GÖRÜCÜ
Yabancı bir elin titrettiği çıngırağın sesine koşarak kapıyı açmış olan hizmetçi kızın, “Üç hanım geldi ama hiç tanımıyorum.” haberini vermesi üzerine işin hakikatinden şüphelenen Seniha, validesinin çehresinde anlamlı bir memnuniyet gülümsemesi görünce artık tereddüt etmedi; birdenbire pembeleşen çehresini kasnağı üzerine eğerek utancını çeşitli ipekler arasında saklamak, telaşını belli etmemek istedi. Fakat kalbinin yeni bir çarpıntısı ile taze göğsünü sarsan halecanı ellerini karıştırmış, zihnini dağıtmış, ipekleri düğümletmişti. Şimdi bu keten gecelik gömleğinin kenarındaki örnekleri bile göremeyecek kadar eğilmiş kumral başında bir uğultu, hiçbir şey düşünemeyecek kadar sarsılmış zihninde bir düşünce vardı. Bu görücü hanımların (Evet, bunda şüphesi yoktu. Kendisinin kapıdan dinlediğini fark etmeden sabahleyin validesi pederine müjde vermiyor muydu?) karşısına nasıl çıkacaktı? Arkada bıraktığı on dört baharın bütün bir emeli, işte vücut buluyordu. Görücüye çıkacaktı. Artık mahalle mektebinde büyüklerden kemal-i dikkatle dinledikleri tafsilat, tatil günlerinde komşu çocuklarıyla oynadıkları oyunlar, tahammül olunmaz bir sabırsızlıkla, merakla beklenen bu şeyler artık hakikat oluyordu.
Fakat bu, kendisini korkutuyordu. Birkaç çift yabancı gözün kendisinde türlü ayıplar arayarak, akla gelmedik kusurlar bulmak isteyerek ta saçlarından, gözlerinden, kirpiklerinden ayaklarına varıncaya kadar saldıracakları düşmanca sorgulayan bakışlar karşısında bütün şu geçen çocukluğunun masum günlerine veda etmek lazım geleceğini anlıyor; şu görücü sandalyesinin hayatta kimbilir nereye götüren bir bilinmez yolun ilk ciddi durağı olduğunu hissediyordu.
Mümkün olsa Seniha, şimdiden kendisini korkutan o yabancı gözlerin ön araştırmasına maruz bulunmamak için evden kaçacak, -akrabalarında, komşularında hiçbir düğün lakırdısı yok iken kendisine yaptırılan ağır esvaptan beri- vücutlarını mutlulukla, daha ziyade bir sabırsızlıkla beklediği görücülere çıkmayacaktı. O, bu görücüleri ince kumral bıyıklı, mavi gözlü, nazik bir beyin müjdecileri gibi düşünerek bir iki senedir o aydınlık rüyaları içinde ne kadar sevmişti. Fakat işte şimdi bunlar, kimisi güzel beyini pek seven bir genç gelini kocasından zorla ayırtarak o fidan gibi tazeyi verem döşeklerine yatıran kaynana, bütün bu mahalle dedikodularını, kadın söyleşmelerini dolduran siyah hikâyelerin korkunç umacısı oluyordu; cesaretini kırıyordu.
Dadısı gelip gayretlendirip kımıldatmasa idi kabil değil Seniha kasnağını bırakmayacaktı. Fakat bu öyle bir şeydi ki uzaklaşmak kabil değildi. İpekli pembe esvaplarını giydi. Odanın orta yerinde hazırlanmış iskemleye varıncaya kadar ayakları birbirine karışarak -başı eğilmiş, yüzü kızarmış- yürüdü. Sandalyenin üzerine âdeta yığıldı.
Şimdi, ağır ağır içilen kahvelerin her yudumunda işitilen şapırtı, kendisine bir şamar gibi azap verici geliyordu. O kadar tatlı olmak üzere tahayyül ettiği bu görücü sandalyesini bu kadar dikenli bulmaktan doğan bir pişmanlıkla her tarafını sarmış zannettiği nazarların ağırlığından eziliyor; kaçmak, ağlamak istiyordu.
Karşısında kaç hanım vardı, hâlleri nasıldı? Seniha bunları bilmiyordu. Yalnız, kapıdan girerken minderin ta köşesinde başında kundak bağlanmış koyu renk bir yemeni bulunan buruşuk yüzlü bir ihtiyar kadın fark edebilmişti. Zerre kadar sevmediği komşusu Habibe Hanım’a benzeyen bir ihtiyar kadının kendi yüzünden hiç ayrılmayan -bunu hissediyordu- nazarından, yüzünde ihtimal ki pençe pençe pembelikler, tombulluklar, parmak kadar kaşlar, tekerlek gözler arayan gayr-i memnun nazarının hoşnutsuz ifadesinden süzülen küçük görmeden bir saniye evvel kurtulmak için ömrü boyunca bir daha hiç görücüye çıkmamaya razı idi.
