Bu hikaye Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Milli Savaş Hikayeleri adlı kitabında yayımlanmıştır.
HÜSEYİN ÇAVUŞ
Akşam karanlığında Hüseyin Çavuş’un hanına vardık. Burası, Anadolu’nun bütün köy hanları gibidir: Bir ahır üstünde zemini hasır yayılı, iki üç oda… Ben ve arkadaşım, bermutat (her zamanki gibi), “konfor”suzluktan şikâyet ediyoruz; yol yorgunluğunun verdiği bir sinirlilikle hancıyı karşımıza alıp bir iyi azarlıyoruz:
“Bu ne pislik, bu ne intizamsızlık! Bu ne harabiyettir!” diyoruz. “Behey herif, Anadolu’nun en işlek yolu üstündesin; her gün hiç olmazsa beş on misafirin geliyor; ne olur; bir iki hizmetkâr tutsan; buraları hiç değilse günde bir defa olsun temizletsen… Adamakıllı birkaç parça eşya alsan, bu hasırlar nedir? Kaç seneden beri burada duruyor? Al şunları dışarıya at; haydi, niye budala budala yüzüme bakıyorsun?.. Senin keyfin için bitlenmeğe vaktimiz yok; bir süpürge al gel, gözümüzün önünde şurayı bir iyi temizle…”
Hüseyin Çavuş, elli beşlik bir adamdı; hiç sesini çıkarmıyor, bizi dinliyor. Arkadaşım, benden daha ziyade sinirli. Korkuyorum ki zavallı adamın üzerine hücum edecek; böyle bir hadisenin önünü almak için ben ondan evvel kızmış gibi görünüyorum:
“Ne diyorsun, anlamadın mı? Yahu, sağır mısın nesin?” diye bağırıyorum.
Hüseyin Çavuş, başını bir sağa bir sola meylettirdi, yuvarlaklaşan gözleriyle bir müddet bana acıyor gibi baktı, baktı ve dudaklarından şu kelimeler döküldü:
“Lahavle, lahavle; sen bilirsin!”
Sonra birdenbire arkadaşıma dönüp çiftliğinden uşağını kovan bir ağa tavrıyla:
“Beğenmiyorsanız, uğurlar olsun; sizi zorla tutacak değilim ya!.. Sizinle uğraşacak vaktim de yok, işim başımdan aşkın.” dedi.
Biz hayret ve endişe ile birbirimizin yüzüne bakakaldım. Vakıa, biliyoruz ki Anadolu’da misafirlerini kovan hancılar, müşterilerini istiskal eden (kovan) esnaflar ve efendisine çıkışan uşaklar nadirattan değildir.
Bir gün Çankırı’da bir yemişçi dükkânında beni az kalsın döveceklerdi. Manava karşı yegâne kabahatim, tanesini beş kuruşa satmak istediği bir elmayı yüz paraya almak için ettiğim ısrardı. Diğer bir gün, bir arabacı, iki kasaba arasındaki tenha ve uzun bir yol üstünde beni arabasından dışarıya atıyordu çünkü hayvanlarını biraz daha fazla sürmesini iki üç defa kendisine şiddetle emretmek küstahlığında bulunmuştum. Buna benzer daha birçok sergüzeştler hatırıma gelerek arkadaşıma meydan vermeksizin Hüseyin Çavuş’la uyuşmak lüzumunu hissettim.
“Canım niye kızıyorsun? Hakkımız yok mu, söyle?” dedim. “Burası pis değil mi? Toz, toprak içinde değil mi? Burada nasıl yatılır, nasıl oturulur?”
Hüseyin Çavuş asla yumuşamadı:
“Ben onu bunu bilmem, beğenmediyseniz, uğurlar olsun… İşte, sözün kısası!” dedi.
Bunun üzerine arkadaşım boşandı. Ağzına geleni söylemeğe başladı. Fakat, Hüseyin Çavuş bu feverana beş paralık ehemmiyet vermedi, arkasını döndü, çıktı gitti. Biz kendi elimizle hasırları dışarı çıkardık ve arabacımızı çağırıp odayı süpürttük, seyyar karyolalarımızı kurdurduk. Fakat karanlık basmış, ışık yoktu. Canımız da sıcak bir çay içmek istiyordu. Ocağı nasıl yakacaktık? İster istemez gene Hüseyin Çavuş’a başvurmak lazım geldi.
