1910’da Diyarbakır’da doğdu. 1931’de İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdi, daha sonra Mülkiye Mektebi’ne girdi ve öğrenimini Paris’te tamamlamak amacıyla Fransa’ya gitti(1939). Ancak 2.Dünya Savaşı çıkınca yurda döndü (1940), askerliğini yaptı. Daha sonra Anadolu Ajansı’na çevirmen olarak girdi (1944), bir ara da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde çalıştı. Çalışma Bakanlığında görev yaptığı sırada görev yaptığı sırada ağır bir hastalığa yakalanmış (1952), 1956’da ölmüştür.
Yazmaya okul yıllarında başladığını söyleyen Tarancı, şöyle demektedir: “Edebiyata karşı duyduğum heves Fransız mektebine kadar gider. Annemden uzakta bulunmam, mektepteki yabancı ve kasvetli hava zaten hasta olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu karanlıkları biraz da sınıfta okuduğumuz edebi parçalardan ilham alarak parlak kelimeler, göz kamaştırıcı teşbihler ve süslü cümlelerle anlatmaya çalışıyordum.
Tarancı, ilk şiirinin yirmi kadar manzumesini götürdüğü ve tek bir manzumeyi seçen Halit Fahri Ozansoy tarafından Servetifünun dergisinde yayımlandığını belirtmekte ve imzamı gördüğüm gün sevinç içindeydim, demektedir. Muhit dergisinde de şiirler yayımlayan (1930) Tarancı, sonraki yıllarda Varlık, İstanbul, Doğuş, Yaratış gibi dergilerde yazı hayatını sürdürmüştür.
Takma adlarla ve imzalarıyla ara sıra öykü de yazan, ama bunları şair kimliğine yakıştıramayan Tarancı, yaşamının sonuna kadar eksilmez bir aşkla şiire bağlı kalmıştır.
Eserleri:
Şiir: Ömrümde Sükut (1933)
Otuz Beş Yaş (1946)
Düşten Güzel (1952)
Sonrası (1957)
Düzyazı: Ziya’ya Mektuplar
Hikayeleri
Cahit Sıtkı Tarancı’nın Sanatı:
Fransız şiiri ile çok genç yaşta temasa geçen Tarancı, önce Lamartine’e bağlanmış, ama Galatasaray’ın onuncu sınıfında Baudelaire’i keşfetmesi, onun tüm yaşamını değiştirmiştir. Şunları söyler: “Baudelaire’i okuduktan sonra düşünüşüm, duyuşum, görüşüm değişti. Daha doğrusu Baudelaire elinde tuttuğu canlı meşale ile bana tutacağım, tutmam gereken yolu gösterdi. Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti: İçimle dışım arasındaki farkı Kötülük Çiçekleri’ni okuduktan sonra idrak ettim. Baudelarie bana kendi kendimi buldurttu ve ben hayatımı, Baudelaire’i okuduktan sonra diye iki fasla ayırmaktayım..”
İfrit’le Savaş:
Tarancı’nın Baudelaire hayranlığı, daha çok biçime ve dilin kullanımına ilişkin bir hayranlık olarak kalmış, Tarancı Fransız şairi gibi bir tür itirafçı şiire yönelmemiştir. “Gece koynumda boşluğunu duyduğum o ren, ses, koku ve etten mürekkep dişi mevcudiyete hasretim gittikçe artmaktadır.” Diyen Tarancı bu tensel isteği şiirlerinde neredeyse perdelenmiş, Eros’u perdelenmiş, Eros’u egemen aşk retoriği içinde konumlandırmıştır. Aslında Tarancı’da Baudelaire gibi bir şiir kurmak için gerekli özellikler bulunmaktadır: Yalnızlık, kadınsızlık. Form meselesine ısrarla katılıp kalmasına neden olduğunu söylediği fizik çirkinlik ve alkol. Ama Tarancı’nın şiirinde Daemon çok az ele verir kendini. Onun sesini hemen susturur Cahit Sıtkı. “Uykusuz gecemde bir kadın / Gözlerinin ay ışığında / Vücudu kar beyazlığında / Saçları bir hazine altın.” Ama arzulayan Eros’u, etin kavrulan diliyle değil, Estet’in diliyle konuşturmayı seçer ve ikinci kıtada her şey anıştırma (ima) düzeyinde kalır: “Ne ateşimden haberi var / Ne bilir çıplak olduğunu/ Duymadan güzel ve bahtiyar.” Kuşkusuz zariftir, incedir, hatta kırılgandır. Ama şehevi değildir. Şehveti yüceltmez, onu tinselleştirmeye çalışır.
Olumsuzdan olumluyu çıkarmayı istemektedir; kimi zaman isyan duygusuna kapılır, kendi gerçeğini olanca sorumluluğu ile görür: “Bu akşam ilk olarak ağladım / Bekar odamın penceresinde / Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?/ Ne geçti elime bu hayatın / Meyhanesinde, kerhanesinde / Yatağım her gece böyle soğuk / Saadet bu ömrün neresinde?” Şairin toplumca iyi karşılanan, kurumlaşmış değerlere özlemi vardır: Kendi marjinal varlığını yenilmiş sayar.