Nihayet, asırlar süren muayeneden sonra, ter içinde kalan Seniha, bu işkenceden kurtuldu; can atarcasına sofaya seğirtti. Âdeta koşarak çıkarken validesinin ikaz eden tavrı ile kendisinin ilk defa görücüye çıktığından bahsettiğini işitmiş, ne kadar kızmıştı. Annesi bu kadınları ah niçin kovmuyordu? İşte o her zaman böyle yapardı.
Ağlayarak odasına koştu; asabi parmaklarıyla korsesinin bağlarını gevşeterek kanepeye atıldı. Bu kundak yemenili, hıyanet yüzlü ihtiyar kadının karşısına çıkmak için mi bu kadar rüyalar görmüş, bu pembe ipeklileri giyinmişti? Bir fırsat bulup da giyemediği için geceleri, pek canı istedikçe gündüzleri bile omuzuna atıp aynada biçimine, nasıl yakışacağına baktığı bu kıymetli esvaplarını hırsından parçalamak istiyor gibi sertçe arkasından attı. Ev içinde giydiği basma entarisi kendisine ne güzel, ne rahat geldi…
Odadan dışarı kendisini atmakla kurtuldum zannettiği bu işkenceden Seniha kurtulamamıştı. O işkenceler kimbilir daha kaç sene kendisini takip edecekti. O akşam, pederinin soran bakışlarına validesi, red cevabıyla başını sallayarak kızını beğenmeyen bu kadınlardan güya intikam almış olmak için: “Zaten kadınları da benim gözüm tutmadı idi ya…” değerlendirmesini ilave ettiği zaman Seniha, bu işkencenin henüz bitmediğini anlamıştı. Sonra pederi daha ince sormaya başladı. Kendisinin müsait bir mana çıkarabileceği bir sözün unutulabilmiş olması ihtimaline dayanarak kadınların ayrılırken “Yine geliriz inşallah!” deyip demediklerini tekrar tekrar soruyor, bu suallerle Seniha’yı üzüntüden, beğenilmemek utancından öldürüyordu. Validesi de her suale verdiği cevabın nihayetine avutan nakaratlar gibi düşmanca bir küçümseyici duygu ile “Zaten o kadınları da benim gözüm tutmadı idi ya…” görüşünü ilavede kusur etmiyordu.
Bu görücü işi kime naklolunduysa aynı mütalaanın o vakit de tekrarında kusur edilmedi. Artık bazı candan komşu hanımlara, teyzelere, halalara -lakırdı arasında pek de münasebetli bir girizgâh bulmaya lüzum görülmeden- bu ilk mürüvvetin mukaddimesi büyük bir övünçle hikâye ediliyordu. Nihayetindeki mütalaa:
— Ama daha oda kapısından girerken… Kadınların yüzüne bir bakınca… Hiç, daha görür görmez gözüm tutmadı, suretinde uzamaya başlamıştı. Seniha, kendisinin yanında tekrar edilmekte beis görülmeyen bu tafsilattan yerlere geçerken sürekli tekrarlanmasıyla artık sinirlerine dokunan adı geçen mütalaanın hangi cümleden sonra beyan edileceğini anlar, validesinin -başka lakırdı bulamıyor gibi- hep utandığı hâli hikâye etmesinden doğan bir hırs ile coşan bir hiss-i hakikate mağlup olarak:
— Onlar da sanki sizin kızınızı beğendilerdi, diye bağırmak isterdi. Bu kadar boğuluyordu.
Şimdi Seniha bilmeyerek, istemeyerek aynanın karşısında bir parça ziyade eğlenmeye başladı. Saçların güya ihmal sonucu olarak alın üzerine düşürülmesi, bütün bütün kaldırılması, kaşların yan tarafa doğru dikliğine taranması, tebessümlerin derecesi, gözlerin bakışı yavaş yavaş tetkik ediliyor, en yakışanı bulmak isteniyordu. Bazan Seniha, böyle ayna karşısında iken birdenbire, bu kadar dikkatin ne için sarf edildiğini düşünüveriyor, beğenilmek için tavırlar talim eden bu küçük yüzü ayıplayan odasının duvarlarından, aynada gülen şahitten utanır, böyle bir mecburiyet hissetmiş olmaktan kalbi ezilirdi.
