor.
Nevin, küçüğün yüzünü yakından görmek ister gibi yere çömeldi. Hamit Bey, onun maşrapayı aldığını, mukaddes bir şey öper gibi dudaklarına götürdüğünü gördü, hemen bileğine sarıldı:
– Ne yapıyorsun, Nevin, bu pis su içilir mi? Hasta mı olacaksın?
Nevin yavaş yavaş ağlayarak:
– Bırak baba, dedi. Ayşe’nin annesi de benim annem gibi susuz yanmasın.
– Ne diyorsun, Nevin, bunu senin ağzından mı işitiyorum? Sen ki serbest fikirli bir kızsın.
Genç kız, ağlamakta devam ediyordu:
– Neme lazım, madem ki Ayşe inanıyor!
Hamit Bey, bembeyaz kesilmişti. Nevin’in solgun yanaklarından akan yaşlar, maşrapadaki bulanık suya karışıyor, ince dudaklarının kenarından sızan boğuk hıçkırıklarla titreyen boynuna, göğsüne damlıyordu. Hamit Bey, artık maşrapayı onun elinden almayı düşünmüyordu. Ona öyle geliyordu ki Nevin, bu suyu bir hülya ve teselli ırmağından içiyor. Kendisinin bütün şefkati, ihtimamı, onu bu bulanık su kadar mesut etmedi. Nevin, bu sudan içtikten sonra mesut ölecek.
Nevin, çeşmeden avuçlarına su alarak yüzünü yıkıyor, fakat gözyaşları bir türlü dinmek bilmiyordu. Hamit Bey korkak, mahcup bir teessürle onun ellerini tuttu:
“Bu avuçlardan bana da su içir, Nevin, bizim ölülerimiz de susuz kalmasın.” dedi.
Hamit Bey, birkaç ay sonra toprak olacak, bu küçük avuçların suyunu içerken başka bir hayata doğduğunu hissediyordu. Genç kız, boğuk hıçkırıklarla ağlayarak babasının boynuna sarılıyor, onu titrek, ıslak dudakları ile tekrar tekrar öpüyordu.
– Baba, artık gönüllerimizi birbirimize açabiliriz. Sana bütün ruhumu söyleyeceğim. Annem öldüğü vakit ne kadar ağladığımı biliyorsun. Fakat şimdi anlıyorum, o gözyaşlarında ne acı, ne doyulmaz lezzetler vardı? Ne zaman bir öd ağacı, bir günlük parçası yansa, hâlâ annemin öldüğü günü, bütün o lezzetli zehirle koklarım baba! Ah o gün… ihtiyarlar, tazeler, kocaman erkekler, mini mini çocuklar, birbirlerine sarılıp ağlaşıyorlardı. Bütün konak, bir tek ağlayan, inleyen ruh olmuştu. Hatta ölen, bizimle beraberdi baba! Bütün bu kan, ruh, sevgi rabıtaları ile bağlı insanların dünya gibi ahirette de ayrılmayacağına inanıyordum. Dadımın masalları, hocamın sözleri arasından ben de annemin, Ayşe’nin annesi gibi, cennet bağlarında yeşil duvaklarla gezdiğini görüyordum. Öteki kızlar, hocamızın önünde, başlarında yeşil renkli başörtüleriyle, yanık ilahiler okurken, sen beni onlardan ayırdın… Bu dünyada kapanan gözlerin bir daha açılmayacağını, bütün bu birbirini seven, zaman zaman birbirinden bu kadar acıklı ayrılıklarla ayrılan insanların ayrı ayrı mezarlarında çürüdüklerini söyledin. Evvela sana inanmıyordum, baba.. Fakat senin şüphelerin benim kalbimi de kemirmeye başlamıştı.
Bir gece Çamlıca’dan dönüyorduk… Bana gökleri, Samanyolu’nu, yıldızları gösterdin… Bu göklerin bomboş, hatta oradaki ışıkların bile bizim gözlerimizin vehminden başka bir şey olmadığını söyledin. O geceden sonra benim bütün kâinatım, bütün ümitlerim yıkılıyordu. Bu dünyaya gözlerini kapar kapamaz, başka âleme gözlerini açacağına, orada bütün sevdiklerini, sevgilerini bulacağına inanan bir kız çocuğu için ölenlerin ayrı ayrı mezarlarda çürüyüp gittiklerini düşünmek…
Bu ümitsizliğe senelerce alışamadım. Senelerce ümitsiz ve ferdasız ölümün acısını çektim. Annem gibi, bütün sevdiklerim gibi seni de kaybedecektim. Artık gözlerimiz birbirine bakmayacak, birbirimizi sevmeyecektik.
Nihayet istediğin gibi bir kız oldum baba! Zihni ile yaşayan, dürüst vicdanlı bir kız… Artık bir şeye inanmıyordum. Etraftakilere karşı bir gururum vardı. Fakat ne hazin gurur!
Sen, bu kadarla da yetinmedin, baba… Sevgiden, vefadan, dünya yüzünde doğup ölmesine yavaş yavaş alıştığım şeylerden de şüphe ediyordum. Birbirini anlayıp sevmeyen, birbirlerine karşı sade insanlık vazifesini yapmakla yetinen insanlarla, sade fikirlerin meşalesiyle dolan dünya, bana kâfi gelmiyordu. Ben öleceğim baba, bunu saklamaya lüzum yok… Beni hangi teselli ile mezarıma göndereceksin?.. Mamafih ölümüme o kadar acıma baba… İnanmak ve sevmek ihtiyaçlarını kaybetmiş bir insanın vaktinden evvel ölmesine niçin acımalı?
Nevin, babasına bunları söyleyemeden öldü. Hamit Bey, bu şikâyetleri onun şimdi ölmüş dudaklarının hayalinde duyuyor. İhtiyar doktor, o tenha koru yolundaki çeşmeyi tamir ettirdi. Her akşamüstü, oraya gelip oturuyor. Köylü çocuklarını, seyyahları, yollarından çevirerek bu çeşmeden bir yudum su içmeleri için yalvarıyor.