Hikaye Örnekleri

Yaşam Koridoru-Mehmet Uçungan

Sizi anlamak gibi bir düşüncem yok. Buna ihtiyaç duyacak bir güdüleyicim yok. Anlaşılmayı büyük bir tutkuyla beklediğim zamanlarda anladım belki de. Birilerinin de sizi anlaması gerekmiyor. Çoğu zaman anlamanın da anlamamanın da aynı boş bakışlara çıkan yegane yolu aklımda kalmış. Bir parmağı yahut bir kılı dâhi kıpırdatamıyorsanız; insana dert, anlatmakmış sâde…

Hiç, birinin evinde emanet insan oldunuz mu? Boş gönderilmemek için evde bekletilen komşunun emanet tabağı gibisinizdir. Dolapta, yanınızda yörenizde ne kadar tabak varsa sofraya konur da o tabak, en olağan işlevini bile yerine getirmeden başına bir iş gelecek endişesiyle orada öylece bekletilir. Emanet insan da bekler. Bir sözü, bir maksadı olduğundan farklı yorumlamasından korkulur. En olağan işlevinden mahrum edilir. Konuşulmaz. Günlük ihtiyaçları karşılanır, oturması gereken yerden alınıp yatması gereken yere konulur sırasınca. Üstelik sizin sebep olacağınız her bir aksiliğin endişesi, duyduğunuz seste, baktığınız yüzde hep sizinledir. En çok da o sessizliği bozmak için yapılan saçma konuşmaları özlersiniz. Ama yoktur. Sessizliğin, yalnızlığın ve de huzursuzluğun büyük yoğunluğunda sabah erken çıkardım. Sabah bir yerlere geç kalmak, kaldığınız yerdeki mutluluğunuz, huzurlu uykularınızla ilgilidir en çok da. Ben bu yüzden lisede hiçbir sabah okula geç kalmadım. İki apartman boşluğu dar bir koridordan geçerken karşı apartmanın penceresinden sabit gözleriyle koridoru geçene kadar beni izleyen bir genç kız sureti görürdüm. Benim dönüp baktığım zamanlarda bile bakışlarını kaçırmayan o yüzle aramızdaki şeffaf cam, bir duyulmazlık hali dışında bizi dünyanın en kuytu yerine sürüklerdi. Issız bir adada mahsur kalıp da birbirlerinin dilini anlamayan iki insan gibi sessiz de olsa birbirimizin varlığına korkunç bir ihtiyaç duyan çaresizliğin sığdığı o dar koridordan geçmek bir alışkanlığa döndüğünde, arada tek tük de olsa onu camda görmediğim bazı sabahlar, içim feci bir sıkıntıyla dolardı. Bazı günlerse elimde güzel bir çiçek yahut ilgi çekici herhangi bir objeyle oradan geçerek bu doğal rastlantıya saygımı göstermek isterdim. Sonraları bunu anlamlandırmakta güçlük çekeceğini düşünerek bu fikrimden vazgeçtim. Bazı durumların, kendi hâlinde olağanlaşma olgunluğu da kabul edilebilir bir güzellikti. O da mutlak bende bir güzellik görmekteydi. Yoksa huzurlu uykularının en güzel vakitlerinde iki apartman arasındaki loş bir koridorun bunca bakılabilir neyi olabilirdi ? Benim, gördüğüm her şeyi güzel sanacak ruh halimi hesap etsem de o, yine çok güzeldi.