Bir aralık Seniha, bu endişelerden nihayet kurtuluyorum ümidine düştü. İlk görüşte hâllerini pek beğendiği iki taze, sonra yanlarında büyük hanımlarla beraber tekrar geldiklerinden artık bir istemenin gerçekleşeceğini kesin saymıştı. Gerçekten de bu tahmininde yanılmadı. Birkaç gün sonra Seniha, geceleyin herkes uyurken validesinin dolabından hırsız gibi bir fotoğrafı çalıp bakarak -sabahleyin kılavuz kadının getirdiği bu resim- rüyalarını dolduran bir erkân-i harb zabitini -yakasının işlemesi ne kadar da güzeldi- gösterdiğini görünce sandalyesi üzerinde geçirdiği ıstırapları unutuvermişti…
Bu resmi bir hayli tetkik ettikten, zevc-i müstakbelinin -Hayalini buraya kadar ilerletmişti.- yüzünde, elbisesinde mevcut zarif izleri ancak kadınlara mahsus işleyen, güçlü bakışlarla görerek belledikten sonra yatağına dönünce Seniha, artık yanında genç, güzel bir hayal bulmaya başladı: Beyini ne kadar sevecek, onu ne kadar memnun edecek, onunla ne mesut yaşayacaklardı…
Seniha, ilerisini düşünmeden daldığı bu tatlı uykudan pek çabuk uyandı. İki üç günlük bir araştırmadan sonra taliplere:
— İstiharemiz muvafık çıkmadı, cevab-ı reddi verilmişti.
Sonra görücüler yine akın etmeye başladı. Talepler eksik olmuyordu. Fakat validesi bir tanecik kızını dışarıya vermeye bir türlü razı olamadığından bunlardan bir netice çıkmıyordu. Bazı ısrar edenlere -Seniha’nın fikri sorulmak hatıra bile getirilmeden- “Bir evlat bu, hanım… Ne yapayım, ayrılamam.” cevabı veriliyordu. Ve bu suretle validesi bir tanecik kızını dışarı verirse güya herkes tarafından yöneltilen çaresiz ayıptan aklınca kendisini kurtarmış oluyordu.
Çok geçmeden Seniha, ikinci bir ümide daha kapıldı. Bu defa gelen resim, kararlı bakışlı, mağrur birini gösteriyordu. Genç kız bu çehrede gördüğü ifadeden ilk nazarda hoşlanmadı. Dikkat edince bunun fotoğraf merceği karşısında ne tavır alınacağı şaşırılarak yapılmış sahte bir hâl olduğunu görerek yumuşaklık ve ağırbaşlılık anlatan yüz çizgilerine alıştı. Fakat beyin, Babıali’nin hangi kalemine devam ettiği sorulup da “Kaleme gitmez, gazetecidir.” cevabı gelince Seniha’nın validesi, böyle yersiz yurtsuz heriflere -büyük sözüne tövbe- kız vermeyeceğini, kızını öyle adamlara vereceğine götürüp Uzunçarşı’da bir çıkrıkçıya vermeyi tercih edeceğini büyük bir küçümseme ile haykırmaya başladı. Hem daha ne aceleleri vardı, koca kıtlığı yoktu ya… Şöyle (…) kıymetini bilir, belli başlı bir adam olması fena mı? Seniha içeriki odadan validesinin bu sözlerini işitirken -bütün görücülere, kılavuz kadınlara karşı on altıyı geçemeyen yaşının- on sekizine geldiğini düşünüyor, dört senedir görücü emellerini hatırlıyordu büyük bir üzüntü ile. Artık bu intizarlardan, bu zorunlu süslenmelerden bıkmaya, ümitsizliğin soluk çehresini görmeye başlamıştı.
Seniha, on dokuzuncu yaşının nihayetine doğru bir kere daha istenildi. Bu defa evvelki karısından ayrılmış, otuz beş yaşında bir sakallı için idi. Seniha yalnız, her gün taşıdığı, utanç yükünü, kocaya verilecek şu talipsiz kız sıfatını üzerinden atmak için bunu kabule eğilimli idi. Fakat validesi bunda da itiraz seslerini yükseltti: Kızları evde kalmadı ya, (…) Allahtan korkmadan, böyle bir tanecik kızını nasıl verebilirdi?
