Deneme Örnekleri

ÖLÜM ÜZERİNE-NURULLAH ATAÇ

ÖLÜM ÜZERİNE

Montaigne’den öyle alıştığımız için olacak, her denemede bir dertleşme havası bekliyoruz. İngiliz yazarlarından biri, yanılmıyorsam Robert Louis Stevenson, her yazının bir mektup olduğunu söyler: uzaklardan, belki yüzyıllar arasından bir dosta, biz tanımasak da bizi seçmiş olan bir dosta yolladığımız bir mektup… Deneme mektuptan da yakındır. Yalnız kaldığımız bir saatte yanımıza sokulan, elini omzumuza koyup “Kardeşim, yaşamak denen macerayı deneyen kardeşim! Senin gibi ben de yaşadım, ben de güldüm, ben de ağladım. Dinle benim geçirdiklerimi!” diyen bir kimsenin sesidir.

Lâbüd gelen efsâne olur dehre, Nazîmâ!
Bir gün de bizim hâlimiz efsânelik eyler.

Deneme işte o efsanenin parça parça anlatılışıdır.
Denemeci çırçıplak ortaya uğrasın demiyorum. Dostlarımıza her şeyimizi söylemenin ne lüzumu var? Bizim her diyeceğimizi dinlemek ister mi bakalım? Ama deneme ben’in ülkesidir, ben demekten çekinen, her görgüsüne, her göreyine ister istemez benliğinden bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin. Denemeci büyüklenmeyecektir, ama bir insanoğlu olduğu için, insanoğullarından biri olduğu için kendinin de bir değeri olduğuna inanacak, en geçici, en kaçıcı düşüncelerini, duygularını bildirmekten korkmayacaktır. Denemeci, Montaigne gibi, Hazlitt, Lamb gibi asıl denemeci, okurlarına açılabilen kişidir.

Bacon ise bir türlü açılmıyor, ölüm gibi hepimizi en çok ilgilendiren bir konuya dokunduğu zaman bile kendini söylemiyor. Descartes gibi her bilgin kişinin de yüzüne aldığı örtüyü hiç kaldırmıyor. Bize öğütler verecek, bilgeliğinden bizi de aşılandıracak, geçecek. Kitabında bir dost ararken ancak büyük bir adam, büyüklüğüne pek inanan bir adam buluyoruz. Gönlü yok, aklı var… Gönülsüz insan mı olur? Ama Bacon bizi gönlü ile değil, yalnız aklı ile çekmek diliyor. Gönlünü o kadar gizliyor ki “ Bu adamın bir korkusu var, onun için açılamıyor” diyoruz. Pope’un sözü hatırımıza geliyor: “ İnsanların en bilgesi, en parlağı, en alçağı.” Şair övmede de, taşlamada da şüphesiz aşırı gitmiş, ama doğrusu Bacon da şöyle külfetsizce içine bakmaktan hoşlanmıyor.

Montaigne, umuda bir yer kalmadığı anda bile öleceğimize inanmayışımızla eğlenir: “Her şeyi kendimizle sürükleriz. Bunun içindir ki ölümümüze, birçok yıldızlara, tek bir başın çevresine toplanmış nice kaygılı tanrılara danışmaksızın öyle kolay kolay başarılamayacak diye bakarak
kendimizi ne kadar beğenirsek, o kadar da böyle düşünürüz. Felek böyle bir bilgiyi yitirecek, böyle bir zarara katlanacak da hiç tasa etmeyecek mi? Böyle eşsiz emsalsiz bir can, bayağı, bir şeye yaramaz bir can gibi feda edilsin, olur mu hiç? Nice canları kaplıyan, nice canların bağlandığı yer
olan bu can, nice kimseleri kullanan, bunca yerler dolduran bu can, salt bir ilmiğe bağlı bir can gibi kopar gider mi?.. İçimizde kendini bir tek kişi sayan insan mı vardır?” Sonra Caesar’a gülüyor… Ama Montaigne’in Caesar’la birlikte bütün insanlarla da, kendi kendisiyle de eğlendiği bellidir.
Acı değil, sevgiyle yoğrulmuş bir eğlenme. Belli ki kendi de öyle söylüyor, kendi de ölüp gideceğini aklına sığdıramıyor. “Ama öleceğiz!” deyip içini çekiyor.

