Bekleme odasının yavaşça açılan kanatlı kapılarından geçen Cemal, babasının koluna girmiş, ağır adımlarla ilerliyorlardı. Bir iki adım attıktan sonra babası, hemen yanlarındaki oturma yerinde, biraz soluklanmak istedi. Oturdular. Bastonunu bacaklarının arasından omzuna yaslayan baba:
– Öldüreceksin beni bu yollarda.
-Ne yapalım baba? Benim de severek yaptığım bir şey değil sana bu zahmetleri vermek. Doktor ne diyorsa onu yapıyoruz mecbur.
– Bırak sen bu işleri. Bu torba torba ilaçlar yalan dolan. İşin içinde hiçbir şey yok. Ne bir adım ileri ne bir adım geri…
Cemal:
-E iyi ya baba! Bak, ne güzel kötüye de gitmemişsin. Bu ilaçlar, seni rahatlatmak için, tedavi ilaçları değil ki. Doktor ne diyorsa biz de onu yapıyoruz.
Babası, Cemal’in konuşmalarını dinlemek istemediğini gösterircesine elini, Cemal’in dizine iki defa vurarak “Tamam, tamam.” dedi. Bir müddet sustular. Baba, bu defa daha dingin bir ses tonuyla:
– Bizim Arman’ı da böyle sürüm sürüm süründürdüler. Yokluk sefalet içinde, hastane hastane… Arman da bilse evinde otururdu. Öyle de evinde öldü, böyle de…
– Kirvemiz Arman Amca mı?
– Hee Kirve Arman. Seni sünnet ettikten iki yıl sonraydı herhal rahmetli olduğu.
– Arman amcanın öldüğünü hatırlıyorum, ama yılından emin değilim baba.
– Sen küçüktün, aklına gelmez.
-Nasıl gelmez baba? Annemle cenaze yerine giderken Salih amcalara bıraktınız, sonra da gecenin bir yarısı gelip aldınız.
– Senesini bildin mi?
-Yok. Onu bilemem. 5 veya 6 yaşımdaydım. 73 veya 74 yılıdır.
-73’tü.
Baba, yavaş yavaş kendi düşüncelerini onaylarmışçasına başını sallayarak devam etti:
– Arman, aslen Kayserili bir Ermeniydi. Biz o zamanlar Çemberlitaş civarındaki Amele Pazarı’na yevmiyelik işler için gidip gelirdik. Öyle her seferinde bakıyorum kara yağız, yapılı bir genç. Arman aşağı, Arman yukarı diyorlar. Çoğu işi beraber tuttuk, gündeliğe beraber gittik. O zamanlar, şimdiki harç makineleri, vinçler yok. Her şey elle yapılıyor, el arabasıyla katlara çıkarılıyor.
Bir gün gene bizi, arkası açık kamyonlara doldurup inşaatın birine götürdüler. Ben, akşamdan iyi değildim. Anan da o gün, gitme falan dedi. Ee gitmesen ne yazar? Kamyonun kasasında çok rüzgar yedim. Soğuk soğuk da terliyorum. Öyle kamyondan iner inmez beni bir titreme, bir üşüme tuttu ki ayakta duramıyorum. Millet baktı ki benim hâlim hâl değil. İnşaatta kalan, ordan burdan gelmiş işçilerin yattığı şiltelerden birini getirip beni uzattılar, üstümü örttüler. Bir ara uyandırıp çorba verdiler. Baktım, işçilerin hepsi ekmek arası köfte yiyor. Bu Arman gidip oralardan bir yerden çorba bulmuş. İçtim çorbayı, üstüne bir de sıcak çay… Anamdan yeni doğmuş gibi oldum. Neyse, bunlar beni gene bırakmadılar çalışayım. Şiltenin üstünde oturup bekledim. Akşam bizi kamyona doldurup geri, pazarın oraya getirdiler. Bu Arman, aldığı yevmiyenin yarısını çıkarıp zorla cebime koydu. Yalan olmasın 10 lira mı neydi? Ölüm yitim dünyası deyip evde her zaman dibe köşeye biraz para koyardım. Anan bilir. İhtiyacım yoktu. Arman’a da söyledim, dinlemedi. 10 lira bir şey değil, ama Arman o gün, o insanlığıyla bana dünyayı verdi.
