ERZURUMLU TAHSİN
Tahsin Efendi’yi ilk defa olarak bir kış gecesi gördüm. Fakat daha evvel ondan bahsetmişlerdi. Herkesin bildiği şekilde hikâyesi şu idi. Erzurum’un hâli vakti yerinde bir ailesinin çocuğu imiş; İstanbul’da hukuk tahsilini yapmış, hatta bir iki küçük memuriyette dahi bulunmuş, sonra Balkan harbinde gönüllü olmuş Trakya’da yaralanmış, iyileştikten sonra tekrar orduya girmiş harbin sonunda birdenbire her şeyi terk etmiş ve bir daha ortalıkta görülmemiş. Uzun zamanlar öldü sanmışlar, sonra haberleri gelmeğe başlamış: Bir mektep arkadaşı büyük seferberlikte onu Tebriz’de bir cami kapısında görmüş, fakat yanına yaklaşınca tanımamazlığa geldiği için konuşamamış. Bir başkası Şam’da rastlamış, üstü başı pek pejmürde imiş, ilk önce arkadaşım tanımadan sadaka istemiş, fakat yüzüne bakınca uzattığı parayı atarak kaçmış…
Bana Tahsin Efendi’den ilk önce bahseden bu ikincisi olmuştu. Bu esnada babası ölmüş, kardeşleri ve annesi belki bir gün döner ihtimali ile mirastan hissesini ayırmışlardı. Bu oldukça mühim bir servetmiş. Annesi onun bir gün geleceğine o kadar eminmiş ki, her kapı çalınışında “Tahsin’dir!” diye yerinden fırlarmış. Ben Erzurum’da iken bu bekleyen annelerin hikâyesini çok dinledim. Hemen her evde bir iki ölüye ağlanır ve bir iki kayıp beklenirdi. Tahsin Efendi işte bu kayıplardan biriydi.
Bir gün Tophaneli kahvesinde birkaç kişi oturmuş, çat içiyorduk. Birdenbire bir arkadaş nefes nefese içeriye girdi:
— Haberiniz var mı? Tahsin Efendi gelmiş. Üç gündür, Erzurum’da imiş. Kardeşleri gizlemişler; üst baş bitik… Anası sevincinden ölümler geçirmiş. İki gece evde kalmış, yıkamışlar, yeni urubalar giydirmişler, mirasını vermişler. Anası oğlunu evlendirmeğe bile kalkmış… İlk önce “Olur, olur” la geçiştirmiş, sonra dün akşam anasına “Vazgeçin, demiş, bunlardan vazgeçin. Benim dünya malında gözüm yok, ben dünyayı boşadım. Böyle evlerde oturamam, elbise, muntazam yiyecek, sıcak yatak; bunlar bana zor geliyor… Ben gideceğim, benim mala, mülke ihtiyacım yok” demiş.
Anası yalvarmış, yakarmış, baygınlıklar geçirmiş, kardeşleri : “Bari ananın hatırı için yapma” demişler; onun üzerine: “Benim anam, kardeşim yoktur, ben ölüyüm; ölülerin anası, kardeşi olmaz.” diye cevap vermiş. Sonra odasına kilitlenmiş, yemeğe filân gelmemiş, kimseye de kapıyı açmamış. Onlar da, çaresiz, kendi hâline bırakmışlar.
Fakat Tahsin Efendi, onlar uyuyunca, yavaşça aşağıya inmiş, eski partallarını bulup giymiş, evden kaçmış. Şimdi nerede olduğunu kimse bilmiyormuş.
İçimizden biri:
— Acaba nereye gitti? diye sordu.
— Kimse bilmiyor. Kardeşleri her tarafa adam saldılar… Gören olmamış. Ilıcakla gizlenmiş diyenler var. Ağabeysi şimdi oraya gitti, ama zannetmem ki bulabilsinler.
Bugünden sonra Erzurumlun birinci dedikodu mevzuu Tahsin Efendi oldu. Akşam üstü Tahsin Efendi’nin henüz şehirde olduğunu, Kars kapısında küçücük bir eve gizlendiğini işittik. Ertesi gün tekrar – bir iki saat için – annesinin evine döndüğünü haber aldık. İkindiye doğru onu İstanbul kapısında görenler olduğu söylendi ve nihayet üç dört gün sonra Tahsin Efendi’nin serseri derviş hayatına tekrar döndüğünü, yapılacak hiçbir şey olmadığını anladıkları için ailesinin serbest bıraktığını, birtakım çuvallar içinde gezdiğini ve günün yirmi dört saatini sarhoş geçirdiğini öğrendik.
