İki jandarma: Biri siyah sakallı, sağlam yapılı bir adam; bacakları pek kısa, öyle ki, arkadan bakılınca bacaklarının, bütün insanlarda olduğundan daha aşağıda olduğu, daha aşağıda başladığı görülür; öbürü ise uzun boylu, zayıf, dimdik bir sopa gibidir, koyu kızıl renkli seyrek bir sakalı vardır. İkisi de, il merkezine, soyunu sopunu hatırlamayan bir serseriyi götürürler. Birinci jandarma, sallana sallana yürür, her yanına bakınır, kâh bir şeyi, kâh kolunu, kâh bir samanı çeker, uyluklarına vurur, bir şeyler mırıldanır. Umumiyetle kayıtsız, rahat bir hali vardır; öbürü ise zayıf yüzü, dar omuzlarına rağmen çok sağlam, ciddî, önemli görünür. Yüzünün çizgileri ve bütün ifadesiyle eski din kitaplarını kabul eden tarikat papazlarına yahut da eski tasvirlerdeki savaşçılara benzer; “zekâsından dolayı Tanrı ona biraz alın ilâve etmiştir” yani keldir, bu da söylediğim benzerliği daha da çok artırıyor. Birincisinin adı Andrey Ptaha, ikincisinin adı Nikandr Sapojinikov’dur.
Beraberlerinde götürdükleri adam, hiç de bir serseri hakkında düşündüğümüze benzemez. Küçük, zayıf, hastalıklı bir adamdır. Yüzünün çizgileri, renksiz, gayet küçük, pek belirsizdir. Kaşları seyrektir, bakışı uysal, itaatlidir; serseri, otuzunu aştığı halde bıyıkları henüz çıkmaktadır. Ellerini, yenleri içine sokarak çekingen çekingen yürüyor. Köylülerin giymediği yünlü kumaştan, yıpranmış paltosunun yakası, kasketinin ta kenarına kadar kaldırılmıştır, öyle ki, yalnız küçük kırmızı bir burun, Allah’ın dünyasına bakmaya cüret eder. Sesi, pes bir tenor sesidir, durmadan zayıf zayıf öksürür. Onu, asıl adını saklamak isteyen bir serseri olarak görmek pek zordur. O, daha çok, yoksul düşmüş, Allah’ın unuttuğu talihsiz bir papazdır; sarhoşluğundan dolayı yerinden kovulmuş bir kâtiptir. Yahut da aktörlük alanında zayıf kuvvetlerini deneyen, şimdi de avare çocuk kıssasının son perdesi için eve dönen bir tüccar oğlu veya yeğenidir; sonbaharın içinden çıkılmaz çamuruyla nasıl savaştığına bakılırsa Rus manastırlarının birine giden, “her yerde rahat, günahsız” bir yaşayış arayıp da bulamayan bir manastır sofusu’dur.
Yolcular, çoktan beri yürümektedir. Ama etrafındaki küçük bir toprak parçasından bir türlü kurtulamazlar, önlerinde birkaç metre çamurlu, siyahımsı bir yol vardır, arkalarında da öyle. Daha uzaklarda insan nereye baksa beyaz bir sisin geçilmez duvarlarını görür. Yürürler, hep yürürler. Duvar, biraz olsun yaklaşmaz. Toprak parçası hep aynı kalır. Beyaz köşeli bir kaldırım taşı, sel çukuru yahut geçen bir arabadan düşmüş bir saman parçası bazen göze ilişir, büyük, donuk bir su birikintisi kısa bir zaman için parlar, bir de önde şekli belirsiz bir gölge görünür; yaklaşınca gölge hep küçülür, daha karanlık olur, daha da yaklaşınca yolcular, ellerinde rakamı silinmiş bir yana eğrilmiş bir kilometre direği yahut zavallı küçük bir kayın ağacı, yol kenarlarında dilenen bir dilenci gibi ıslanmış ve çıplak bir ağaç, üzerindeki son sarı yapraklarla bir şeyler mırıldanır, bir yaprağı düşer, yere tembel tembel uçar… Bundan sonra tekrar sis, çamur, yolların kenarında siyahımsı otlar görülür. Otlar üzerinde donuk, bulanık gözyaşları vardır. Bu gözyaşları toprağın yaz güneşini karşıladığı, sonra uğurladığı zaman dökülen o rahat sevincin gözyaşları olmadığı gibi, bıldırcınların, bıldırcın kılavuzlarının susuzluğunu gideren gözyaşları da değildir. Yolcuların ayakları, ağır, yapışkan çamura batar. Her adım bir gayret ister.
Andrey Ptaha, biraz heyecanlıdır. Serseriyi bir süzer, bu canlı, içki içmez insanın, nasıl olup da adını hatırlayamadığını anlamaya çalışır:
— Sen Hıristiyan mısın? diye sorar.
Öbürü uysal uysal:
— Hıristiyanım, diye cevap verir.
— Hım… Demek seni vaftiz ettiler.
— Tabii, ben Müslüman değilim ki. Kiliseye giderim, perhiz tutarım, gerektiği zaman et yemem. Dini bütün bir adamım.
— Adın ne?
— Nasıl istersen o adı ver.
Ptaha, omuzlarını silker, büyük bir şaşkınlık içinde uyluklarına vurur. Nikandr Sapojinikov ciddî ciddî susar. O, Ptaha kadar saf değildir, bir Hıristiyan’ı, adını insanlardan gizlemeye zorlayan sebepleri gayet iyi bildiği bellidir. Manalı yüzü, soğuk ve serttir. Durmadan yürür, arkadaşlarıyla boşuna gevezelik etmeyi kendisine yakıştıramaz. Sanki herkese, hatta sise bile, muvazenesini, zekâsını göstermeye çalışır gibi bir hali vardır. Ptaha devamla:
— Allah, Allah, gel de çık işin içinden, der. Müjik desen değil, efendi desen değil. Sanki ikisi ortası bir şey… Geçenlerde havuzda kemerimi yıkıyordum, elime bir hayvan geçti. Parmak kadar bir şey… Kuyruğu da var, galsamaları da var. İlkönce balık dedim, ama baktım… Allah cezasını versin, ayakları var. Hayvan mıdır, balık mıdır, şeytan bilir. İşte sen de öylesin. Mesleğin ne?
Serseri:
— Ben müjikim, köylü soyundanım, der, içini çeker. Anneciğim köle hizmetçilerdendi. Ben, gerçi ilk bakışta bir köylüye benzemem, doğru. İşte benim talihim böyle çıktı. Anneciğim, beyefendilerin yanında dadı olarak çalışırdı. Onlardan her zevki alırdı. Benim de işte kanım, tenim onundur. Ben de efendinin evinde kalırdım. Annem beni şımartır, hep yetiştirmek, basit halimden kurtarıp iyi insanlar arasına sokmak isterdi. Ben yatakta yatar, her gün gereği gibi yemek yer, küçük beyzade pantolonu, yarım çizme giyiyordum. Annem ne yerse, bana da yedirirdi. Beyefendiler ona elbise verirler, annem de beni giydirirdi, iyi yaşadık. Çocukluğumda yediğim şekerleri, pastaları şimdi satsak iyi bir at alınabilir. Anneciğim, bana okuyup yazma öğretti. Ta çocukken bana Allah korkusunu aşıladı, beni öyle yetiştirdi ki, şimdi hiç kaba, köylüce bir söz söylemiyorum. Votka içmiyorum kardeş, iyi de giyiniyorum, iyi bir sosyetede gerektiği gibi davranıyorum. Annem hayatta ise Allah sağlık versin, öldü ise Allah rahmet eylesin.
Serseri, seyrek, kısa saçlı başından şapkasını çıkarır, gözlerini yukarı kaldırır, iki defa istavroz çıkarır. Nihayet erkekten ziyade kocakarı sesine benzer sesiyle kelimeleri uzata uzata:
— Allah’ım, ona rahat, güzel bir yer ver, der. Kulun Ksemiye’nın günahlarını bağışla. Anneciğim olmasaydı ben herhalde hiçbir şeyden anlamayan basit bir köylü olarak kalırdım. Şimdi dostum, ne sorarsan sor, her şeyi bilirim. Din kitaplarını, dünya kitaplarını, her türlü duaları, ilmihali bilirim. Zaten Tanrı buyruğuna göre yaşarım. İnsanlara kötülük etmem. Vücudumu temizlik, fazilet içinde tutarım. Zamanında perhiz tutarım, zamanı gelince de bozarım. Bazı insanlar sadece votkadan oburluktan zevk alırlar. Bense boş zamanlarımda bahçeye oturur, yalnız kitap okurum. Hep okurum, sonra ağlar, ağlarım.
— Niye ağlarsın?
— Dokunaklı yazarlar da… Bir kitaba beş kapik bulur verirsin ama durmadan ağlar, feryat edersin.
Ptaha:
— Baban öldü mü? diye sorar.
— Bilmem kardeş? İşlenen günahı niye saklayayım, babamı tanımıyorum. Bana öyle geliyor ki, ben annemin piç çocuğuyum. Anneciğim, bütün ömrü boyunca hep beyin yanında oturdu, basit bir köylüye varmak istemedi…
Ptaha alaylı alaylı gülümseyerek:
— Demek beyi ile, dedi.
— Evet, doğrusu kendisini koruyamadı. Gerçi temiz, Allah’tan korkan bir kadındı. Ama bakirliğini koruyamadı.Şüphesiz büyük bir günah ama, şimdi belki de damarlarımda asilzade kanı dolaşır. Kibar zatım doğrusu.
Bu “asil adam” bütün, hafif, tatlı bir sesle, dar alnını buruşturup kırmızı üşümüş burnundan gıcırtılı sesler çıkarıp anlatır. Ptaha dinler, ona şaşkın şaşkın, yan yan bakar, durmadan omuzlarını silker.
Altı verst kadar yürüdükten sonra jandarmalarla serseri bir tümsek üstüne otururlar. Ptaha mırıldanarak:
— Köpek bile kendine verilen adı hatırlar, der. Benim adım Andruşka’dır. Onunki Nikandr. Her insanın kutsal bir adı vardır. Başka bir adla çağırılmaz!
Serseri, ah çeker, şakağını yumruğuna dayayarak:
— Benim adımı bilmek kime gerek? der. Benim de ne işime yarar? İstediğim yere gitmeme izin verselerdi, durum bugünkünden daha kötü olurdu. Arkadaşlar, ben kanunu bilir bir adamım. Şimdi ben adını hatırlayamayan bir serseriyim. Başıma gelebilecek en büyük belâ, Doğu Sibirya’ya gönderilmektir. Otuz kırk kadar da kırbaç yerim. Ama asıl adımı söylersem, tekrar küreğe gönderirler.
— Yoksa küreğe mi hüküm giydin?
— Çektim. Dört yıl tıraşlı kafa ile dolaştım. Zincir taşıdım.
— Niçin?
— Adam öldürmeden. Daha çocuktum, on sekiz yaşlarındaydım. Anneciğim, beyin bardağına yanlışlıkla soda, limon tuzu yerine sıçanotu koymuş. Kilerde çeşit çeşit kutular vardı. Birbirine kolaylıkla karıştırılabilirdi.
Serseri içini çeker, başını sallar:
— O, temiz insandı, der. Ama kim bilir, başkalarının ruhu, kapalı kutudur. Belki dikkatsizlikle, belki de beyin başka bir hizmetçiye yakınlık göstermesini, böylece kendisine ettiği hakareti hazmedemediği içindir. Belki de bile bile yapmıştır. Küçüktüm, o zaman daha her şeyi bilmezdim. Şimdi hatırlıyorum. Bey, gerçekten başka bir odalık almıştı, anneciğim de çok üzülüyordu. Ondan sonra iki sene kadar mahkeme sürdü. Annem yirmi yıl kürek cezası giydi, ben ise yaşım küçük olduğu için yedi yıl.
— Senin suçun neydi?
— Suç ortaklığı. Bardağı beye veren bendim. Her zaman böyle olurdu. Annem sodayı hazırlar, ben verirdim. Tabii bütün bunları kardeş, Tanrı huzurunda söyler gibi söylüyorum. Kimseye anlatmayın.
Ptaha:
— Canım kimse bize soracak değil ya, dedi. Demek sen kürekten kaçtın?
— Kaçtım dostum, kaçtım. Kaçanlar on dört kişi kadar vardık. Allah razı olsun. Arkadaşlar kaçtılar da beni de yanlarına aldılar. Şimdi siz söyleyin, ne diye adımı söyleyeyim? Söylersem gene küreğe gönderirler. Bense pek kötü bir kürek mahkûmuyum. Hastalıklı, narin bir adamım. Temiz temiz yatmayı, yemek yemeyi, uyumayı severim. Allah’a dua ederken bir kandil, bir mum yakmayı severim. Hiçbir yerde gürültü olmasın isterim. Secde ettiğim zaman döşemede çer çöp, tükürük olmamasını isterim. Ben de anneciğim için sabah akşam kırk defa kadar secde ederim.