Baudelaire gibi içindeki kuyunun derinlerine inmekten kaçındığı gibi toplumsal çirkefin de tam içine karışmaz; onu tecrübe etme, yaşamaz, sezinler sadece; daha da ötesinde korunmak ister.
Alkol: Silah ve Sığınak
Bu dünyanın dayanılmazlığına katlanmak, kötülükten uzak durmak için; kendisine iyiliklerle, güzelliklerle, sevinçlerle dolu düşsel bir evren kurabilmek için, zamanın (ölümün) tik-takını durdumak, duymamak için alkole sığınır, alkolden medet umar:
ABBAS
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Kimi zaman alkolün sığındığı karanlığından, kendisini dünyadan yalıtan kımıltısızlığından kurtulmak ister:
Paydos bundan böyle çılgınlıklara!
Sert konuşmaya başladı aynalar,
Yetişir koştum aşkın peşi sıra;
Bitirdi beni bu içki, bu kumar.
Ama yapamaz. Alkol, kendisini koruyan tek silah ve sığınaktır. Oraya sığınır ve Rimbaud gibi güzelliği dizlerine oturtur. Tek farkla. Sövmez ona. Güzelliği, iyiliğe eş değer tutar. Herkes için diler:
Bütün erkekler delikanlı
Bütün kadınlar genç kız
Fakirinde refah
Hastasında sağlık
Öğrencisinde başarı
Bütün kızlar beni seviyor gibi
Masamda kağıt kalem dertli durur
Karaladığım son şiirler
Ve yazmayı beceremediğim
Bütün satırlarım şiir
Sorulsa çocuk bahçesi derim
Karşıdaki mezarlık
Bu sabah hava berrak
Bu sabah her şey billurdan gibi.
Dil, Dünya, Duyarlık
Cahit Sıtkı’nın şair tanımı: “Kunduracıdan ayakkabı beklediğimiz gibi şairden de şiir bekleyelim. Nasıl ki kunduracı hem iskarpin hem terlik hem potin hem çizme yaparsa şair de gününe ve şartlarına göre ıstırap şiiri, aşk şiiri, isyan şiiri, ölüm şiiri, kurtuluş şiiri yazar.
Ona göre : “Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır.”
Biçim (Form)
“Söylemek istediği şeyin (his, hayal, fikir, intiba vb.) nasıl söylenmek istediğini sezerek, keşfederek onu o şekilde söylemeye form diyorum. Tabii bunun için de ifade vasıtamız olan kelimelere gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız imişler gibi muamele etmek, onları uzviyetimizin parçaları olarak kabul etmek lazımdır. Kelimelerle bu kadar içli dışı olduktan sonra hangi hissin müphem söylenmesi, hangi fikrin kuvvetle ifade edilmesi, hangi hayalin kırık dökük anlatılması gerektiğini sezmek ve ona özlediği formu bahşetmek, biraz dikkate, biraz çalışmaya mütevakkıftır. Şiirde hiçbir vezinle, hiçbir peşin hükümle eli kolu bağlı olmamak icap eder derken bu fikirle hareket etmekteyim. Yani şiir kendi hayatını yaşamalı, istediği formu şaire empoze etmelidir ve şair şiirinin bu hasretini sezip ona o formu vermelidir, demek istiyorum. Baudelaire’in, Verlaine’in, Mallermen’nin, Valery’nin, Rimbaud’nun ilh. hep mütenevvi vezinlerle yazmasını mütenevvi topografik şekillerde olmasını, bu hakikati ve zarureti anlamış olmalarında aramak gerekir.”
Ses (müzik)
Şiirde okuyucuya duyurmak istediğimiz şeyleri ses halinde duyurmakla mükellefiz. Şairin mesuliyeti ve şerefi sesle başlar, sesle biter. Yoksa kelimenin tek başına manasından beklenen güzellik, nesir hudutları içine girer. Var mı yok mu ses. Şiir madeni, güzellikler hazinesi, şairin Pantheon’u sestir.
Sözcük
“Kelime nedir? Annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir, hayaldir, yani bir manası, tedavisi, bir gölgesi, hatta bir rengi ve adı olan nesnedir. Kelime insanoğlundan haber verir. İnsanoğlunu işlemek her sanatkarın borcudur. İnsanoğlu dünyanın en zengin madenidir. Kelime dedik ama boş bir şey değil ki. Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur. Şu var ki kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lazım.”
Tarancı’nın ısrarla üzerinde durduğu bu ögeler son kertede Yahya Kemal’in “Mısra benim haysiyetimdir.” sözünde dile getirdiği Parnasçı anlayışa eklemlenir. Bütün bu kaygılar dilin içinde yer alırlar. Tarancı’nın derdi dildir. Ama hemen belirtmek gerekir ki bu hemen tümüyle dolaşımdaki günlük dildir. Tarancı izleklerinde olduğu gibi dilinde ortalama ve ortaklaşa olanın dışına çıkmayı istemez.