Gündelik hayatı bu suretle istikrar bulduktan sonra dedikodu Tahsin Efendi’nin mazisine geçti. Çocukluğu, aile hayati, gençliği, itiyatları teker teker bahis mevzuu oldu. Bu sırada dinlediklerimi kısaca yukarıda anlattım. Bütün bu konuşulan şeyler arasında bir taraf eksik kalıyordu: Bu kadar mazbut ve çalışkan başlayan bu hayatta birdenbire olan bu değişikliğin sebebini hiç kimse anlatamıyordu. Çünkü Tahsin Efendi’nin az çok herkesinkine benzeyen hayatında böyle bir neticeyi muhtemel kılacak hiçbir başkalık yoktu. Bu birdenbire olan bir değişiklikti. Bütün tahminler yapıldı, bütün ihtimaller ortaya atıldı; fakat kimse akla yakın bir izah şekli bulamadı. Bunun bir hastalık neticesi olduğunu söyleyenler veya tasavvufa sardırdığı merakın yüzünden dünyayı bıraktığını ve hatta daha hissî ve beşerî bir izahla, bir sevgilinin acısı yüzünden bu hâle düştüğünü iddia edenler vardı. Fakat bütün bunlar biraz yakından hayatı üzerinde durunca uzak birer ihtimal şekline giriyordu.
Tanıdıklarımın arasında merakını bütün bu suallerin cevabını bizzat kendisinden istemeğe kadar vardıranlar olmuştu. Fakat Tahsin Efendi onları gayet lâstikli ve hatta biraz da düşündürücü cevaplarla atlatıyordu. Kendisiyle tesadüfen karşılaşanlar, bazı anlarında hakikaten çok güzel konuştuğunu söylüyorlardı. Fakat mükâlemeyi karşısındaki davet etmemek şartıyla… En ufak bir üsteleme, biraz söz açmaya çalışma karşısında insanı bırakıp gidiyordu.
Geçinmesi gayet basitti: Canı istediği herhangi bir şeyi ilk rast geldiği adamdan istiyordu. Onda iki şey en ziyade dikkati çekiyordu: Birincisi güzelliği idi. Her gören, onda bir havarî çehresi var, diyordu. İkincisi de konuşurken müstehcene hiç kaçmaması idi. Bu alelâde bir dikkat değildi. Onunla ilk konuşanlardan biri olan doktor arkadaşım : “Kirli ve pis onun için yok gibi” demişti.
Çok gezmişti, fakat seyahatlerinden hiç bahsetmez, “Her yer birdir, insanlık hep aynıdır” diye sözünü kapatırmış. En çok bahsettiği şey ölüm ve insandı.
Bu acayip adamı herkes gibi ben de çok merak ettim ve birkaç gün, rastlarım ümidiyle, ötede beride dolaştım. Fakat rastlamadım. Sonra yavaş yavaş etrafım onu unutmaya başladığı için benim de alâkam kendiliğinden söndü. Böylece aradan birkaç ay geçti.
Çok soğuk, fırtınalı, tipili bir geceydi. Yine Tophane kahvesinde çay içiyor ve Bayburtlu bir arkadaşın hicret hikâyelerini dinliyorduk.
Birdenbire kahvenin kapısı şiddetle açıldı ve içeriye rüzgârla, karla beraber ortadan biraz uzun boylu, hafif tıknazca, âdeta çıplak denecek derecede sefil kıyafetli bir adam girdi. Sırtında siyah ve çok eski bir palto vardı. Ayakları çıplaktı ve düğmelenmemiş paltodan çıplak ve kıllı göğsü, üzerinde kar parçalarının yavaş yavaş eridiği esmer bir kaya parçası gibi sert görünüyordu. Kapının önünde bir lâhza durdu. Olduğum yerden büyülenmiş gibi ona bakıyordum ve galiba bu hâl biraz herkeste vardı, çünkü demin bilârdo tıkırtısı, tavla sesi ve bin türlü şamata ile dolu olan koca kahve birdenbire tam bir sessizlik içine düşmüştü. Ondan bahs edenler beni aldatmamışlardı. Hakikaten güzel bir başı vardı. Daha iyisi, siyah kıvırcık saçları, uzun sakalı, parlak gözleri ve geniş alnı ile bu bir insan başından ziyade, bu gece, bizim idrak edemeyeceğimiz bir sırla birdenbire hayatın mucizesine ermiş kadim bir heykel başına benziyordu.
Bu yüz sade güzelliği ile değil, aynı zamanda hoyrat ve sert manasıyla taşkın ve karışık hayat ifadesiyle bir insan başından fazla bir şeydi.