Seniha, yirmisini atlayınca validesine bir parça endişe geldi. Ya, bu alık küçük hanımefendi de görücülerin karşısında nasıl oturuyordu! İnsan kendisine şöyle güzel bir tavır aramaz mı? Elbette, miskin miskin duran kızı kim alır?
Seneler anlayış kabul etmez bir insafsız bir hız ile geçiyordu. Seniha şimdi, şiddetli ızdıraplardan sessizliğin hazinesi içinde hayatını kabule başlamıştı. Uzun kış gecelerinde, odasında mangalının kenarında bir yandan dalgın elinin tuttuğu maşa ile ateşleri karıştırırken diğer taraftan roman, tiyatro gibi kitapları arada sırada okurdu.
Filhakika, hayatın acılığını hissetmek için Seniha’nın böyle kitaplara ihtiyacı pek azdı. Gözleri yorulup da kitapları elinden bıraktığı zaman, biraz evvel pek parlak iken şimdi eriyerek üzerleri küllenen ateşlerin ondan istikbali hiç gizledikleri var mıydı? Seniha bu küllerle dertleşiyor gibi şiddetli bir dalgınlıkla gözlerini gittikçe kararan kömürlere dikerek saatlerce kalır, sonra gecelerin bu ilerlemiş saatlerinde ani bir çıtırtı ile kendine geldiği vakit çoktan soğumuş odasının vahşi havası içinde soğuk bir mezar yalnızlığı -ilelebet uzayıp gitmek tehdidini gösteren bir yalnızlık- onu titretirdi. Seniha önceleri bu yalnızlığı hiç aklına getirmemişti.
Fakat maşasının altında aralıksız karışan küller onun düşüncelerini istikbale, pederinin, validesinin ölümüne, kendisinin ihtiyarlığına çekiyordu. Ve böyle artık harap olduğunu gördüğü hayatının matemini şimdiden tutuyordu. Artık ev işleri kendisini alakadar edemiyor, ortalığın bir parça tozlu olmasında, intizama bir parça halel gelmesinde beis göremiyor, komşu kızlarının verdikleri nispete alaycı duygular ile bakıyordu.
Bir gün odasında kendi kendisine okuduğu romanı dizlerinin üzerine bırakarak düşüncelere dalmış olan Seniha’yı hizmetçi kız -artık pek nadir görülen bir şeyi müjdelemek istiyor gibi- aşağıdan süratle koşup yetişerek bu düşünceden uyandırdı. Kesik nefeslerle:
— Görücüler geldi, sözlerini fırlattı. Görücü… Seniha’nın unutmaya çalıştığı bu kadınlar, kendisini niçin rahat bırakmıyordu? Makine gibi ne yaptığını bilmeden Seniha kalktı, giyindi, süslendi. O kadar seneden beri Seniha’yı göre göre bıkmış olan aynı odanın aynı sandalyesi üzerine oturdu. Yirmi altı bahar gören kumral saçlarının arasında sabahleyin ağarmış bir tel görüp de kopardığı dakikadan beri pek dalgın duran Seniha, şimdi şu görücü sandalyesinde otururken işittiği kahve şapırtıları, bu yirmi altı senelik çehresiyle, ak saçlarıyla utanmadan koca bekleyen kızı ayıplıyor zanneyledi. O, bu sandalyeye tam on iki sene evvel pek küçük bir genç kız iken kumral bıyıklar, mavi gözler ümitleriyle oturmaya başlamış, şimdi bir genç kadın olmuşken yine oturmaya mecbur bulunmuştu. Artık hasırlarının örgüsü gevşeyen bu sandalyede Seniha kısmetini beklerken oradan ne kadar kadınlar gelip geçmişti. Seniha ise aynı hâlde fakat gittikçe büyüyerek, ihtiyarlayarak aynı sandalyede oturmaya mahkûm kalmıştı. O, hâlâ bir görümce, kaynana, bir teyze hanımın beğenen bakışlarına alçak gönüllülük gösterirken ilk senelerde kendisine talip olup da istiharenin muvafık gelmemesine dayanılarak reddedilenlerin şimdi şüphesiz yetişmiş çocukları bile olmuştu.
Bunlar, Seniha’yı o kadar ümitsizleştirdi, alaycı kahve şapırtıları o kadar mahcup eyledi ki “Küçük hanımı rahatsız ettik…” müsaadesini beklemeden giyinip çıkardığı esvaplarla beraber eskimiş emelleriyle, bir daha bu neticesiz mahcubiyete kendini göstermemek kesin kararıyla gözyaşlarını tutmaya çalışarak odadan fırladı.
Hüseyin Cahit Yalçın