Bacon ise ölüme aldırmazmış gibi hal takınıyor: “ İnsanların ölümden korkması, çocukların karanlıktan korkması gibidir. Çocukların içinden gelen o korku nasıl birtakım masallarla artarsa insanların ölümden korkusu da öylece birtakım masallarla artar durur.” Bir şey değilmiş ölüm,
öyle pek duymazmışız bile. Bizi asıl korkutan ölümün kendisi değil, çevresindeki bütün o inlemeler, ağlamalar, kıvranmalar, törenler alayı imiş… Sonra üç beş fıkra anlatıyor: şu şöyle ölmüş, bu böyle ölmüş…

Bizi hiç kandırabilir mi bu sözler? Olmamak, yok olmak… Kolay mı katlanmak o düşünceye? Biliyorum, bu dünyadan başka bir dünya yoktur, yüreğim durduğu gün artık bir şey duymayacağım. “Öldüm” diyemeyeceğim için ölmüş olmak acısı nedir, bilmeyeceğim. Mezarda üstüme çıyanlar, akrepler üşüşecek, bütün etim çürüyüp parça parça çözülecek, sonra kemiklerim de çürüyecek. Ben duymayacak, acısını çekmeyecek olduktan sonra bana ne?.. Bana ne olur mu hiç? Biliyorum onların hepsinin olacağını, çekmeyeceğim o acının düşüncesiyle bugün bin katını çekiyorum. Ölüm hepimizin içimizde bir hâtıra gibidir. Ne yapsak boş, o hâtıradan kurtulamayız. Her
hâtıradan olduğu gibi o hâtıradan da bizi ancak ölüm kurtarır.

Bu bilgeler, feylesoflar ne kadar kolay söylüyor! Ölümden korkmamalıymış! Niçin korkmayayım? Niçin aldırmayayım ölüme? Hayatın, kimini sevinç, kimini acı diye sunduğu binlerce duyguyu hiçe mi sayacağım? Dünyaya gelmesem, olurdu o sizin dediğiniz, aldırmazdım ölüme. Ama dünyaya gelmişim bir kere, yaşamanın hazzını tatmışım. “Çocuklarımız, sevdiklerimiz
ölmesin…” diye titreriz; ama çocuğu ölmüş bir babaya, sevdiği ölmüş bir âşığa “Çocuğun keşke hiç doğmasaydı… Sen o sevdiğini keşke hiç görmeseydin, sevmeseydin…” diyin, bakın razı oluyor mu? Acısı ile kıvranırken bile gene çocuğunun doğmuş, yaşamış olmasına, sevgiliyi görüp sevginin ne olduğunu tatmış olmasına sevinmektedir. Bir babaya, bir âşığa öyle bir söz söylemek, yaşayan çocuğunun, yaşayan sevgilisinin ölümünü dilemek kadar ağır gelir. Kendimizi de bir çocuğumuzu, bir sevgiliyi sever gibi sevmemiz, yaşamayı istememiz ayıp mıdır? Birtakım insanlar gelmiş,
“Kişioğlu ölmüş olmaktan değil, ölmekten korkar” demiş, ben hiç öyle sanmıyorum. Yalnız ölmeyi değil, ölmüş olmayı da istemem.

Başka türlü de düşünebiliriz: benim ölümümle, bu dünyada sevdiğim ne varsa hepsi benim için ölmüş olacak. Şu güzel ağacı, âdetâ kendimi unutarak gezdiğim şu yolu, bütün şu sevdiğim yüzleri bir daha göremeyeceğim. Bir tanesinin ölümüne katlanamazken hepsinin birden yok olmasına nasıl katlanayım?..