O etrafta uyandırdığı dikkatten habersiz, yavaş yavaş kahvede ilerledi, tam ortada durdu ve sağ elini göğsüne götürerek bizi dervişçesine selâmladıktan sonra Vâsıf’ın meşhur terci-i bendini okumağa başladı.
Ne güzel şiir okuyuşu vardı. Hele sıra:
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider.
beytine geldikçe o kadar yepyeni bir şekilde kelimelerin üzerinde duruyordu ki…
Manzume biter bitmez bir köşeye çekildi ve kahvecinin masaların etrafında gezdirdiği tablanın dolmasını bekledi. Fakat toplanan paranın hepsini almadı, içinden pek az bir şey aldı; gerisini kapı yanında oturan bir ihtiyarın önüne bıraktı ve etraftan yükselen:
— Buyurun Tahsin Bey, bir kahve için! seslerine kulak bile asmadan kahveden çıktı.
Nihayetinde bir meczuptan başka bir şey olmayan bu adamın bu geliş ve gidişinde muhayyileyi gıcıklıyan öyle bir taraf vardı ki, onu, bir an içinden çıkıp yine karanlığına daldığı bu tipili kış gecesinin bir nevi özü, yahut hiç olmazsa ona yakın bir şey, doğrudan doğruya unsurlardan gelen ve onların kuvvetini taşıyan bir mevcut zannetmemek için kendi kendime epeyce cebr ettim.
Bu geceden sonra Tahsin Efendi’yi bir daha görmedim. Hatta aramızda bahsi bile geçmedi. Diyebilirim ki, ben de dâhil olmak üzere hemen hepimiz, o geceki çocukça korkumuzu hatırlamaktan utanıyor gibiydik.
Bununla beraber zaman zaman onu hatırlıyor ve bu garip adamla konuşmayı istiyordum. Vakıa ilk anların vehimleri gitmişti, fakat muhayyilem bu deliye şimdi büsbütün başka bir hüviyet veriyor, onu etrafımda her gün bir parça yakından tanıdığım yıkılışın bir timsali gibi görüyordum.
Tahsin Efendi ile son bir defa daha, bu sefer bir zelzele gecesinde karşılaştım. 1924 senesi sonbaharında olan ve o havaliyi Kars’a kadar alt üst eden bu felâket elbette hatırlardadır. Ben o zamana kadar bu âfeti görmemiştim. Ve bir türlü ne dereceye kadar müthiş olabileceğini anlayamıyordum. Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz; deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabiî ve ihtiyaçlarını uyandırıyor…
Hâlbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lâkayt ve sâkin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benzeyen vahim bir hâli vardır. Onun için denizden gelen tehlike karşısında atik ve cesaretli kesilen bir insan, topraktan gelen tehlike karşısında maneviyatını kaybetmiş bir sürü şekline giriyor. İlk zelzele gecesi daha bu işin manasını anlamadığım için erkenden yatağıma girdim ve Selânikî Tarihi’ni okumaya başladım. Fakat beş dakika sonra harap evin bütün kirişlerini ayrı ayrı gıcırdar bulunca ve baş üstümde bir buçuk metre kalınlığında bir toprak tavanın her an beni gömmeğe hazır bulunduğunu anlayınca sokağa fırladım. Bu biraz serin olmakla beraber tatlı bir sonbahar gecesiydi. Evimin karşısında bulunan askerî ambarların bahçesindeki birkaç kavak ağacının üstünde güzel bir ay solgun ve dost yüzüyle asılmış, dünyamıza eski sükûnetini vermeğe, bizi hiç bir şeyin değişmediğine inandırmağa çalışıyordu. Uzakta bir çeşme sesi gecenin bu münasebetsiz saatinde sokağa dökülmüş halkın uğultusuyla yarışıyordu. Yolun ortasında – her iki duvardan kendi yükseklik nispetlerine göre uzakta durmak şartıyla – yürüdüm. Fakat gözlerim daha ziyade kavak ağaçlarındaki ayda idi.
Ne sakin, ne mütebessim bir yüzü vardı. Ona bakarken kozmoğrafyanın bize öğrettiği çiğ hakikatlere kızar gibi oldum; pekâlâ bu mûnis ve aydınlık çehreye ibadet edilebilir, onda hayatı idare eden gayrimesul kuvvetlerden biri mevcuttur sanılabilirdi. Sonra bu mütebessim çehrenin şimdi şu anda bile kim bilir ne korkunç yıkılışlarla dolu olduğunu düşünerek ürperdim. Dünyamızı da böyle uzaktan gören bir insanlık tasavvuru ne kadar korkunç! Kim bilir o anda arzımızın solgun bir kandil gibi yanan yuvarlağına karşı, onun kendi sefaletlerinden habersiz kaç bin dua yükseliyordu.
