Beş altı yıl içinde üst üste beş altı kere muhacir olduktan sonra nihayet Orta Anadolu’nun bu ücra köyünde karar kılabilmişti. Aslen Manastırlı idi fakat Üsküp civarı dâhilinde “C…” kariyesinde, çift çubuk sahibi olmuş; orada evlenmiş, orada çoluk çocuk mürüvveti görmüştü. Kerim Ağa, o havalide en geniş arazi sahiplerinden biri idi; ayrıca bir hayli de hayvanatı vardı. Haddizatında gayet açıkgöz, çalışkan ve tutumlu bir adam olduğu için varidatının fazlasıyla bir taraftan da kasabada ticaretle meşgul oluyordu; bu yüzden ta Üsküp’te bile emlak ve akar edindi.
İki kızı ve üç oğlu vardı. Kızlarını kendi gibi iki zengin adama verdi; oğullarının birini tahsil için İstanbul’a göndermiş; diğer ikisini yanında alıkoymuştu. Kendisi henüz ellisine basmadan iki üç kere büyük baba olmak saadetine erdi. Rumeli istilaya uğradığı vakit Kerim Ağa epeyce büyük bir tantana ile oğullarından birinin düğününü yapmak üzere idi. Lakin…
Ah, ne lazım o günleri tekrar tekrar hatıra getirmek; olan oldu, giden gitti. Kerim Ağa ateş ve duman arasında uzun ve meşakkatli bir seyahatten sonra günün birinde kendini İstanbul’da buluverdi. Karısı, kızlarından biri ile damadı ve iki oğlu yanında idi. Diğerleri askerde ve nerede olduğu belli değildi. Damatlarından birisi de zabitti. Ve harp patladığı zaman Selanik’te bulunuyordu.
Askerde bulunan oğlunun şehadeti ve Selanik’te kalan kızının doğurma esnasında vefatı… Ve henüz bu iki darbenin sersemliğinden kurtulmadan harbi-umumî zuhur etti. İki oğlu ile damadı askere gittiler; bunların ortada bıraktığı evlat ve ailenin yükü de ihtiyarın omuzları üstüne çöktü. O bu yükü, harbin sonuna kadar senelerce hiç sesini çıkarmaksızın kemali sükûn ve tevekkülle taşıdı fakat vaktaki o büyük haile diğer damadının ve iki oğlundan birinin daha şehadetiyle nihayet buldu; ihtiyar adam ilk defa olarak bütün mukavemetinin sarsıldığını; bir an içinde on sene daha ihtiyarladığını hissetti.
İşte tam bu sırada idi ki İzmir’i düşmanlar işgal ettiler.
Kerim Ağa evvela yerinden kımıldanmamayı düşündü fakat vaktaki, düşman Manisa’ya doğru uzanmaya, vaktaki Menemen faciaları ağızdan ağıza dolaşmaya başladı; Kerim Ağa, sebebini pek iyi tayin edemediği bir telaşla nesi var, nesi yok yüz üstü bıraktı; karısını, kızını ve kızının çocuklarını aldı, üçüncü bir hicret yoluna düştü. Evvela Balıkesir’e uğradı, sonra Bursa’ya çekildi. İşte son muhacereti Bursa’dan Orta Anadolu’nun bu ücra köyünedir.
Biçare Kerim Ağa’nın da buraya vasıl olduğu vakit, artık, ağa denilecek bir tarafı kalmamıştı. Riyaset ettiği aile paçavralar içinde idi ve kendisinin ayağında çorap yoktu. Lakin, cebi büsbütün boş değildi. Nitekim, bu köye gelir gelmez ilk işi bir ev ve bir tarla satın almak oldu. Fakat bu artık o büyük servetin en son damlaları idi.
Onu yanan köyün harabeleri içinde ilk gördüğüm zaman sırtını yarı yıkık bir duvarın taşlarına dayamış, dizlerini dikmiş ve gözlerini meçhul bir noktaya saplamış oturuyordu. Bizim yanına yaklaştığımızdan haberdar görünmemiş gibi durdu. Beyaz fakat temizlenmemiş tiftik gibi beyaz saçları, rengi atmış, kenarları yağlı bir fesin altından ensesine doğru sarkıyordu; kıldan örülmüş dizliklerinin yarım yamalak örttüğü bacakları sanki yanmış ta derileri yüzülmüş gibi gözüküyordu:
“Merhaba!…” diye sesleniyoruz. Derin bir uykudan uyanır gibi silkiniyor “Merhaba; safa geldiniz” diyor ve ayağa kalkmaya hazırlanıyor. Biz. “Otur, otur rahatına bak.” diyoruz. O, kül rengi ile mavi arasındaki gözlerini bize doğru çeviriyor, hazin bir tebessümle gülümsemeye çabalıyor: “Rahat mı?… Ne rahatı? Zaten kalkacaktım İşim başımdan aşkın!” diyor.
Birden yanımızdaki köylülere sordu: “Bizimkiler nerede?”
Köylülerden biri, eliyle viran köyün taş yığınları üstünden ovayı gösterdi;
“Deha, oradalar… Harman yerinde yanmış buğdayları ayıklıyorlar… ”
Bu bahsi geçenler onun karısı ve torunları idi. Kızı, işgal esnasında birçok vahşetlere marûz kaldığı için köyün diğer genç kadınları gibi günlerden beri bir köşede hasta ve bitap yatıyordu. Kerim Ağa kalktı; havaya baktı:
“Allahuâlem, bu gece yağmur yağacak… Mutlaka damın üstünü kapayalım.” dedi ve bize dört beş günden beri yaptığı işi gösterdi. Yanmış evinin enkazından dört duvar yapmıştı ve bu duvarların üstüne yan yana henüz kesilmiş kavak sırıkları dizmişti:
“Şimdi,” dedi, “Bunların üstüne biraz çalı çırpı koydum ve daha üstüne de biraz toprak ve çamur döktüm mü artık yağmurdan korkmam. Bunları söyleyerek yavaş yavaş bizden uzaklaştı. İşte, bunun üzerinedir ki bize mihmandarlık eden köylülerden biri onun sergüzeştini anlattı, hikâyesinin sonuna doğru:
“Ne oldu ise, buna oldu.” dedi; “Hiçbir şey bırakmadılar. Karısının altınlarını, kızının mahmudiyelerini, yatak ve yorganlarını; neleri varsa hep aldılar… Kendisini de caminin önünde ‘Çıkar paraları!’ diye bir iyi dövdüler; herkes gibi biraz davarı, beş on tavuğu vardı, (…) harmanındaki buğdaylarını yaktılar. Hiçbir şeyini, kurtaramadı. Allah’ın yazısı bu… Herif düşman şerrine uğramayayım diye kalkmış, bilmem nerelerden buralara kadar kaçmış… ”
En sonunda bir diğer köylü hakimane başını salladı:
“O senin benim gibi değil…” dedi; “Başını kurtarır. Urumelli bu… Urumelli bu…”