Çok nadir bir mevzu üzerinde bir tetkikte bulunmak isterdim. Ancak bu mevzuu, edebiyatın hurda neşriyatına meraklı olup birçok gazete ve mecmuada makalelerini toplamış olanlar benden iyi ifa ederler; bunun’çün bu arzumu yerine getiremeyeceğim. Ancak bu mevzuun yakasını açmakla iktifa edeceğim.
Bu nadir mevzu nedir? Önce onu söyleyeyim. Yirmi seneden beri bizde çok yeni, çok meraklı bir dâiye kendini gösterdi. Millete yol göstermek isteğiyle malûl olan birçok irfan adamları ve bunların arasında ekseriya yeni kanatlanan gençler, zaman zaman, “Biz nasıl bir şiir isteriz?” müddeasıyla hayli yazılar neşrettiler. “Bizim devrimizin şiiri ne cins bir şiirdi?” İleride bu bir mevzu olursa, “Bizim devrimizde birçok rehberler nasıl bir şiir istiyorlardı?” Bu da bir mevzudur. Hem de devrimizin hale-tiruhiyesinden meraklı bir köşeyi gösterecek bir mevzudur, fikrindeyim.
Alafranga Türklerden evvelkiler: “Nasıl bir şiir isteriz” gibi bir arzuyu ifade etmemişlerdi. Yani, daha bariz bir tarifle, milletin şiirini kendi fikirlerine göre bir inhisar kaydı altına almak müddeasında bulunmamışlardı. “Kudema”nın şiirde en bâlâper-vâzâne iddiaları ancak kendi şiirlerinin yeni veyahut bambaşka bir cevher olduğu sadedine kadar giderdi. “Şiir nedir ve nasıl olmalıdır?” iddiası alafranga Türklerin şiirin başına geçmeleriyle başladı. Recâîzâde Ekrem Bey’in: “Bu da bir şi’r-i muhzin-î dîğer…”, “Bu da bir şi’r-i eltaf-î dîğer…”, “Bu da bir şi’r-i müthiş-î dîğer…” nakaratlı mısralarıyla kâh sonbahar yapraklarının kâh bir kızın bahçede hırâmını, kâh şimşeklerin çakmasını birer şiir olarak tavsif ettiği maruf menzume, bu vadide aldığımız ilk edebiyat dersi idi. Yani şiirin yalnız vezinden ve kafiyeden ibaret bir şey değil, çok ve çok daha geniş olduğunu öğrenmeğe başlıyorduk. Yol açılmıştı. Kaarilerin eski itaati gevşemeğe yüz tutmuştu. Ufuklar genişledikçe genişleyecekti. Şiirin görülen ve görülmeyen kâinattan daha hudutsuz bir şey olduğunu anlayacaktık. Mamafih Recâîzâde’den sonra Tevfik Fikret gibi inzibat şiarlı bir şairin toplayıcı kudretiyle bir müddet söz büsbütün ayağa düşmedi. Edebiyat-ı Cedîde, idrak ettiğimiz yeniliklerin en müfriti olduğu hâlde, yine kendi dairesinde, derli toplu bir manzaraydı. Bu manzara, cazibesiyle, “Nasıl bir şiir isteriz?” diyen deryadil nazariyecilerin zuhuruna bir müddüt mani oldu.
Lâkin Meşrutiyet’ten sonra, bir şair zümresini ve yeni bir çığırı demirden elinde tutan bir baş zuhur etmediğinden benlik taşkınlığından başka bir kudreti olmayan teferrüt coşkunları şiirin mutlak tariflerini ortaya sürdüler. Gelip geçici dahilerin, biribirinin ayağını kaydırarak teselsül ettiklerini gördük. Lâkin, bunların arkasından, hemen, daha vahim bir takım türedi. Bu takımdaki müddeiler, evvelkiler gibi, şiirle alâkadar da değildiler; şiiri söylediklerinden veyahut anladıklarından değil, şiiri cemiyyet-i beşeriyeye en nafi ve uygun bir kıymete talep eden rehberlerdi.
Bunlar (a) ben “bir takım” dedim; çünkü zihince mahiyetleri aynıdır. Lâkin bu takımın müteaddit mezheplerde olduğunu söylemek hakşinaslık olur; bunların kimi azgın milliyetperverdi. Kimi de aksine olarak, beşeriyetçi idi; kimi ne o ve ne bu, yalnız şiirin ziyan olmaması için insanlara nafi şeyleri öğretecek bir vasıta olmasını isteyen, ciddî, hayırperver zevattandı. Bu son zeminde en ziyade nesayihde bulunmuş olan “İkdam” müdürü Ah-med Cevdet Beyin tarif ettiği şiire bir şekil vererek, Refik Hâlid hayli muvaffak bir nesir neşretmişti. Müddeaları malûm mesleklere tevafuk eden bunlardan sonra yeni felsefenin neticelerine göre yepyeni bir şiir isteyenler geliyordu. Bunlar ekseriya gençlerdendi. Bir kısmı İstanbul Darülfünûnu’nun felsefe şubesinden coşmuştular. Bir kısmı da Almanya’dan, Almanya’da iktisat ve felsefe karışık tahsillerden cûş ü hurûş ederek çok öfkeli, demir gibi sert ve uğultulu bir hiddetten başka hiçbir mana ifade etmeyen bir lisan kullanıyorlardı.
Bu lisan büyük babalarımızın bir vakit Fransa’dan dönen alafranga gençler ağzından, gülümseyerek işittikleri hoppa bir küstahlık kıratında değildi; bilâkis insanın kafasına sersemletici bir darbe gibi geliyordu. Alman Dârülfünûn’larının bu şeydala-rı, yalnız bizim değil, bütün Avrupa’nın pıhtılaşmış bir unsur olduğunu, dirilmek, kalkmak, atılmak ihtiyaçlarını haber veriyorlardı, bu son zümrenin şiiri tarifi mitralyöz ateşi gibi şiddetli geldiğinden kafalara ancak biraz sersemlik verebildi; her nedense değerleri kadar olsun kuvvetli bir tesir bırakmadı.
“Biz nasıl bir şiir isteriz?” diyenlerden birçoğu ile görüştüm; şiirle uğraşmak gibi bir iptilâm yüzünden bu rehberlerin sert sadmelerine uğradığım da oldu. Fikirlerini hususî ıstılahlarla hayli izah ettikten sonra, yumruklarını asabî bir hareketle sıkarak ve yüzüme bakarak: “Biz nasıl bir şiir isteriz? Anlatabiliyor muyum?” diyen bir gence dedim ki: “Sizin istediğiniz şiiri ben söylersem ve siz dinlerseniz mükemmel bir şey olmaz. O şiiri benden ve herkesten iyi siz söyleyebilirsiniz, ben ve benim gibiler de dinler ve mehmâ-emken anlamağa çalışır. Biz anlamazsak elbette anlayanlar bulunur, siz de bir cemaatin başı olursunuz. Ben ancak benim duyduğum bir şiir varsa ve o şiiri de söyleye-biliyorsam insanların nazarında bir değirim vardır. Zannediyorum ki şairi telâkki etmek bahsinde esaslı bir hatanız sizi beyhude asabîleştiriyor. Bir milletin içinde şairliği mukadder olan insanlar zuhur ederler ve o insanlar, şayet delâlette iseler yeni yeni hakikatlerden haberdar olunurlar ve doğru yola girerler, böylece o millette şiir işi düzelir, gibi çetin bir itikadınız var. Müsaadenizle söyleyeyim ki bu itikat doğru değildir. Musikiden mütelezziz olanların bir saz takımına falan parçayı çalmasını emretmeleri mümkündür, lâkin musiki parçalarını vücuda getiren bestekâra bu emri vermeleri tabiatın kanununa mugaayirdir. Hayatta musikiyi bestekârlar sevk eder ve dinleyenler sevk olunurlar. Bu fikirdeyim ki: Şiirimiz olmadığını söyleyen ve nasıl bir şiir istediğimizi bilen siz ve diğer rehberler bu şiirleri söyledikleri saatten sonra bu bahis kapanır, çünkü yeni bir şiirimiz olur. Şiirin yepyeni bir telâkkisini ortaya sürdükten sonra tahakkuk ettirilmiş şekillerini de göstererek birer çığır açmış insanlar Avrupa milletlerinde zuhur ettiler. Stéphane Mallermé, şiir şiir olalı, en yakası açılmamış bir telâkkiyi getirmişti. Muvaffak da oldu. Çığırı hâlâ yalnız Fransa’da değil, birçok Avrupa milletleri arasında bazı zümrelerin güttükleri bir çığırdır, İngiltere’de Préraphaeliste’ler de bu nevidendirler. Lâkin misallerle sizi yormayayım. Asıl fikrimi mütereddit bırakan noktaya geleyim: Mallermé kapalı, müphem, akim, daha fazla musikiye sapıtmış, hâsılı her ne olursa olsun, meziyet veyahut nakısa telâkki olunan bütün evsafiyle beraber muhakkak ki şairdi, yani şair cinsinden di. Demek istiyorum ki benî-beşer arasında, ister şiire, ister başka bir şeye rehberlik etmek ancak o’ şeyin cinsinden olmağa mütevakkıftır. Dikkat ediniz; görürsünüz ki cihana gelmiş olan bütün peygamberler hepsi peygamber cinsindendirler. Bütün fevkalâde serdarlar asker cinsinden yetişmedirler; bütün mucitler icatlarının nevilerine hilkaten mensupturlar. Coğrafyayı, Christophe Colomb’dan yüz derece daha iyi bilen lâkin gemici olmayan bir âlimin Amerika’yı keşfedemeyeceği de ikinci bir bahis olarak gelir. Yani bütün ulûm-ı diniyyeyi hatmetmiş bir mutasavvıfın ümmî olan Muhammed gibi, yahut da ondan farksız derecede tahsilsiz olan İsa gibi peygamber olmayacağı, yahut da ulûm-ı askeriyyede asrının ferîdi olan âlim bir askerin İsveç Kralı XII. Charles veyahut da Yavuz Sultan Selim gibi ordular sevk edemeyeceği meselesini ikinci ve katmerli bir bahis olarak tetkik etmeniz lüzumu da varittir.”
Bu cevaptaki mülâhazaları bir yana bıraktıktan sonra mantık ve muhakeme usulünü de terk ederek, bu bahsi bir de iyi şiir vermiş devirlerin müşahedesiyle tenvir etmek doğru olur. Yunan, Roma, Arap, Müslüman İran, İtalyan Rönesansı, Kraliçe Elizabeth devri, İspanyol edebiyatının inkişafı devri, On dördüncü Louis devri, Alman uyanışı, hâsılı şiirin en yüksek bir kıratta tecelli etmiş olduğu bu zemin ve zamanlarda hiç şaşmayan bir farika nazar-ı dikkate çarpıyor. Bu farika şudur: En büyük eserleri vermiş olan devirler -ne kadar gariptir ki- inkıyat devirleridir.
Yahya Kemal BEYATLI