RÜYALAR
İlk önce değişikliğin farkına varmadı. Sadece çalışmak istemiyordu. Cansız ve neşesizdi. Bütün gün ya bir köşede oturuyor, yahut dalgın dolaşıyordu. Sanki hayatında çok mühim bir şey eksikti. Sonra, yavaş yavaş yorgun ve isteksiz kalktığını, sabaha kadar karışık rüyalar gördüğünü ve bunların kendisini yorduğunu anladı. Daha sonra âdeta istemeyerek uyanmaya başladı. Sevilen bir memleketi, bir daha görülmeyecek şeyleri terk ediyormuş gibi esefle yatağından kalkıyor ve gününü bir sıla düşünür gibi geceyi ve rüyalarını düşünerek geçiriyordu.
Bununla beraber onlardan hiçbir şey hatırlamıyordu. Ne gidip gelme (vakla diyemediği için böyle diyordu) ne bir kaçma duygusu, ne de kendi hayatına ait bir yüz, hatta ne de doğru dürüst tanınan bir çehre, hülâsa hiçbir şey… Sadece uyur uyumaz kendi zamanından çıktığını, başka birisinin dünyasına girdiğini biliyordu. Bu rüyaların zorladığı hiçbir yüksek sır yoktu. Bunlar, alelâde, ancak hayatımızda olduğu için, hususî kıymetler verdiğimiz için bizi mesut eden şeylerin cinsindendi: Aşk gibi, sıkıntılarımız gibi…
Cemil bu rüyaları kendi kendine tahlile çalıştığı zaman, onların ilk devirlerde beklenmedik denilen şeylerden de mahrum olduğunu veya bu tarafını seçemediğini kabul ederdi. “Geniş, çalkantılı bir deniz gibi birbirinden hız alan hareketlerle devam eden bir şey…” Bazan o da çok nadir anlarda, tanıdığı, vaktiyle dikkat etmiş olduğu birkaç şey bu rüyalara giriyordu. Meselâ evlerinin önündeki erguvan ağacı gibi..
Bu sayfiye evine taşındıkları ilk günlerde, nisanın başında, Cemil de karısı da bu ağacı sevmişlerdi. Cemil ona Persephone adını vermişti, kışın karanlıklarından bu kadar süslü ve güzel geldiği, bir altın mızrak gibi pırıl pırıl sabah sislerini yardığı için.
Bazan, şüphesiz gündelik işlerin, kendi mazisine ait şey. lerin de rüyalarına karıştığı olurdu. Zaten Cemil’i asıl Şaşırtan da bu idi. Çünkü bu iki cins rüya birbirinden âdeta farklıydı. Birincisine bir nevi sır, içinden gelen bir duygu refakat ederdi; rüyadan ayrı bir şey… Ötekiler ise kendi gelişmeleriyle uykumuzun şekline göre gece hayatımızı yapan şeylerdi.
Şurası var ki birkaç hafta sonra bu deniz çalkantısı birdenbire duruldu. Sanki bir perde sıyrılmıştı. Uyanınca bir türlü birbirine bağlayamadığı birtakım şeyleri hatırlıyordu.
Bir defasında küçük bir merdiven başı gördü. Küçük bir masa üzerinde cam bir kavanoz içinde kırmızı balıklar yüzüyordu. Kısa, ancak bir lâhza süren bir görüştü bu. Fakat o kadar vazıhtı ki belki bu vuzuhu yüzünden görür görmez uyanmıştı. “Keşki biraz daha dursaydım, biraz daha bakabilseydim..?” Çünkü içinde, mühim bir şeyin olmasını bekleyenlerin hissiyle, o kesif dikkat ve üzüntü ile uyanmıştı.
Ertesi gece yatağını değişmiş gördü. Beyaz, tül perdeli güzel çok güzel bir odada yatıyordu. Daha doğrusu hem bu yatakta yatıyor, hem de odanın biricik penceresinde, bodur ve çok geniş bir ağacın altına bakıyordu. Bu ağaç garip bir ağaçtı. Adeta insan gibi, susturulmuş bir insan gibi duruyordu. Ve Cemil bu ağacın o bahçenin ağacı olmadığını bildiğini sanıyordu. Cemil’in de içinde, ayrıca birisini beklediği hissi vardı. Küçük yoldan gelecek birisini bekliyordu. Bu yol bütün gün kirpiklerine asılı kaldı. Üzerinde yürüdüğü yollarda bile onu düşündü. “Toprak bir yoldu ve oradan birisi gelecekti.”
Üçüncü gece daha uyur uyumaz, kendisini bir kapının önünde buldu. Cemil albümler dolusu kapı fotoğrafı karşısında kalsa bu kapıyı tanır. Ve Cemil bu kapının açılmasını bekliyor, şiddetle arzu ediyordu. Fakat açılamayacağını da biliyordu. Ve bilgi içinde, uyandı.
O geceyi Cemil yanındaki odada yatan karısının yatağında geçirdi.
Bir hafta kadar hiçbir rüya görmedi. Düz ve deliksiz uyudu. Fakat Cemil daha o günlerde, rüya görmeden uyumasına hayret etti, hatta biraz da üzüldü. Çünkü bu rüyalarda velev bir lâhza olsun — çünkü hayal vuzuh kazanır kazanmaz uyanıyordu, hiç tatmadığı şekilde manalı yaşıyordu.