İkinci bir sarsıntı, bir yuvarlanma tehlikesi pahasına beni bu düşüncelerden uyandırdı ve daha ihtiyatlı bir yürüyüşle dost aramaya çıktım. Bütün şehir çok acayip bir kıyafetle ayakta idi; don ve gömleği ile fırlamış erkekler kapıların önünde giyiniyorlardı; ekseriyet yarı çıplaktı ve insana bir nevi şarkkârî mahşer manzarası veren dört yol ağızları vardı.
Kadınlara gelince… Hakikat şu ki, bu zelzele sayesinde ben Erzurum’da birkaç kadın yüzü görebildim. Uykusuzluğuma rağmen o gece beni o kadar sarsmadı. Beklenilmeyen şeylerin getirdiği değişiklik bir gece için ne olsa çekiliyor. Zaten beş on dost birleşmiştik ve söylemeğe lüzum yok ki bana konuşma az çok her şeyi unutturdu.
Yalnız gece ilerledikçe bende “bir sabah olsa” temennisi kuvvetleştiğini hatırlıyorum. Sabah olsa… Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten muztarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefalet ve ıztıraplarının hiç olmazsa hafifleyeceğini zanneder. Bu da gösteriyor ki insan kafası için sarahat en tabiî ihtiyaçtır. Hakikatte bütün bu zavallılar için güneşten beklenebilecek ne vardır? Hangimiz arkamızda bu zalim gözün aynı çiğ parıltı ile aydınlattığı günlerin birbirine benzeyen sıkıcı yükünü hatırlamayız?..
Fakat ne çıkar? Bir kere güneş doğsun, gecenin velev ki uykusuz olsa bile yine yarı rüya dolu olan eteği ortadan çekilsin ve insanlar kendi hakikî yüzlerini alsınlar, şehir bütün bu hayaletlerden kurtulsun ve çeşmenin sesi, gündüzün kalabalığında sadece bir çeşme sesi olmaya razı olsun. Ben de işte, bu ilk zelzele gecesinde, uykusuz bir günün her dakikası nasıl yükleneceğini bilmekle beraber – çünkü uykusuzluk bende ancak seyahat kitaplarında okuduğum o irtifa hastalıklarına benzeyen bir rahatsızlık yapar – sabahı bekliyordum. Ve nihayet sabah güneşi, beni evimin bir türlü atlamaya cesaret edemediğim eşiğinde yorgunluktan bitkin, insanoğluna bütün hayat ve çalışma emniyetini veren temkinini kaybetmiş, sağa, sola rakkas gibi gidip gelen bir duvar parçasına hazin hazin bakarken buldu.
Ertesi gece şehrin her meydanı acayip bir panayıra dönmüştü. Çadırlar, tahtadan ve gaz sandıklarından yapılmış kulübeler, dört direk arasına ve üstüne gerilmiş kilim ve seccadeden yapılma acayip meskenler, hattâ sadece önleri örtülü arabalar. Ve bunların arasında alçak sesle konuşan ihtiyarlar, kadınlar ağlayan küçük çocuklar, gidip gelen siyahlı beyazlı hayaletler. Karısı doğurmuş, sevinç şaşkını bir arkadaşa elime geçirdiğim birkaç gaz sandığı ile iki kalası hediye ettiğim için ben yersiz yurtsuz kalmıştım. Gecenin ilk kısmını bir arkadaşın çadırında çay içerek geçirdim ve sonunda geldiğim andan beri çadırın bir köşesinde arkası bize dönük hiç kımıldanmadan ve konuşmadan duran karısına acıyarak ayrıldım. İlerleyen gece ne olsa bu insan kalabalığına bu saatte getirdiği sükûnetle manzarayı tamamlamıştı. Sessizlik tamdı. Yalnız bir ninni, sanki gecenin bu yalnızlığını ölçmek ister gibi uzanıyor, hazin ve alışkan edasıyla bu hoyrat sessizliğe tanıdığımız bir hudut, bizi zamana, gündelik ümitlere çağıran bir kenar çiziyordu.