Okuldan eve döndüğüm zamanlar, teyzemle kapıda karşılaşmalarımız, birbirimizden kaçmak üzerine kuruluydu. O; kapıyı açar, bir tren veya otobüsün giriş çıkışında birbirine bakmadan, bakmaya da çalışmayan yabancılar gibi birbirimizin yanından geçip giderdik. Bir keresinde kapıyı beklemediğim bir sıcaklıkta açtı. İçerden gelen kadın seslerini fark edince teyzemin, insanların ondan beklediği bir normallikte olmaya çalıştığını fark ettim. Kolumdan tutup salona geçtiğimizde, onun da benden bir normallik beklentisi içinde olduğu belliydi. Komşu apartmanların kadınlarının sıradan gün ziyaretlerinden biriymiş. Ben ilk defa denk gelmiştim. Koltuklar ve yemek masası boyunca dizilmiş kadınlara kısa bir “hoş geldiniz” seremonisinden sonra bir süre oturduğum koltukta ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. En sonunda bacaklarımın üstünde parmaklarımla kenetli tutmaya karar verdim. Savruk sorular geliyordu. Gittiğim okul ve sınıf, başarı durumları, ders çalışma telkinleri… Kısa ve çekinik cevaplarla geçiştirmeye çalışıyordum. Bu arada önümdeki kısır ve kurabiye dolu tabağı yanındaki çayla birlikte tüketmem gerekiyordu, ama bendeki dikkat ve yoğunluk bunun için pek yoğun değildi. Kadınların tekrar kendi gündeliklerine daldığı sohbetlerinin uğultusunda bir ses sıyrıla sıyrıla, belirginleşerek kulağımın kıyısında toplanmaya başladı. Benim yaşlarımdaki kızından bahsediyordu. Diger kadınların Asya’nın adını söyleyerek sohbete dahil olmaları, tüm konuşmaları bu konuda topluyordu. Kadınlardan biri, tüm gün boyunca evde sıkılmadan neler yaptığını sordu Asya’nın. Sabahları çok erken uyanıyormuş. Tekerlekli sandalyenin gürültüsüyle evdeki diğer uyuyanları rahatsız etmemek için herkes uyanıncaya kadar odasından çıkmaz, öylece pencereden dışarı bakarmış.

Önümde bekleyen çay bardağından ince bir buğu yükseliyordu. Buğunun kesildiğini fark ettim. Çay soğumuş olmalıydı.

Birinin size olan hayranlığından değil de sizden önce sığındığı o yerdeki hareketli tek cisme bakmasındaki olağanlık işte. Gözümü bardaktan yükselen buğudan ayırsam sanki biri fark edecekmiş gibi endişelendim. Ama buğu kesilmişti. Böyle bir sohbete şahit olmasam o çayı içip kurabiyeleri belki hiç yemeyecektim.


Biz kendi uçurumlarımızdan sırtüstü düşerken, gittikçe geride kalan yükseltiye bakarken birbirimizi görmüştük, ama birbirimizin uçurumlarını görememiştik. Kadının ağzından konuya dair dökülen her kelime, iki koca apartmanı yerle bir etmişti; ama Asya’nın penceresindeki şeffaf cam, hiç zarar görmeden öylece aramızda duruyordu.


Sonraki günler, o koridordan geçerken bu sabit hattı, aramızdaki açıyı bozmak istedim. Oradan geçmek, artık sinirlerimi bozuyordu. Bir sabah, bir uçan balon bıraktım gökyüzüne. Ben, görüş açısından kayboluncaya kadar Asya, bana nasıl bakıyorsa balona da aynı gözlerle baktı. Ben de balonu kayboluncaya dek izledim. Hareketli olan her şey, yalnızlığımızın yol şeritleriydi ve bu sıkıcı yolculukta, o şeritleri saymaktan pek fazla bir şey de kalmıyor geriye. Belki de birinin yitirdiğim -zaten hiç de sahip olamadığım- sevgisine karşılık, ona duymaya başladığım ve giderek büyüyen saygıyı hazmedemiyordum. Nitelikleri farklı olan kütlesel iki yalnızlıkmışız meğer.

Balon olmayı hiç düşündünüz mü? O önemsiz nesnenin içinden çıkılmaz her durumun bile arasından sıyrılıp yükselebilen özgürlüğünü, mekansızlığını… Yahut balonlar hiç insan olmayı dilemiş midir? 

Yazan: Mehmet Uçungan
Yazdır

Yazar hakkında

Mehmet Uçungan

Yorum yap