O, ne Nazım Hikmet,Fazıl Hüsnü, Asaf Çelebi gibi kişisel/bireysel bir sözlük yaratır ne de Orhan Veli, Cahit Külebi gibi şairanenin yıkılmasını ister.
Şair toplumla çatışma içinde olmamıştır.
Turgut Uyar, Tarancı için: “Bütün yeteneklerine, bütün sağlam sezgilerine karşın bir yitik kuşağın şairidir. İyi bir divan-hece uygulayıcısı, kötü bir gözlemci. Onu sevenlerin, onu en yüce şair belleyenlerin zayıflığı da burada: Hiçbir şeye, hiçbir şey kalmadan gelip geçmiş bir yaşama, şairin mutlaka yeni bir şey getirmesinin gerekli olup olmadığı sorulabilir. Gerekli değildir kuşkusuz. Ama şiir –özellikle yapısı ve varlığı gereği-değişen toplum şartlarını, dolayısıyla değişen insanın intibak huzursuzluğunu taşır; bir değişmenin varlığını geçerliliğini; huzursuzluğunu ve yerleşmişe aykırılığı ile topluma iletir. Devralınan değerler ve duygular da sürgit kullanılamaz. Bir yerde, birden toplum eskitiverir şairi.”
Aksal, Cahit Sıtkı için: Şimdi Cahit Sıtkı’nın şiirinin niteliklerinden en belirgininin hangisi olduğunu düşünsem ne diyebilirim? Öyle sanıyorum ki önce o şiirin doğanın gerçeğiyle uyumlu olduğunu, bu sebeple mantığın düzenini koruduğunu söylemek gerekir. Gerçeğe büyük duyarlıkla öykünür, böyle olduğu için de okurunu şaşırtmaz.
Necatigil de onun hakkında: Dünyaya, hayata yeni bir pencere açan her bahtiyar sanatçıdaki yaratıcılık gururunun türküsünü yavaş sesle ve alçak gönüllü, şöyle yazmıştı şimdi yankısını derinlerde duyduğumuz o türküyü:
Uzak bir iklimin ılık havasında
Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır
Bense camlar, camlar, camlar, camlar arkasında
Cahit Sıtkı romantik ve hassas bir şairdir. Şiirlerini yaşama sevinci ile yoğurmuştur.
Ne doğan güne hükmüm geçer
Ne halden anlayan bulunur
diye başlayan meşhur şiirinde bu özellik açıkça görülür.
Yalnızlık, ölüm, yaşamanın ve aşkın güzelliği başlıca temalarını teşkil eder. Hayata bağlılığında ve ölüm korkusunda ömrünün hastalıklarla geçmiş olmasının da büyük tesiri vardır. Dini ve felsefi temalardan uzak kalmıştır. Bu özelliği ile 1940’lardan sonra çıkan edebiyatçı ve şairler neslinin bir parçasıdır. Bilindiği gibi bu nesil, bütün manevi değerlerini kaybetmiş, inanç bakımından boşlukta kalmıştır. Dine ve tarihe inanmaz, sadece dünyaya değer verirler. 20 yıl ara ile patlak veren iki cihan harbinin yarattığı dehşet ve ölüm korkusu da yüklenince bu nesil için yaşama sevgisi adeta yeni bir din haline gelmiştir. Öldükten sonra her şeyin biteceğine inandıklarından kötümserdirler. En büyük sevgileri hayat sevgisi, en büyük korkuları ölüm korkusudur. Bununla beraber Cahit Sıtkı’da zaman zaman imana yöneliş ve kötümserlikten, karamsarlıktan kurtulma arzusu görülür. Karamsarlık ve huzursuzluğun iman buhranından kaynaklandığının farkındadır. Çaresiz ve muhakkak olan ölüm karşısında mütevekkil bir tavır takınır.
Hayatı boyunca çevresindeki bütün baskılara rağmen sanat için sanat anlayışına bağlı kalmıştır. Siyasi ve ideolojik telkin şiirleri yazmamıştır. İnsanların huzur içinde yaşamalarını ve bu güzel hayatı sevmelerini ister.
Güzel Türkçenin örnekleri halindeki şiirlerini sade, canlı ve tabii bir dille yazmıştır. Yapmacıksız, yalın, sade ve ahenkli bir söyleyişe ehemmiyet vermiş, Türkçenin bütün tatlılık ve anlatım gücünden yararlanmıştır. Vezne ve kafiyeye bağlıdır. Yeni ve orijinal görünmek hevesiyle vezin ve kafiyeden uzaklaşmamış, ahengi feda etmemiştir. Üslubu açıktır. Hayal oyunları, uzak çağrışımlar, çapraşık ve karanlık ifadeler görülmez.
cahit sitki tarancinin sanati hakkinda dosyasını indir.