Bu hakikî bir göç manzarası idi ve muhayyele hiçbir zahmet çekmeden, bu küçük karargâha tarihî rengini veriyordu: Kişneyen atlar, sırtında ok ve yay dolaşan bir iki nöbetçi, meşale ışığında silâhlarını temizleyen erkek kalabalıkları ve gecenin sükûtunda birbirine sokulmuş teprenen, kımıldanan, bağıran sığırlar, koyunlar ve onların etrafını çeviren kağnılar. Ve sabahın meçhulünü düşünmeden yorgun uyuyan oba…
Asırlarca evvel bu toprağı kendilerinin yapmak için, alıştıkları manzarayı, doğdukları toprağı, yıkandıkları dereyi ve ecdat kabirlerini terk edip gelen sert, haşin, maceradan yılmaz ve ona karısıyla, çocuğuyla ve ihtiyarlarıyla atılan insanların tetikte uyuyan kalabalığı…
Ve sonra ay… Yalnız bu sefer Çifte Minare’nin üstünde yine aynı sakin gülüşle ve peşinden çok görmüş geçirmiş ihtiyar çehrelerine baktığımız zaman duyduğumuz hatıralar selini sürükleyerek bakıyordu. Ne yapacaktım? İlk önce evime gidip yatmayı düşündüm. Sarsıntı biraz kesilmişti, fakat gündüz kazalardan o kadar korkunç haberler gelmişti ki, dört duvar arasına girmek için lâzım gelen ruh kudretini kendimde bulmak oldukça güçtü. Bununla beraber, önümde koca bir gece, bu ârızî hâli tabiîleştirmiş uyuyan şehirde tek başına ve artan serinlik içinde dolaşmak da kolay değildi. Bir müddet dolaştım ve nihayet başka bir şey yapamayacağımı görünce evime döndüm. Ne kadar zaman uyudum, bilmiyordum. Birdenbire çok insiyakî bir korku ile uyandım; ve derhal ayakkabılarıma sarıldım. Bir felâket olacağına o kadar katiyyetle emindim. Odanın ortasında yüzüm bir türlü ayrılmaya razı olamadığım sıcak yatağa dönmüş, bekliyordum. O zamana kadar ev ve yatak mefhumlarını bu kadar kuvvetle anlamamış, yatacak yeri olmamanın azabını tatmamıştım. Korku, hiddet, uykusuzluk içinde perişan, perdesiz pencereden dışarıya göz attım. Ay, dün akşamki yerinde, kavak ağaçlarına sırmalarını giydirmiş, sakin ve aynı gülümseyen yüzle bakıyordu. Zelzeleden değil, bu sakin ve gülümseyen yüzden bu sükûnet ve kayıtsızlıktan, insanoğlunun yer yüzündeki bu korkunç yalnızlığından korkarak odadan fırladım. Fakat geç kalmıştım. ilk sarsıntı beni merdiven başında yakaladı. Bu belki şimdiye kadar olan sarsıntıların en kuvvetlisiydi ve hemen arkasından gelen uzak ve sağır yıkılma sesinde bütün bir şehri örtebilecek bir kudret vehm edilebilirdi. Tabiî tekrar sokağa fırladım.
Gecenin bilmediğim bir saatinde, gözüm ve belki de bütün vücudum uykudan şişkin, burnumda yatağımın ve kendi tenimin kokusu, tekrar bu suali kendime soruyordum. Önümde nasıl geçireceğimi bilmediğim bir gece ve heyhat, ertesi günün şimdiden beni korkutan uzunluğu vardı. Yavaş ve dalgın, her adımda derimi çatlatacak kadar beni dolduran uykudan bir parçasını kaybederek, ümitsiz ve emniyetsiz yürüyordum. Arasıra yolda hemen olduğu yere uzanıvermiş insanlara basmak vehmiyle silkiniyordum. Uyuyan bir şehirde tek başına dolaşan bir adamın yollar hakkındaki fikri büsbütün başka oluyor. Zannederim ki bir şehrin hakikî topoğrafyası ancak böyle zamanlarda görülüyor. O gece Erzurum’u asıl fizyolojisinde tanıdım zannediyorum. Ara sıra başımı kaldırıp havaya bakıyordum. Ay ancak biraz daha alçalmıştı. Fakat aynı sakin ve soğuk güzellikte, aydınlığın donuk çeşmesini açmış, bütün manzarayı o kendisine mahsus hülya ve ölüm şiiriyle dolduruyordu. Eşya, müstehzi ve zalim bir sihirbazın eline verilmiş gibi, bütün çizgi ve şekillerini değiştirmişti. Her şey tanınmayacak kadar güzeldi. Bununla beraber bu güzellik benden o kadar uzak, o kadar yabancı ve hatta düşmandı ki… Elimden gelse gözlerimi kapar, öyle yürürdüm. Toprak, kendisine olan emniyetimi yıkmıştı. Tabiatla kolay kolay barışamazdım. Toprak, üzerinde emeklediğimiz, gezdiğimiz, oturup kalktığımız, hayat dediğimiz gülünç ve muztarip oyunu oynadığımız ve sonra bir gün tekrar kucağına döndüğümüz katı anayı bana bu zelzele geceleri öğretti. Bir an içimden tüyler ürpertici manzarasıyla bir düşünce geçti: Ölüleri kucağından fırlatan toprak… Ve o zaman insanlığın bütün hayatı bu korkuyla geçtiği hâlde niçin ölümü o kadar sık düşünmediğini biraz hisseder gibi oldum; bütün korkularımıza rağmen onu bir dönüş gibi kabul ediyoruz diye düşündüm. Fakat en elemli ve beni en ziyade korkutan düşüncem yarı bırakılmış bir yapının karşısında geldi. Bu, iki katı genişçe bir evdi. Önünden geçerken birdenbire başımı farkında olmadan salladığımı ve kendi kendime “Zavallılar. Ne yapıyorlar, ömür bu zahmete değer mi?” diye mırıldandığımı hissettim. Daha iyisi, ben bu sözleri mırıldandım. Ve bende bulunan ikinci bir adam bunu fark etti. İşte o zaman kendi kendimden korktum. Zelzele maneviyatımı bozmuş, ölüm peşime takılmıştı; ve hakikaten ondan birkaç sene için ayrılamadım.