Serseri, şapkasını indirir, istavroz çıkarır:
— Doğu Sibirya’ya göndersinler, korkmam.
— Daha mı iyi sanki?
— Tabii. Kürekte balık istifi yaşanır. Darlık, itişip kakışma, insan bir yerde dinlenemez. Gerçek bir cehennem. Allah kimseye göstermesin. Haydutsun, haydut gibi yaşayacaksın; köpekten daha kötü. İnsan ne yemek yiyebilir, ne uyuyabilir, ne Allah’a dua edebilir. Sürgünde ise durum bambaşka. Sürgüne gidince ilk defa topluluk içine girerim. İdare bana bir şeyler vermek zorundadır. Orada toprağın ucu bucağı yok, derler, istediğin kadar al. Orada, tarla için, sebze bahçesi için, ev için toprak verirler. Orada herkes gibi çift sürer, buğday ekerim, hayvan beslerim, arılarım, koyunlarım, köpeklerim… Bir Sibirya kedisi beslerim, sıçanlar malımı yemesinler… Ev bark kurarım, dinî tasvirler alırım, Allah kısmet ederse evlenir, çoluğa çocuğa karışırım.
Serseri, mırıldanır, dinleyicilerine değil de, başka bir yere bakar. Hayalleri ne kadar saf ise de öyle içten, candan bir eda ile ortaya çıkar ki, inanmamak elden gelmez. Serserinin küçük yüzünde bir gülümseme okunur. Gözlerinde, burnunda, yüzünde, uzak saadetinin tatlı önduyuşu sanki donuklaşmıştır. Jandarmalar dinlerler, ona ciddî ciddî halinden anlayarak bakarlar. Onlar da inanır.
Serseri devam eder:
— Sibirya’dan korkmam. Sibirya, burası gibi, Rusya’dır. Orasının da aynı Allah’ı, çarı vardır. Orada da seninle nasıl konuşursam öyle konuşurum. Orada daha çok hürriyet vardır. İnsanlar daha iyi yaşarlar. Her şey daha iyidir. Orasının nehirleri buradakilerden daha iyidir. Orada balıklar, hesaplanamayacak kadar çoktur. Benimse kardeşler, en büyük zevkim balık tutmaktır. İstersen bana ekmek verme ama bir olta verip bir yere oturmama izin ver. Olta ile de tutarım, ağ ile de tutarım, sepetle de tutarım. Buzlar çözülünce de kepçe ile tutarım, gücüm yetmediği için beş kapik verip bir köylüye tuttururum. Allah’ım ne zevktir o. İnsan, bir yayın balığı, bir kefal tutarsa sanki kardeşini görmüş gibi sevinir. Her balık için de ayrı usuller lâzım, birisini kurtla tutarsın, birini kurbağa ile başkasını da sivrisinekle. Bütün bunları bilmek lâzım. Meselâ yayın balığını alalım: Yayın balığı kaba bir balıktır. Ne verirsen yer. Turna balığı, sazan balığını sever, kefali sığ yerde tutmaktan büyük bir zevk yoktur. Oltayı yirmi, otuz metre uzağa kor, ucuna ağır bir şey değil de, bir kelebek yahut bir mayısböceği takar, bırakırsın, öyle ki, bunlar suyun üzerinde yüzer. Sen de suda pantolonunu çıkarır, oltayı bırakırsın. Turna ise birdenbire sicimi çeker. Yemi aşırmamasına dikkat etmek lâzım. Kımıldadığını duyar duymaz hiç bekleme, hemen çek. Hayatımda hu hu, ne çok balık tuttum. Kaçtığımız zaman arkadaşlar ormanda yatarken, ben uyumaz, nehre inerdim. Nehir orada geniştir, çabuk akar. Kıyıları sarptır, müthiş doğrusu. Kıyılarda hep bakir ormanlar vardır; ağaçlar da öyle ki, insanın yukarı bakınca başı döner. Buradaki fiyatla orada her çama on ruble verilir.
