Hikaye Örnekleri

Akıntı-Hikâye

AKINTI

     Nevin, evde olmadığı üç hafta boyunca babasının evinde yaşadığı ilginçlikleri anlatırken aslında, Suat’a karşı içinde biriktirdiklerini anlatabileceği bir konuşma zemini oluşturmaya çalışıyordu. Henüz sabahın erken sayılabilecek saatlerinde balkonda karşılıklı oturmuşlardı. Suat ise gözüne takılan bir rafa bakarken aklından bambaşka şeyler geçiyordu.

“Balkonun şu sürekli oturduğum kösesine bu yaz bir fesleğen alıp koyacaktım. Kendime özel şeyler yaratmaktan mı korktum, üşendim mi yoksa unuttum mu? En yapılabilir şeyleri bile yapamadıktan sonra yerine koyamadığın onca şey için başka durumları suçlamanın ne anlamı var? Şimdi o fesleğen orada olsaydı, o köşede olmadığı zamanları hatırlayıp fesleğene uzun uzun bakarak “Ne iyi etmişim.” diyebilirdim. Bunca pişmanlığın arasında hiç fena durmazdı. Beklemekle geçti koca yaz. Şimdi eylül bitiyor. Eşim ve kızım evi terk etmiş, benim düşündüklerime bak! Tüm ömrüm boyunca içimdeki adamın lüzumsuzluğu gören gözlerini hiç kapatamadım galiba. Olmayanın değil, olanın alışkanlığındaki boşluğa düşmüş gibiyim. Bu, en çok istediğin şeyin gerçekleşip gerçekleşmemesindeki fark etmezlik gibi fena bir dibe vurmuşluk.” diye birbiri ardına cümleler geçiyordu zihninden.     Nevin ise artık şehrin dayanılmaz kalabalıklığıyla ilgili konuşmalara geçmişti. Pazarda, markette, dükkanlarda, sokakta sürekli karşılaştığı ve artık nefes alınamaz hâle gelen bir insan bıkkınlığından bahsediyordu. Kaçınılmaz konu, önünde sonunda açılacaktı. Karısı ve kızının eve bu gelişleri, sadece kalan eşyaları almak için değildi. Suat da bunun farkındaydı. Tüm bunların arasında sadece kızına olan özlemini giderebileceği bir boşluk, sakin birkaç dakika istediği tek şeydi. Nevin’in konuşmasını bölerek araya girdi:

-Tüm iyi insanlar, kendilerinin değil; sevdiklerinin mutluluğu peşindedir Nevin. Yaşadığı cehennemden kaçan herkes soluğu burada alıyor. Her gün akşama kadar etrafında gördüğün bu mahşeri kalabalık; işportacılar, inşaat işçileri, yoksullar, evsizler, mülteciler, ticareti yapılan kadınlar… Onların hepsi ürkmüş insanlar. Kimi silah sesinden kimi insan sesinden, kimi kendi sesinden ama en çok acının sesinden ürkmüş insanlar. Sevdiklerinin acı ve mutsuzluğundan kaçan herkes burada toplanıyor. Çünkü burada sadece kendi acılarını yaşıyorlar, kendi acılarıyla uyuşup karanlık bir geceden, bir sonraki güne uyanabiliyorlar.
Saçma sapan bir karmaşanın içindeyiz.