Aramızda hiçbir şey yokmuş gibi yanına yaklaştım:
“Hüseyin Çavuş” “Sen bir Müslümana yakışmayacak hareketlerde bulunuyorsun. Biz garip insanlarız. Bin zahmet, bin meşakkatle ta on saatlik yoldan gelmişiz; karnımız aç, vücudumuz yorgun… Bize böyle muamele reva mı?”
Birdenbire yüzünün biraz evvelki o sert çizgileri yumuşadı:
“Ne demek istiyorsun? Ben size ne ettim?” diye sordu.
Ben gülerek:
“Daha ne edeceksin? Bizi kovdun! Hüseyin Çavuş, azizim bizi kovdun…” dedim. O da güldü:
“Adam sen de siz bana bakmayın ben öyle söylerim emme, yüreğimden hiçbir fenalık geçmez.” Beni şöyle bir kenara çekti:
“Siz nereden geliyorsunuz, Ankara’dan mı?” diye sordu ve benim müsbet cevabım üzerine:
“Orada düşmana dair neler işittiniz?” dedi.
Ve benim cevap vermeme vakit bırakmadan “Dün akşam buradan biri geçti, haylazın, alçağın biri, yalancı kerata, bana düşmanın Eskişehir’e girdiğini söyledi, yalan, değil mi? Söyle yalan, değil mi?”
Ben ne diyeceğimi şaşırmış kalmıştım:
“Hele sen şu ocağı yak, bize bir lamba getir; sonra odada hem bizimle bir çay içersin hem de oturur konuşuruz.” dedim.
Lakin ona Eskişehir’in düşmanlar eline geçtiğini asla söyleyemeyeceğim. Zira eminim ki bana da inanmayacak ve yarın gelenlere benim için de “Keratanın biri böyle söyledi.” diyecektir. Arkadaşıma bunu haber verdiğim zaman, ellerini hiddetle dizlerine vurdu:
“Amma da aksi herife çatmışız ha!” diye söylendi.
Hüseyin Çavuş, kucağında bir tutam çalı çırpı ile odaya girdi; serbest kalan elinin bir parmağı ile de bir küçük duvar lambasını tutuyordu. Çalı çırpıyı ocağın içine attı ve lambayı duvarda bir çiviye astı; sonra bizden bir kibrit istedi ve ateşi yaktı. Dedim ki:
“Hüseyin Çavuş, bize biraz da temiz su getirir misin?”
“Dur, hepsini birden söyleme, şaşırıyorum.” dedi.
Arkadaşım nevale sepetimizin içinden çay levazımı çıkarmakla meşguldü. Hüseyin Çavuş, suyu getirdikten sonra arkadaşıma yaklaşıp:
“Bırak ne yapacaksan, ben yapayım.” dedi.
Birdenbire ne kadar insanlaşmış, ne kadar cana yakın olmuştu. Bana döndü:
“Efendi cevap vermiyor, bana darıldı fakat hakkı yok. Bana fena muamele etti. Ben yirmi sene askerlikte hiçbir gün zabitimden böyle bir muamele görmedim.”
Bahsi değiştirmek için sordum:
“Nerelerde askerlik ettin bakayım?”
“Sekiz sene Urumeli’nde, iki sene Yemen’de, altı yıl Girit’te…”
“Girit’te mi?”
“Evet Girit’te… orda çavuş oldum?”
“Sen İstiklâl Muharebesi’ne gittin mi?”
“Sorar mısın? Hey gidi günler hey düşmanı öyle bir kırdık ki… Dün akşam, Eskişehir’e düşman girdi, diyen alçağın sözüne bunun için inanmıyorum ya; düşman, benim bildiğim düşman, Eskişehir’e kadar gelsin? Bu mümkün değildir. Vallah billah gözümle görsem inanmam! Yahu, dünyada ne tuhaf insanlar var! Sanki bu yalanı uydurmaktan ne çıkar.”
Yol arkadaşımla mahzun mahzun bakıştık. Hüseyin Çavuş bizim nazarımızda artık deminki abus ve haşin hancı değildi. O, kim bilir nice yıllar hasretini çekeceğimiz koca bir İmparatorluğun son kalan taşı üstünde bize “millî iman”dan daha kuvvetli bir şey öğreten ve “millî mefkûre”den daha yüksek bir din telkin eden bir (…) gibi idi.
Türk’ün ruhundaki mukavemetin mayasını teşkil eden şey, bize öyle geldi ki kendi kuvvetimize güvendiğimiz kadar düşmanın zaafına inanmaktır. Bize bu sırrı öğreten Çavuş’u, o gece saatlerce (…) huşu ve inkıyat (teslimiyet) içinde dinledik.