FİKİR ARKADAŞI
Gel, şurada birkaç tane atalım!.. Canım efendim, yarım saat oturmakla evde sopa yemezsin. Evli değiliz ama, böyle şeylerden anlarız. Burada enfes meze veriyorlar; hem de ucuz. Bu kadar görüşmüşlüğümüz var, bir rakımızı iç bari…
Yavrum… Hey, garson!.. Getir bakalım bir şeyler!..
Otur iki gözüm. Seninle ahbaplığımız o kadar eski değil ama, nedense pek sevindim. Ben arkadaş canlısıyım. Bilhassa fikir arkadaşı olabilecek insanlara bayılırım. Değil mi kardeşim, şu memlekette beş on entelektüeliz, birbirimizi tanıyıp tutmazsak halimiz ne olur? -Şimdi menfaat dünyası, hasbi (karşılıksız) arkadaşlık yok!..- diyorlar ama, ben bu fikirde değilim. Biz adi halk gibi düşünebilir miyiz hiç? Ne tahsilimiz, ne karakterimiz, ne de fikirlerimiz buna müsait değildir. Seni bilmem, fakat ben maddelerin fevkinde bir manevi bağa, insanları birbirine yaklaştıran bir hisse inanıyorum. Düşün, dünyada birbirini severek, birbirine yakın olmak hisleri de olmasa yaşamanın manası kalır mı? Bizi kütlenin fevkine yükselten yalnız bunlardır. Fakat biz entelektüeller arasında da muayyen birtakım fikir bağları yok, herkes kendi havasında ve menfaat peşinde… Onun için candan bir arkadaş bulunca dört elle sarılıyorum. Burası ufak yer. İnsan boğulacak, her münevverin hayat hakkında, insanlar hakkında birçok düşünceleri, ne diyeyim, kendine göre felsefesi var. Bunu anlayacak, mukabil fikirlerini dinletecek bir dosta hepimiz muhtacız. Dedim ya, yok… yok… Bizim dairede on kişi kadar varız… Hep münevver, tahsilleri yerinde, zeki adamlar; fakat hiçbirisi ile kafa dengi olamıyorum. Halbuki şöyle candan, kardeş gibi bir arkadaşlığa dünyalar feda… Koca dairede bir bizim şu oğlan vardı. Hani canım, başına bir felaket geldi… İşte o… Galiba avukatlığını da sen almışsın… Çok insan çocuktu doğrusu, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Samimi arkadaş diye bir onu tanıdım. Ne yaparsın? İnsanlar böyle işte… Bir iftira, haydi kodese… Hani hiç kabahati de yok değildi, çenesini tutmaz, ileri geri söylenirdi. Kaç kere dedim: Oğlum, devir o devir değil, dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Al üç buçuk kuruş maaşını, otur bir köşede… Değil mi efendim? Biz de fikir sahibiyiz… Ben kendi nefsime ondan çok daha ileriyim… Evet, bu dünya böyle yürümez, fakat her şeyin sırası var… Bak, ben ağzımı açıyor muyum? İnsan karda yürüyüp izini belli etmemeli… Fakat cahil çocuk, dinlemezdi ki… Hep burnunun doğrusuna giderdi. Sanki tek başına dünyanın mihverini (eksen) değiştirecek…
Oğlum, garson!.. Bize birer rakı daha getir bakalım!..
Okur okur, kitaplarda yazılan şeyleri hakikat zannederek kafasına yerleştirirdi. Hayata bakmalı, hayata; kitaplarda bir şey yok… Kim bilir, belki biz de evimizde okuyoruz… Fakat hayat büsbütün başka… Etrafı ve zamanı kollamalı… Vakti geldiği zaman ben ondan daha fedakarca ortaya atılırım… Kafamdaki bir fikir uğruna kanımı son damlasına kadar akıtmazsam namerdim. Ama dedim ya, zamanı var.
Ah, ah… Yaktı kendisini oğlan, yaktı… Burası ufak yer… Her şey hemen büyütülür… Sessiz sedasız bir köşeye çekilip yaşamak lazım. Halbuki o önüne gelene çatardı. Memleket büyüklerinin hepsini darılttı. En sonra da, o mahut heriflerle tutuştu. O zaman kendisini çağırdım: Yavrum, dedim, bunlarda din, iman yoktur, insana en sonra yapılacağı en önce yaparlar… Fakat dinletemedim. Öbürleri iki yalancı şahit bulunca bastılar iftirayı… Oğlan da girdi içeri…
İnanmazsın, o gün akşama kadar deli gibi dört yana dolaştım. Aklıma geldikçe gözlerim yaşarıyordu. Evet, ağladım! İstersen inanma kardeşim; dedim ya, ben arkadaş canlısıyım; hele böyle sevdiğim birisi için canım feda… Hilafsız söylüyorum, ciğerim kopmuş gibi oldum. Ne parası var, ne kimsesi var… Anası, kardeşleri onun eline bakıyorlar. Felaket, hem de ne felaket… Kendi param yok ki vereyim… Olsa, dedim ya, canım feda… Fakat malum… Biz maaş ehliyiz… Sonra kimseye gidip bir şey de söyleyemezsin… Cürüm fena… İnsanı hemen lekeleyiverirler. Alemin on parmağında on kara… Hapishaneye de gidip göremedim. Biliyor musun? Yüzü soğuktur şu menhus yerin… Fakat elimden gelen her şeyi bu çocuk için yapmak isterim… Dedim ya, arkadaş için canım feda…
Seni avukat tuttuğunu duyunca çok memnun oldum: Çünkü nazik mesele… Her avukatın becerebileceği iş değil… Genç olmak, ateşli olmak, davanın ruhunu duymak lazım. Hakikaten yanılmamışım… İlk celsede yaptığın müdafaayı anlattılar (şey, ben o gün biraz rahatsızdım da kendim mahkemeye gelememiştim, arkadaşlardan tafsilatını dinledim), yaman bir müdafaa yapmışsın… Hani neredeyse birkaç celsede oğlanı kurtaracaksın…
Garson… Gel bakalım, şu mezeleri değiştir…
İç kardeşim iç!.. Vallahi şunu kederden içiyorum. Yüreğim nasıl yanıyor bilsen… On sene arasam böyle kafa dengi bir arkadaş bulamazdım. Onu da talih elimden aldı. Düşünüyorum da, biz burada kafayı çekerken o, taş odalarda kim bilir ne yapıyor?.. Hey gidi dünya!..
Ama biliyor musun?.. Bu belki onun için bir derstir. Bir müddet yatsa hiç de fena olmayacak… Ona böyle bir sille lazımdı, değil mi? Ha?!.. Ne dersin? Gitgide azıtıyordu. Maazallah tuttuğu yol ipe kadar varabilirdi. Gene hafif atlattı… Yatsa yatsa bir iki sene yatar, bu da ona lazım… İstikbali, hayatı, ömrünün sükuneti namına lazım… Mefkuremiz namına lazım… Anladın mı, mefkuremiz namına lazım… İki gözüm kardeşim, sen de onu seviyorsan müdafaa etme… Ona iyilik etmek istiyorsan bırak biraz burnu sürtsün…
Mussolini ne demiş? Adam olmak için şu kadar sene hapis yatmak gerek, demiş; değil mi? Yaman herif şu Musolini vesselam… Cemiyetin bu feci halinde bir entelektüel için hapis yatmak elzem. Olgunlaşmak, hayatı anlamak için başka çare yok. Bizimki de belki bu sayede biraz kitaplardan başını kaldırır da etrafını görür, körü körüne atılganlıktan vazgeçer.
Dedim ya, onu seviyorsan müdafaanı gevşek tut. Her şeyin altını o kadar kurcalama… Mahkemede pek ateşli olduğunu duyunca hem memnun oldum, hem de oğlanın hesabına üzüldüm. Seni buraya çağırışım da bunu görüşmek içindi. Zaten kendisi sinirlidir, ileri geri laflarıyla nasıl olsa hakimleri kızdıracak, işi büsbütün berbat edecek, cezayı da yiyecek… Hah… Hah… Bir senecik yatar… Ne diye başını sallıyorsun?.. Avukatlık ücreti alacaksan, vicdansızlık mı olur diyorsun?.. Bu ona fenalık değil ki, doğrudan doğruya iyilik… İstersen bu parayı alma! Bir arkadaş için fedakarlık et de alma… Hem kaç lira verecekti? Yirmi beş lira değil mi? Ben otuz lira veririm; sen yalnız onu mahkum ettir!.. Görüyorsun ya, ben onun iyiliği için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorum. Yalnız bu kadar mı? Böyle candan bir dosttan, böyle bir fikir arkadaşından mahrum olmaya da katlanacağım…
Ne? Otuz lirayı nereden mi bulacakmışım?.. Şey, bizim oğlan hapse girince yeri açık kaldı tabii… İşlerine vekaleten ben bakıyorum. Bu aydan itibaren maaşıma ilave olarak kırk lira kadar da ücret alacağım…
Garson!.. Birer rakı daha!..
(Sabahattin Ali, Ayda Bir, Aralık 1935)