Belediye bahçesinin önüne geldiğim zaman yorgun ve perişandım. Nasıl oldu da buraya kadar hiç fark etmeden gelmiştim? Bunu düşünmeğe lüzum yoktu. Bu yorgun ve uykusuz adamı şehir kendiliğinden aşağı doğru kaydırmıştı; ben tıpkı bir yokuştan yuvarlanan taş gibi bu nisbî düzlüğe gelir gelmez durmuştum.
İlk gözüme çarpan şey, o civardaki büyük bir yalağın yaptığı bataklıkta çömelmiş iki manda karaltısı oldu. Bu mandalar – burada bunu söylemeliyim – Erzurum’da benim bir nevi fikr-i sabitim olmuştu. Günün her saatinde onlardan biriyle karşılaşır, sırtlarına ve hattâ başlarına kadar taşıdıkları kurumuş çamur parçaları, pislik bakiyeleri ile ve tepelerinin üstünde bir küçük kasırga gibi dalgalanan küçük hayvanlar kümesiyle bana büyük ve cüsseli olmanın kefaretini bütün ömürlerince çekmeğe mahkûm büyük zavallılar gibi görünürlerdi. Bu sefer de onları – her zamanki yerlerinde bulmak ihtimaliyle – farkında olmadan aramıştım. Eğer kahvede ışık ve hatta kalabalık fark etmeseydim şüphesiz ki bu tesadüfün üzerinde biraz daha dururdum. Fakat sıcak çay ümidi beni bu kendi kendime icat ettiğim acı felsefeden ayırdı.
İnsanlığın talihsizliği üzerinde deminden beri kafamda geçen acı düşünceler, bana farkında olmadan bir nevi azamet vermişti. Hayatın iradesine ve kanunlarına karşı isyan etmiştim. Ve şimdi bu isyanın şişkinliği içindeydim. Onun için kahveden içeri girmedim, bahçenin kuytu bir köşesinde bulduğum bir sandalyeye bir nevi yarım ilâh dalgınlığı ile oturdum, yahut daha doğrusu büzüldüm. Çünkü deminki serinlik şimdi hakikî bir ayaz hâlini almıştı. Yüzüm ovaya dönük, hiç bir şey düşünmeden somurtuyordum. Yanıbaşımdan birisi:
— Efendi, şu ateşi ver bakalım, diye seslendi.
Bu sözlerle beraber çıplak ve kuvvetli bir kol aşağıdan yukarıya doğru uzandı. Biraz dikkat edince tanıdım: Tahsin Efendi idi. Kendime bu gece için en münasip arkadaşı bulmuştum. Cigaramı uzatırken:
— Merhaba Tahsin Efendi, dedim.
— Merhaba! diye kuru bir cevap verdi.
Sonbahar otlarının üzerine yanlamasına uzanmıştı. Başı sağ koluna dayalı, serbest kalan sol eliyle cigarasını İçiyordu. Selâmıma mukabelesi o kadar ânî ve kuru olmuştu ki, bu tek kelimeyi söyleyeceği yerde havaya bir el tabanca sıksaydı, yine aynı tesiri yapabilirdi.
Tabiî bütün konuşma arzularım yarıda kaldı ve hatta bir nevi rahatsızlık bile duymaya başladım. Bununla beraber galiba bir boşalma gecesi olmalı ki, tam ben yerimi terke hazırlanırken:
— Ne güzel gece, değil mi? diye tekrar söze başladı, âdeta bir rüya gibi…
Sonra geniş bir nefes aldı ve yere, bu sefer sırt üstü ve upuzun uzandı. Gözleri apaçık, gök yüzünü seyrediyordu. Ne diyeceğini bilmiyordum, tabiatı takdir ederken ondan bir parça gibi ot ve toprağın içine gömülen bu adama ne söyleyebilirdim? Aynı sessizlik, fakat biraz daha yumuşağı, bir müddet sürdü. Sonra daha tatlı bir sesle kendi kendine mırıldanır gibi:
— Tabiatın sessizliği, dedi, öyle zannedildiği kadar korkunç bir şey değil. Yalnız biz buna bir türlü alışamıyoruz.
Ne kadar düzgün konuşuyordu. Söze yarım kalmış bir bahsi tamamlar gibi başlamış, öyle devam ediyordu:
— Biz, bataklığı dolduran kurbağalar gibi, mutlaka bu sessizliği bozmak istiyoruz…
Cümlenin gerisi gelmedi, başını öbür tarafa çevirmişti.
— Evet, dedim, devam edin.
Fakat cevap vermedi, yattığı yerde döndü. Bu sefer yüzükoyun toprağa kapanmıştı. Sonra birdenbire hiç umulmaz bir çeviklikle fırladı ve tam yanımda yere bağdaş kurup oturdu:
— Bana bir nargile ısmarla, bir de sen iç! dedi.
— Sizin için hay hay, dedim… Fakat bana dokunur, hasta olurum.
Alaylı bir homurtu ile razı oldu. Beni beğenmediği belliydi. Nargilesi gelince bir de sandalye istedi. Kahvecinin getirdiği iskemleyi:
— Şöyle bir efendice oturalım, diye altına çekti, sonra hakikaten düşman gibi bir sesle bana döndü:
— Hasta olursan ne olur ki… dedi.
— Ne olacak, hiç, dedim, hasta olurum, güzel bir şey mi hastalık?
— Belki de ölürsün, değil mi? diye yapma bir anne şefkatiyle mahzun mahzun sordu. Ah, sen ölürsen dünya ne yapar? Zavallı dünyanın hâlini düşün, aman kendine dikkat et…
Ve mütearrız bir hareketle paltomun yakasını, soğuk almayayım diye düzeltti.
Tabiî bu manasız sözleri kızmadan dinlemek kabil değildi.
— Niçin, dedim, böyle konuşuyorsunuz, daha yeni gördüğünüz bir adama bu sözler söylenir mi?
— Vah yavrucuğum, vah! Neredeyse ağlayacak.. diye alay etti; bu kadar yumuşak olduktan sonra insan ne diye yaşamak zahmetine katlanır.
— Yumuşak veya katı, dedim, bu dünyada yalnız ben mevcut değilim ya… Benim gibi ve benden zayıf milyarlarca mevcut var, hepsi yaşıyor ve hepsi ölüyor.
Ve büyük bir ima kasdıyla ilâve ettim:
— Benden kuvvetliler de beraber…
— Şüphesiz, dedi şüphesiz senden yumuşak ve zayıfları da var. Fakat onlar hadlerini biliyorlar… (Gözleri yarı karanlıkta ateş gibi parlıyordu.) Sen cüssene bakmadan kâinatı fethe kalkmışsın… Dolduracağın çukurun dışında işin ne?
Benim şahsımda bütün insanlıkla konuşuyordu. Sesi çok geniş bir kalabalığa söylüyormuş gibi tok ve yüksekti. Oyunu olduğu gibi kabul ettim:
— İyi ama, dedim, bunda muvaffak da oluyoruz!
Müthiş bir kahkaha savurdu:
— Muvaffak mı, dedi, nerede, ne vakit? Nasıl? .. Hangi muvaffakıyet… Sırtında bit gibi yaşadığın devin müsamahasından bir an dışarı çıkabildin mi? Hayat mütemadiyen ölümün zaferini taganni ediyor. Sen küçücük başını sallayıp geçmeğe çalışıyorsun!…
Mümkün mertebe yavaş ve tatlı cevap verdim:
— Yaşamanın ve sevginin zaferleri de var, dedim. Hem de tabiatın değişmez kanunları içinde!
Sözümü bir el işaretiyle kesti:
— Vehim, dedi… Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir. Güneş bir mezarlıktır ve toprak.. ve biz…
Bütün bu saçma sapan şeyleri o kadar doğrudan doğruya kalbin yolunu bulan bir sesle ve o kadar emniyetle söylüyordu ki, yalvarmaya mecbur oldum:
— Susunuz, dedim. Çok rica ederim, susun, bütün bunları niçin söylüyorsunuz. Hem söylemeğe ne hakkınız var?..
