Haseki taraflarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız duran üç odalı bir ev, bir mezar gibi, sonsuz bir sessizlikle doluydu. Bir eskimişlik ve unutulmuşluk içersinde terk edilmiş halde bulunuyordu. Çatısından kopan bir tahta, damından uçan bir kiremit, duvarlarından yuvarlanan bir taş senelerce düştüğü yerde kalırdı. Ara sıra çirkin, ihtiyar bir Rum karısı -cadılara mahsus dehşet ve sükûnetle- dışarı çıkarak evinde ihtiyaç duyduğu malzemeleri satın alır ve alelacele eve girip kaybolurdu. Evin küçük bahçesinde duvara yakın bir büyük ağaç, Temmuzun o ateşli güneşi İstanbul’un bu taraflarını takatsiz bir hararet içinde bıraktığı zaman yapraklarının arasına gizlenmiş serin bir rüzgâr yaymaya başlayarak o evin, o mahallenin bir büyük yeşil yelpazesi gibi havayı tazeler ve ona bir ferahlık kazandırırdı…
Yazın bir Cuma günü, öğleüzeri, bu evden, koltuğunda bohçasıyla çıkan bir adam, kapısını itina ve dikkatle kapadıktan sonra yoluna devam etmeye başladı. Arkadan bakılınca omuzlarıyla belinin genişliği aynı bulunacak kadar şişman olan otuz üç yaşındaki bu adamın enli, fakat pek kısa bacakları üzerindeki yükü istediği tarafa götürmek de zorluk çektiği görülüyordu… Bu uzak mahallelerin tenha sokaklarında düşünceli, mahzun bir şekilde yoluna devam eden bu adam, halkı güldürmek için gidiyordu… İnce tahtalarla inşa edilmiş ve yıkılmamak için etrafına destekler vurulmuş bir binanın önüne geldi. Bu binanın kapısının üzerinde beyaz kâğıda büyük siyah yazıyla şu levha asılmıştı:
“Meşhur Paskal’ın pandomiması. Burada her cuma ve pazar günleri meşhur Paskal çeşitli hünerler ve gülünç oyunlar icra eder. Kıymetli müşterilerinin beğenisini kazanan Paskal, her hafta yeni oyunlarını gösteri sahnesinde sergileyecektir!”
Paskal, kendisiydi. Tiyatrosunun kapısından girip bohçasını açarak, hiç değişmeyen oyununa mahsus şalvar biçiminde ki beyaz pantolonunu, başına sivri beyaz külahını giydikten ve bütün yüzünü unlara, kurbağa bakışlı siyah gözlerinin alt kısımlarını kırmızıya boyadıktan bir saat sonraydı ki -boş zihinlerle gailesiz gönüllerden çıkıp yükselen- kahkaha sedaları ve alkış sesleri arasında oyununu sergiliyordu.
Oyunda bir kadına âşıkmış rolü yapan Paskal’ın, ilan-ı muhabbet için dilini çıkarması ve onun sevgisini kazanmak için taklak atması oradaki halkı çok güldürüyordu. Tiyatronun bezden tavanını başının üstünde tutan ortadaki hareketli direğe arkasını dayayarak, ağzındaki sigara ile oyunu seyreden bir seyirci:
‘Paskal’ın dilini çıkarması yok mu? İnsan buna gülmekten bayılır!’ diyordu. Zaten bunu orada küçük iskemlelerin üzerine oturanların ekserisi tasdik etmişti. Oyuncuların yanındaki locada, o masum, o çocukça gülüşleri hayatın acılarına teselli olabilecek genç kızlardan biri, tam bir coşku ve sevinçle kanatlarını sallayarak uçuşan kuşlar gibi, o küçücük pembe dudaklarının üzerinde nurani bir tebessüm olduğu halde, ellerini birbirine çırparak Paskal’ı alkışlıyordu. “Eftalya” ismindeki, yirmi yaşında, bu genç kız ihtiyar validesiyle hemen her hafta bu locaya geliyordu. Validesi: ‘Kızım burada çok mu eğleniyorsun?’ diye sorduğu vakit; Eftalya, Paskal’ı ölen sevgili köpeğine benzettiğini ve bazen de onun hareketlerinin ve tavrının, bir kere görüp de pek hoşuna giden bir maymunu andırdığını söylerdi.
O gün ise beyaz ketenler, sihrî tebessümler içinde bulunan bu genç kız, o gürültüler arasında, bir hayvan kadar sevimli bulduğu ve beğendiği oyuncuya, locadan çiçek atıyordu. Attığı bu çiçekler, Paskalın yüzüne göğsüne dokundukça eliyle kalbini tutarak en can alıcı yerinden vurulmuş yırtıcı bir hayvan gibi acı acı feryat ediyordu.
Bir iki dakika sonra tiyatrosunun iç tarafındaki toprağın üzerine oturarak, hâlâ güldürdüğü adamların kahkahaları devam ederken içini çeke çeke ağlıyordu. Bu zavallı Paskal, o güzel Eftalya’yı seviyordu, bu kusurlu vücut, o kusursuz varlığa âşık olmuştu!
Fakat gönlünün en gizli bir köşesinde gizlediği bu muhabbetini kimseye söylemeye, küçükten beri her derdini paylaştığı evdeki ihtiyar hizmetçisiyle bile hasbihal etmeye cesaret edemiyordu. Ömründe hiçbir kadının beğenen bakışlarına, hiç kimsenin iltifatlı davranışlarına nail olamamıştı. Kendisinden beklenen yalnız güldürmekti. Bak, bu kırgın hâlinde, gözyaşları içinde bulunduğu şu kederli vaktinde bile herkes kahkahalarla ona gülüyordu.
Akşamdan sonra oyun bittiğinde yine bohçasını koltuğuna alarak geldiği yoldan çekingen bir tavırla evine avdet ediyordu. Odasının kapısını açarak, içinde kimse olmayan evinde, birisinin dolaşıp dolaşmadığını, penceresini kaldırıp, sokaktan kimsenin geçip geçmediğini anladıktan sonra güzel Eftelya’sını düşünmeye başladı.
Bugün oyunda kendisine niçin o kadar gülmüştü acaba? Koynundaki çiçekleri çıkarıp incitmeden ve hürmetle öptükten sonra, odanın en yüksek yerine koydu. “Bu çiçekler, ah bu çiçekler beni öldürecek.” diyordu.
Kendisini bir kere kabul edecek olursa… Bu odaları saksılarla donatacak, o güzel Eftalya’sını şu köşeye oturtacak, ne kadar garip hikâyeler varsa anlatacak, bütün gece onu güldürecekti. Gayet güzel bir rüyadan uyanır gibi başını kaldırdı. Ah, pek de çirkindi, âlemin maskarasıydı. Ağlamaya başladı.
Son gününde kötü bir haber getiren o ay ne kadar süratle gelip geçmişti. İki haftadan beri tiyatrosuna gelemeyen Eftalya evleniyordu. Zavallı Paskal, bir Cuma günü kocasıyla beraber gelen Eftalya’yı güldürdükten sonra, yüreğini parçalayan üzüntüsünü fark ettirmemek için başını önüne eğerek evine gidip içine kapandığı odasının kapısını sürgüledi.
Ertesi sabah öğleden sonra kapısını kıracak gibi vuran ihtiyar Rum karısı hiçbir cevap alamayınca, tam bir korku ve telaş ile mahalleden topladığı adamlarla, kapısını kırıp odaya girdiler. Odaya girer girmez herkes gülüşmeğe başladı. Zira Paskal asılmış bir adam taklidi yaparak o meşhur maharetiyle dilini çıkarmıştı.
Hayatında herkesi güldürdüğü gibi, ölümünde de kimseyi ağlatamayan zavallı Paskal’ın bu seferki hâli taklit değil, ölüm gibi hakikatti.
aga be paskal üzdün
Aleyküm selam.