Hayallerin bu darmadağınık baskısı altında, geçmişin sıkıntılı hayalleriyle, saadetinin tatlı önsezisi ile zavallı adam susar, sanki kendi kendine mırıldanıyormuş gibi sadece dudaklarını kımıldatır. Donmuş saadet gülümsemesi yüzünden silinmez. Jandarmalar susar, düşünürler, başlarını önlerine eğmişlerdir. Sonbahar sessizliği içinde soğuk, tatsız bir sis, topraktan üçünün ruhuna işler. Gözleri önünde bir hapishane duvarı gibi gerilip de ona, iradesinin sınırlarını gösterdiği zamanlarda hızlı akan, geniş, sarp kıyılı nehirleri, geçilmez ormanları, uçsuz bucaksız bozkırları düşünmek insana tatlı gelir. Hayal gücü, sabah erken erken gökyüzünde şafağın pembeliği daha inmeden, ıssız, sarp kıyıdan geçen bir insanın küçük bir leke olarak yürüyüp geçtiğini çizer. Sel yatağının iki yanında taraça halinde yükselen direklik ulu çamlar, her insana sert sert bakar, sert sert homurdanır: Kökler, kocaman taşlar, dikenli fidanlar yolunu keserler. Ama o, bedence kuvvetli, ruhça cesurdur. Ne çamlardan, ne taşlardan, ne yalnızlığından, ne de her adımını tekrarlayan o kuvvetli yankıdan korkar.
Jandarmalar, hiç yaşamadıkları o serbestlik hayatının hallerini kafalarında canlandırırlar, hatırladıkları, çok eskiden işittikleri belli belirsiz şeyler midir, yoksa o hürriyet hayatının hayalleri onlara eski hür atalarından mı geçmiştir, bilmiyoruz.
Şimdiye kadar hiç söz söylememiş olan Nikandr Sapjinikov ilk olarak sessizliğe son verir. Serserinin bu güzel saadetine gıpta mı etmiş, yoksa ruhunda bu saadet hayallerin içinde yüzdükleri kurşuni sisle, siyahımsı çamurla denk düşmediğini mi fark etmiştir, ama serseriye sert sert bakar, der ki:
— Evet, öyle! Bütün bunlar güzel, iyi. Ama kardeş, sen o serbest yerlere varamayacaksın ki. Nereye gideceksin, nereye? Üç yüz verst yürür, sonra da ruhunu Allah’a teslim edersin. Altı verst yürüdük, soluğun kesildi, çok zayıfsın sen.
Serseri yavaş yavaş Nikandr’a döner, yüzündeki o mesut gülümseme kaybolur. Jandarma ciddi yüzüne korku ile suçlu suçlu bakar. Herhalde bir şeyler hatırlar. Başını önüne eğer. Ortalığa tekrar bir sessizlik çöker. Üçü de bir şey düşünürler. Jandarmalar ancak Allah’ın düşünebileceği şeyi, yani onları o hür memleketten ayıran mesafeyi ölçmek için kafa yorarlar. Serserinin kafasında ise mesafeden daha açık, daha belirli, daha korkunç hayaller birbirini kovalar, önünde canlı olarak uzun mahkeme safhaları, kürek, sürgün zindanları, mahpusların koğuşları, yoldaki yorucu duraklar, sert kışlar, hastalıklar, arkadaşların ölümleri…
Serseri, gözlerini suçlu suçlu kırpar, üzerinde küçük ter damlaları görülen alnını kolu ile siler, sanki sıcak bir banyodan yeni çıkmış gibi sık sık solur. Sonra öbür kolu ile alnını siler, korku ile etrafına bakar. Ptaha, öbürüne hak vererek:
— Doğru, der, varamazsın. Sen hiç de iyi yol yürümüyorsun. Kendine bak, bir deri bir kemik kalmışsın, ölürsün kardeş.
Nikandr:
— Tabii ölür, der. Nereye varacak? Onu şimdiden hastaneye yatırırlar. Tabii…
Adını unutan adam, katı yürekli yol arkadaşlarının sert, kayıtsız yüzlerine bakar, kasketini çıkarmadan gözlerini fal taşı gibi açarak çabuk çabuk istavroz çıkarır. Tirtir titrer, başını sallar, üzerine basılmış bir tırtıl gibi bütün vücudu kıvranıp büzülür. Nikandr kalkarak:
— Eh, gitme zamanı geldi, der. Dinlendik.
Bir dakika sonra yolcular, çamurlu yolda gitmeye başlarlar. Serseri, daha da çok büzülerek ellerini, yenlerine daha derin sokmuştur. Ptaha susar.