   Bugün atölyeye uğrayıp muhasebeden bana verecekleri parayı alacağım. Kaç kuruşsa artık… Hani seninle olmak, kızımı sevip saçlarını okşamak yerine, dinlenmeden uğruna saatlerce ayaklarımın üstünde beklediğim parayı… Senin yüzündeki eksik mutluluğu, Sevda’ya bir çocuk sevinci alamayan parayı… Yine gitmeyin desem de yerine bir şey koyamayan, eski hayatımızı kaldığı yerden sürdürmeye bizi mahkum eden parayı… Bu yüzden ne diyebilirim? Keşke size olan düşkünlüğümün her şeyden çok değerli ve elle tutulup gözle görülür bir şeylere denk geldiği bir dünya olsaydı burası. Ama öyle bir yer olmadığını yalnızlığımdan ve çaresizliğimden anlıyorum. Yorgun argın işten gelip kapıyı açınca kimsesizlikten üstüme yıkılacağından korktuğum bu evden anlıyorum. Bu evin sonrasızlığını baban da görmüş demek. Ben de kızımı böyle bir hayatın içine asla terk etmezdim. Ne diyebilirim? Kimsenin kabahatli olmadığı acı bir nokta burası.
Suat’ın anlattıkları Nevin’in yüzünde olağan bir keder ifadesine dönüşmüştü. Bir şeyler söylemesi gerektiğini düşündü ama bulamıyordu. Dolan gözlerini Suat’ın görmemesi için pencereye dönüp yutkundu. Sonra titrek bir sesle:
– Sevda’yla bir gün alışverişten dönerken çiçekçide gördüğü mavi çicekleri çok sevmişti Sevda. Girip sorduk, Unutmabeni çiçeğiymiş adı. Alışverişten artan paramız da yetiyordu. Alıp eve geldik, tam da az önce baktığın yere koydum. Bir hafta boyunca gittin geldin, fark etmedin o çiçeği. Kimsenin senden saraylar sofralar istediği yok Suat. Ben, bizi görmüyorsun sanıyordum. Meğer sen, dünyaya gözlerini yumduğun bir karanlığın içindesin. Biz de oraya düşelim istemiyorum.

   Suat, acı bir tebessümle ve Nevin’in de duyabileceği bir sesle “Karanlık…” diye mırıldandı sadece. Evlendikleri günden beri yakalarını bırakmayan ekonomik zorlukları, çift vardiya çalışıp ertesi gün yine uykusuz halde devam ettiği atölyeyi düşündü. Bedensel, ruhsal bunca yoğunluk için “karanlık” ne de güzel bir ifadeydi. Nevin, her zaman böyle şiirsel konuşmazdı. Belli ki onun da dertlendiği bir kendi karanlığı vardı ama bugün, bu konuşma geçtiğine göre ikisinin karanlığı, hiçbir zaman aynı olmamıştı. Suat’ın şu an için söyleyecek ne çok sözü vardı. Söylememeyi seçti. Birbirini anlamaktan çok, giderek suçlayıcı bir dille şahsileşen herhangi bir tartışmaya girmek istemedi. Zaten Nevin ve kızı Sevda da kalan birkaç parça eşyalarını alıp gideceklerdi. O an için kaçınılmaz olan bu durumda, kızının saçlarını okşayıp birkaç haftalık özlemini gidereceği o küçücük ânın da arada kaynayıp gitmesini istemedi. Unuttuğu bir şeyi hatırlamışçasına yerinden kalkıp salona, kızı Sevda’nın yanına gitti.
Küçük kızı, dizlerinin üstünde oturup televizyonda çizgi film izliyordu. Kızının yanına çömelip:
-Kuzuuum! Sen babaya niye hiç sarılmadın. Çizgi filmleri her zaman izlersin canım kızım.
– Dedem pek izin vermiyor baba. Haberler de haberler… Bitince sarılacağım sana.

      Suat, kızının saçlarını uzun uzun koklayıp kokusunu içine çekti. Gözleri doldu, kızının görmesini istemedi. Onların evden çıkışlarını da görmek istemiyordu. Sevda’nın televizyona pür dikkat daldığı bir sırada kalkıp evin dış kapısından sessizce çıktı.       Suat, evden çıktığından beri kararsız adımlarla dolaşıyor, rastgele dolmuşlarla rastgele yerlere gidiyordu. Avcılar, Bakırköy, Eminönü… Bir ara Eminönü’nden vapurla karşıya geçmiş, sonra tekrar Eminönü iskelesine dönmüştü. İki defa üzerinden geçtiği deniz, vapurlara üşüşen martılar, birbirlerine iyimserlikle bakan genç çiftler nasıl da ilk defa hiç dikkatini çekmemişti? Deniz yolunu gerçekten bugün kullanmış mıydı? Sahil boyunca balıkçı sandallarının yanından geçmiş, Galata Köprüsüne gelmişti. Oltayla balık tutanların, küçük huzurlu hallerine imrendi. Yorulmalıydı belki. Vücudunun bir yerlerinde yorgunluk hissetmek, aklının yorgunluğunu alabilirdi. Kazancı Yokuşu’na yöneldi. Pek de yolunun denk düşmediği İstiklal Caddesi’ndeydi. İnsanların arasına karışmak, kalabalığın içinde herhangi biri olmak, biraz olsun iyi gelmişti. Uğultular ve sesler arasından tek tük cümleler çarpıyordu kulaklarına. Birçoğu da soru cümlesiydi. “Gazetemize bakmak ister misiniz?”, “Ömer beni seviyor musun?” , “Ayran olsun mu yanında?”, “Genç Hegelcilerden Feuerbach’ı nasıl buluyorsun?”, “Cerrahpaşaya nasıl gidebilirim?”… Herkes, birbirinde bir cevap arıyordu. Onu buraya getiren de bir ne aradığını bilememe haliydi. Sâhi, kendisinin sorusu neydi? Bir soru daha çarpmıştı Suat’ın kulağına, aniden başını çevirdi. “Bu kız, o kadar para eder mi?”

        Akşamüzerinin alacakaranlığında, ara sokaklardan birine kıvrılan köşede, Arapçaya benzer bir dilde konuşan bir adam, yanında 14-15 yaşlarında bir kız çocuğu ve adamla pazarlık yaptığı anlaşılan, kır saçlı, Türkçe konuşan ikinci adamı fark etti. Soru, onun sorusuydu. Suat, birkaç adımla yanlarına vardığında, onun geldiğini fark eden 17-18 yaşlarında birkaç delikanlı da oraya geldi. Suat, bağırarak bir şeyler söylemeye çalıştı ama söyleyemedi. Yutkundu. Kır saçlı, Türkçe konuşan adamı kavradığı gibi duvara çarptı. Yere yığılan adama, tekrar saldırmaya çalıştığında, sonradan gelen gençlerden biri, Suat’ın bacağına tekmeyle vurdu. Diğer ikisi arkasındaydı, başına aldığı birkaç darbeden sonra gençler, birden önüne geçti. İtiş kakışa başkaları da dâhil olmuştu. Suat, birden omzundan tutulup geriye çekildiğini fark etti. Bir süre sürüklendikten sonra yere düştü. Önünde, eli silahlı bir adam, gençlere doğru ilerliyordu. Biraz sonra onu arkadan sürükleyen adam da elinde silahla yanından geçip aynı yöne gitti. Gençlerden biri, iki elini de onları durdurmak ister gibi göğüs hizasında tutarak bozuk aksanıyla “Problem yok, problem yok!” diye tekrarlıyordu. Diğer ikisi de onun arkasında endişeyle bekliyordu. Adamlardan biri, “Kaybolun lan!” diye bağırdı. Kızla pazarlıkçı adamlar, çoktan kaybolmuştu. Gençler de koşar adım ana caddeye çıkıp kalabalığa karıştılar. Tüm bunlar olurken Suat yerden kalkmamıştı. Gençlerin, biraz da alışık türden tepkileri, silahlı adamların polis olduğunu düşündürmüştü. Suat, kendisine de bir şeyler denmesini beklerken adamlar, ara sokak boyunca , gençlerin peşinden ilerleyip kayboldular. Her şey bir anda olup bitmişti. Birden sırtında ince bir sızı ve sıcaklık hissetti. Göğüs hizasından sırtına bir bıçak darbesi yemişti. Sırtüstü düştüğü yerden ince bir kan sızıntısı, kaldırım taşlarının birleşme yerlerinden kıvrıla kıvrıla akıyordu. Nefes alması da zorlaşıyordu Suat’ın. Bitkin bakışlarla etrafa bakındığında, o kalabalık insan selinin, kendisinin etrafından, bir kaya kütlesine çarpınca ayrılan nehir suları gibi akmaya devam ettiğini gördü. Hatta onu yerde fark eden insanlar bile umursamaz bir ivedilikle yanından geçip gidiyorlardı. O insanların uzaklaşmak ve bulaşmamak istedikleri bela, şimdi kendisiydi. Başını yavaşça yere bıraktı. Gökyüzü puslu bir grilikteydi. Boğazında hissettiği kan pıhtısıyla gökyüzü de onun gözlerinde giderek kızıllaşıyordu. Uzaklardan belirsiz yaklaşan bir siren sesi, kulaklarında sanki yavaş yavaş uzaklaşıyormuş gibi giderek silikleşti. Sonra tüm gürültü kesildi.

Yazan: Mehmet Uçungan
Yazdır

Yazar hakkında

Mehmet Uçungan

Yorum yap