Kıskanırım gençleri. Hiçbir genç adam ölümü gerçekten düşünmemiştir. Onu çok uzakta görür, ölüm denen şeyi belki merak da eder. Daha etinde duymamıştır ki!.. Yaşlanmış insan ise ölümün ne olduğunu bilir, her gün parça parça ölmektedir de onun için. Gücünün azalması,
kollarının, bacaklarının takatsizliği, vücudun dileklere karşı gelmesi, bunların hepsi ölümün ne olduğunu bize iyice anlatmıyor mu? İçimize birdenbire bir bezginlik de çöküyor. “Gelse, büsbütün gelse şu ölüm!” diyoruz. Yaşamak sevgisini bunun kadar gösteren bir söz yoktur. Genç adamın
“Allah canımı alsın!” demesi çevresindekileri üzmek, tehdit etmek içindir, ölüm dileğiyle bir ilişiği yoktur, yaşlı adamın “Tanrım! azat et artık kulunu!” ise Tanrıya bir sitemdir. “Mecalimi, takatimi, bütün güçlerimi niçin aldın elimden? Bana o hazları tattırdığın için sana hamt olsun! Ama niçin bırakmadın? Niçin geri aldın?” demektir.

Ey vücudumu, bütün benliğimi yavaş yavaş saran, günden güne daha hızla saran yokluk! bil ki seni hiçbir zaman sevmeyeceğim, senden nefret ediyor, tiksiniyorum. Biliyorum, şairler senin için çok güzel sözler söylemiş, seni hayırlı bir tanrı gibi gösterdikleri de, senin için bir dost dedikleri
de olmuş. Ama o sözlere güzelliklerini veren sen değilsin, hayattır, varlıktır. Sende ne tanrı vardır, ne dost vardır. Sende ışık değil, karanlık bile yoktur. Sen beni büsbütün kavradığın gün benim gözlerim olmayacak ki karanlığı göreyim, kulaklarım olmayacak ki sessizliği duyayım. Pusuda
bir düşman gibi bekliyorsun beni, bir gün yakalayacak, elimden her şeyimi, her şeyimi, senden korkumu bile alacaksın. Seni sevmediğim için senden korkuyu seviyorum, o korku da bana hayatın verdiği bir şeydir, hayatın verdiği her şey gibi de tatlıdır. Sen bir şey vermez, her şeyi alırsın.

Ölümü düşünüyoruz, ama kabil mi ölümü düşünmek? Bizim elimizden gelen ancak bu dünyada gördüklerimizle, bu dünyada var olan şeylerle düşünmektir. Ölüm ise bu dünyada var olan her şeyin yadsınmasıdır, inkârıdır. Varlıkta yokluğu anlayamayız. Ölüme “ öbür dünya” demişiz,
“adem diyarı, adem şehri” demişiz, yâni hep dünya ile, diyar ile, şehir ile düşünmüşüz, ölümü bu dünyadaki duyularımızla kavramaya çalışmışız. Oysaki ölüm dünyanın, diyarın, şehrin yokluğu demektir, bu dünyadaki duyularımızın kalmaması demektir. Ölüm, düşüncemizin durması
demektir. O halde ölümün ne olduğunu kavrayabilmek için duyularımızı, düşüncelerimizi durdurmak, bu dünyada gördüklerimizi unutmak gerektir. Demek ki ölmeden ölüm düşünülemez, ölüm üzerine bir bilgi edinilemez. Bizim ölüm diye düşündüğümüz gene hayattır, hayat âleminde hayattan başka bir şey kavranılamaz da onun için. Bir bilgin “Hayat, ölüme karşı koyan güçlerin bütünüdür” demiş, düşünme de hayatın güçlerinden biridir, demek ki o da ölüme karşı kor, onu atar, ondan silkinir, demek ki onu kavrayamaz.

Bunu bilsek de gene ölümü hayal etmekten, yâni ölüme benzemesine imkân olmayan bir hayale bakmaktan sanki zevk alıyoruz. Onu sevdiğimiz, aradığımız bile oluyor. Elbette bir zevki olacak, hayatın verdiği hangi düşüncenin, hayalin, duygunun zevki yoktur ki? O hayal de hayattan başka bir şey midir?

Yazının yayımlandığı tarih: 1954

Karalama Defteri s.171-172

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap