GÜZEL GÜNLER
Her şeyin çok daha normal sanıldığı ve genelde geçmişe dönük bir ifadedir “güzel günler”. En nihayeti insan, zamanla her açıdan aşındığı için pişmanlıklarının olmadığı, yıpranmadığı zamanları özler durur. Mevsimler döngüsel bir hızla gelip geçiyor, doğadaki her şey de buna bağlı olarak aynı renkler arasında bir döngü içinde. Sümer tabletlerinden tasavvuf felsefesine kadar dünya varisi birçok uygarlık veya öğreti evreni, bir “döngü” olarak tanımlar. Maddi insan, insanın döngüdeki son halkasıdır ve tüm mesele; tüm sorunların kaynağı olan maddi insanı terbiye etme, ehlileştirme ve doğa yasaları içindeki mütevazı yerine sabitleme çabasıdır. Krizlerin, savaşların, dünyayı bölüşmelerin, kurtarmaların hepsi de gözle görülmeyen bir virüsün ortaya koyduğu gerçek sayesinde kendiliğinden erteleniyor. Çünkü bu gerçek tek taraflı değil, Orta Doğulu, Avrupalı veya Asyalı değil. Zengin veya yoksul, az gelişmiş veya çok gelişmiş, Müslüman, Hristiyan veya Budist değil. Şimdi bu panik ve korku günlerinin belirsizliği içinde beklerken doğanın ve yaşamın kendi yasalarına karşı bizim koyduğumuz ayrım ve yasaların ne denli yapay ve kifayetsiz olduğuna bakmaya gerek var mı?
“Güzel günler” dediğimiz, dışımızdaki dünyadan çok içimizdeki sanal dünyada, kime ne kadar dokunup dokunmadığını umursamadan bizim için her şeyin tıkırında olduğu, kendi gevşek zamanlarımızın adı oluyor. Hangi birimizin “güzel günler”inde dünyada savaşlar, açlıklar, haksızlıklar veya ölümler yoktu? Hangi birimizin “güzel günler”inde dünyadaki tüm insanlar mutluydu? Sevdiğimiz sonbaharlar bile yığınla yaprak ölüsü; hayvan sevgimiz, hayvan hapishaneleri… yani bir bütün halinde sorunlu bir güzellik ve estetik algısına sahibiz.
“Var olmamak bir güçsüzlüktür ve tersine, var olabilmek şüphesiz bir güçtür.” der Spinoza. Politik, siyasal, sosyal tartışmalardaki gürültü, dünyanın her yerinde sâdece hastanelerin açık olduğu ve tek gücün tıp olduğu bir sessizliğe bürünmüşse sormak gerekir: Adil olmayan hayat mı, bizler miyiz?
Ölümün yaşam karşısındaki eşitlikçiliği, insanın yaşama karşı adaletsizliğinden çok uzak. Ölüm, mevcut yaşam koşullarımız nedeniyle dünyada her insana aynı uzaklıkta değil ve bu koşulları yaratanlar bizleriz. Yazının icad olunduğu tarihlerden bugünlere, sürekli bir kültür ve deneyim aktarımı sağlıyoruz, ama en hayati hatalardan sonra çıkarmamız gereken dersleri bir türlü çıkaramıyoruz. İnsanlık hiçbir evrede ölümü kutsallaştırdığı kadar yaşamı kutsallaştıramadı. Oysa hiçbirimizin yüzündeki endişe, sevdiklerimizi kaybetme endişesinden daha soğuk ve ağır değil ve hiçbir doğal felaket veya salgın hastalık, 2.Dünya Savaşı’ndaki kadar çok can alabilmiş değil.
Elbette birçok felaketi ve zor zamanları geride bırakan insanlık, bu zor zamanları da geride bırakacaktır. Sonra dünyada yok edilen milyonlarca yaşamın milyonda birini, uzayda bulabilmek için harcanan tonlarca kaynağı anlamaya çalışmak tuhaflığına, yine kaldığımız yerden devam edeceğiz.