Babası elindeki sudan bir yudum almak için duraksadığında Cemal, yüzünde istemsiz beliren tebessümle babasını dinlerken babasının yüzüne dikkat kesilmişti. Adamın konuşurken sürekli hareket eden gözlerinden, o günlere ait her bir kareyi yeniden yaşıyormuş gibi soluksuz anlatımını, hiç bölmek istemedi.
Babası ise su şişesinin kapağını kapatıncaya kadar konuşmasına ara verdi. Bu küçük uğraşlarda, yaşlılıktan kaynaklı hiçbir mahcubiyet duymak istemiyordu. Bir kıyafeti giyinip çıkarırken yahut yemek yerken veya herhangi bir ihtiyacını karşılarken sürekli dikkatini o işe veriyordu. Kapağı kapadıktan sonra şişeyi elinde tutup konuşmasına devam etti.
– Arman’la ahbaplığımız devam etti. Ümraniye taraflarında oturdukları mahalleye bir bakkaliye açtı. O işi de tutturamadı. Sonra karşıda bir terzinin yanında işe başladı. Terzi, müşterilerine yanındaki dükkandan fazla fazla kumaş aldırıp artanlarla da başka elbiseler dikiyormuş. Komşu esnaf kârlı, terzi kârlı. Bir böyle iki böyle, bir gün Arman demiş: “Allahsızlık etmeyin!” Demişler: “Ulan ecnebi Allah’ı senden mi öğreneceğiz!” dövmüşler bir de üstüne. İşi gücü rast gitmezdi ama aç da kalmazdı. Misafiri ikramı eksik olmazdı. Bir gün dedim Arman, bizde kirvelik makbuldür, gel benim Cemal’e kirve ol. Güldü. Dedi Yusuf, sizin usulü, hisseyi bilmem. Oğlandan az gider çok gider, ben karışmam. Ben de güldüm, dedim kirveye azı da kurban çoğu da… Gitmiş, sormuş soruşturmuş. Ne icap ederse usulünce yaptı kirveliğini. Bir kızı vardı. Ben tanımadan evvel, belediyede bir memura kaçmış. Adını madını da değiştirmiş. Evime de gelip gitmeyin demiş babasına.
Bir ramazanda, anan dedi ki kirveleri çağıralım. Gittim, Arman hasta, keyifsiz. Birkaç doktora gitmiş, kimse kesin bir şey dememiş yahut diyememiş. Yahu dedim oflayıp puflama, en sonu hepimiz gireceğiz toprağa. Yoklukta, yoksullukta yanımıza uğramayan bir papaz sana, bir imam da bana…
Güldü. Dedi Yusuf, can ağrım çoktur. Rahmet olsun. Bende hakkı çoktu. Ama elde yok avuçta yok. Öyle üç beş ay çekmedi, vefat etti. Bunların mezhepten iki üç kişi geldi, örflerine göre defnettiler. Hanımı da kardeşlerinin yanına gitmiş. Şimdi sorsan Arman’dan geriye ne kaldı? Hiç!
Cemal, gülümseyerek:
– Ahbaplığı, insanlığı, mertliği kalmış ya baba!
– Feriştahı kalsa ne olur? Kaç seneler yıprandıķ, sırtımızda ocaklar kaynadı. Belimiz doğrulmadı ki insanlığımız görünsün. Gene cana halel gelsin de vicdana halel gelmesin.
Cemal; babasının yüzündeki heyecanın yerini, ince bir kederin aldığını gördü. Üzülsün istemedi, yavaşça kaldırıp koluna girdi. Yeniden ağır adımlarla hastanenin çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladılar.
Memet UÇUNGAN
Bu hikaye durum hikayesi mi acab