Fakat o beni dinlemekten çok uzaktı. Coşkunluğunun en yüksek haddinde ayağa kalkmış, bir eli çay masasının üstünde, sımsıkı kıstığı ötekisi yarım bir işaretle yukarıda bir şey gösterir gibi omuzunda, acayip bir vaaz ve tehdit vaziyetinde dimdik duruyordu.
— Sana tekrar söylüyorum, her şey, hepsi ölümdür. Her şey ondan gelir ve oraya döner… Biz, bütün bu gördüğün şeyler – eliyle etrafı gösterirken, ayağıyla otları eziyordu – her şey, hepimiz, büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız.. Anlıyor musun? Kadavra kurtları…
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bütün soğukkanlılığımı toplayarak:
— Niçin bu kadar bağırıyorsunuz? Oturunuz, bütün bunları oturduğunuz yerden sakin sakin de anlatabilirsiniz, dedim.
Bir müddet durdu. Donuk aydınlıkta yüz çizgilerinin değiştiğini fark ediyordum; sonra gayet yavaş bir sesle:
— Evet, dedi. Hakkınız var; yavaş konuşmak daha iyi… Hem sizi de korkutmuş olmam…
Kimdi bu adam? Bir ölüm peygamberi mi, yoksa insanları şaşırtmaktan hoşlanan bir budala mı? Bu uğursuz kuşla ne diye bu gece karşılaşmıştım?..
Oturdu. Nargilesinin yere düşen marpucunu elimden şaşılacak bir sükûnetle aldı ve yine o eski sükûta gömüldü; sonra birdenbire tekrar ve çok tabiî bir tarzda konuşmağa başladı. Erzurum’dan yarın sabah gideceğini, şehirde canı sıkıldığını söyledi:
— Biraz dolaşmalı, dedi. Sonra zelzeleye atladı, kendisine, gelirken gördüğüm acayip manzaraları anlattım. İki gecedir, bu kahveden ayrılmadığı için bir şey bilmiyordu. Ben sözümü bitirince alay etti:
— Demek ki şimdi bütün şehir bana benzedi… O hâlde muhakkak gitmeliyim.
Ve sonra aynı çeviklikle birdenbire ayağa kalktı:
— Allahaısmarladık, efendi, dedi, kusura bakma, coştuk…
Hiç acele etmeden, arkasına bakmadan yola koyuldu ve biraz sonra bahçenin güdük fidanlarının, gecenin alaca gölgelerine karıştığı noktada kayboldu. Onu bir daha Erzurum’da göremedim, nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Yalnız muhakkak olan bir şey varsa, bu çılgın adam bana güzel bir ders vermişti. Acele acele evime döndüm ve derhal yatağa girdim. Bu ölümlü dünya uykusuz kalmaya değmezdi…
Ahmet Hamdi Tanpınar
Her Ay, nu.1, Nisan 1937, s.135-148
Erzurumlu Tahsin Hikayesi Hakkında:
Erzurumlu Tahsin, vaktinde hukuk tahsili yapmış, savaşlara katılmış, daha sonra ortadan kaybolmuş, ortaya çıkmış tekrar kaybolmuş birisidir. Anlatıcı ile bir deprem zamanı karşılaşır ve aralarında bir konuşma geçer.
Kahraman anlatıcının bildikleri duyduklarından ibarettir. Bir gün onunla bir deprem dolayısıyla karşılaşana kadar. Onunla karşılaşmadan önce onun hakkında birçok şey duyuyor, onun ortadan kaybolduğuyla ilgili olarak.Kahraman anlatıcı depremin korkutucu yüzünü anlatıyor hikayede. Meczup bir derviş gibi devamlı farklı yerleri gezdiği anlatılıyor anlatıcıya.
Çok gezen fakat konuşmayı pek sevmeyen biridir Tahsin Efendi. Her yer birdir, insanlık hep aynıdır diye de sözünü kapatır, seyahatlerinden hiç bahsetmezmiş. En çok ölüm ve insandan bahsedermiş.
Bir gün onunla karşılaşan anlatıcı ondan ölüm ve yaşam hakkında uzun bir konuşma dinler. Tahsin Efendi konuşmasını bitirir ve tekrar yola koyulur. Anlatıcı ise depremin kendisinde uyandırdığı korkudan uzaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla derhal evine döner, yatağına girer ve ölümlü dünyanın uykusuz kalmaya değmeyeceğini belirtir.