Haziranın sonuna doğru rüyalar tekrar başladı. Fakat bu sefer âdeta nizamlarını değiştirdiler. İlk rüya, on iki sularında, tam uykuya başladığı anda oldu. Bu bir bakıma herkesin rüyasına benziyordu. Hiçbir hareketini, hiçbir parçasını hatırlamadığı kaotik bir âlemde, şekiller, çehreler, manalar birbirine karışıyor, çok süratle çevrilmiş film gibi eşyanın hüviyeti ve nizamı alt üst oluyordu. Geniş, sonsuz, nispet fikrinden mahrum bir çalkantı… Fakat bir deniz çalkantısında insan, nihayet dalgaların gelişini, tepelerindeki köpükleri görür. Birbirlerinden ayırmasa bile, birbirlerine benzediklerini kaydeder. Burada o bile yoktu. Sanki gözlerini kapar kapamaz mahiyetlerini seçemediği bir gölgeler dünyasının merkezi uçmuştu. Bununla beraber bu gölgelerin bu mantıksız ve bağsız hareketin bir mânâsı olsa gerekti. Çünkü içinde külçelenen duyguyu başka türlü izah mümkün olamazdı.
O gece ikinci bir rüya gördü. Tanımadığı bir evde idi. Geniş odalar, sofalar vardı. Büyük pencereler vardı. Bu pencerelerden birisinin önünde denize bakıyordu. Bir şafak saati olacaktı. Deniz dümdüz, tenha ve renk içinde idi. Fakat birdenbire denizin yüzü, belki, hattâ şüphesiz pencereye kadar sandalla, mavna ve pazar kayığı ile doldu. Bir çatana zorla aralarına girmek istiyordu. O zamana kadar anlattığımız rüyalarına refakat eden duygu burada birdenbire kayboldu. Cemil kendisini bu mavnaların arasında ve aynı zamanda o büyük evde buldu. Biraz sonra bu mavnaların birinin hem kaptanı, hem kendisi idi. Böylece karışık hayalleriyle alelâde bir rüya olmuştu. İki ay içinde rüyaya dair, epeyce şey okuyan Cemil buna, uyanınca ve rüyasını hatırlayınca çok sevindi. “Hususî hâl kalkıyor, alelâde rüyalar görmeğe başlıyorum. Tabiî rüya öbürünü yemeğe başladı.”
Bununla beraber vaziyeti hoşuna gitmiyordu. Tanıdığı bir doktora gitti. Macerayı anlattı. “Vesvese… Vehim..?” cevabıyla, bir sürü nasihat ve bir yığın reçete ile döndü. Kendisine ceza olsun diye ilâçların hepsini aldı. Sıkı bir yemek rejimine başladı. Ayrıca da bedenen yorulmaya çalıştı. Denize girdi, yüzdü, kürek çekti, yürüyüşler yaptı. Fakat rüyalar peşini bırakmadı.
Doktora gittiğinin üçüncü akşamı kendisini başka bir memlekette gördü. Küçük bir kız çocuğuyla oynuyordu. Son derecede mesuttu. Bütün gayretini onu eğlendirmeye harcıyordu. Kızın siyah uzun, iki hasır örgü ile ayrılmış saçları, büyük, koyu, kestane gözleri vardı. Yüzündeki gülümseme, suda ışık oyunları gibi güzel ve tatlıydı. Ve son derece mesuttu. Fakat birdenbire bu saadet bozuldu. Çok haşin bir sesle: “Ben gidiyorum…” dedi. Ve birdenbire Cemil’in önüne bir torba koydu. “Al, senin olsun!” Sesi o kadar haşindi ki, Cemil uykudan uyandı. Gecenin geri kalan kısmını hep küçük kızı düşünerek geçirdi. Siyah saçlarını, kestane rengi gözlerini, yüzündeki saadeti hatırlıyordu. Fakat çehresini hatırlamıyordu.
Cemil o günü akşama kadar çocuklarıyla ve karısıyla plâjda geçirdi. Saatlerce yüzdü. Yoruldukça karısının yanına sıcak kuma uzandı. Gözlerini yumdu. Mesut ve rahattı. “Herkes rüya görebilir!” diyordu. “Bir tek mesele kalıyor, o da çalışamamaklığım… Belki de mevzuu sevmiyorum. Aşk hikâyelerinden bıktım. Daha geniş bir şey yazarım.” Fakat kitabı bitirmesini karısı istiyordu. Bu hemen hemen şahidi oldukları bir vaka idi. Komşularında geçmişti. Şakir Bey isminde bir adam, mesut bir aile babası genç bir kadınla, daha doğrusu bir kızla tanışmış, üç sene evin içi alt üst olmuştu. Kadını, kocasını çok iyi tanıyordu. Fakat kızı görmemişlerdi. Hemen hemen hiç gören olmamıştı. Günün birinde sadece kaybolduğunu öğrenmişlerdi. Ondan sonra bir ara her şeyin düzeldiği zannedilmişti. Fakat birdenbire Şakir Bey’in delirdiğini haber almışlardı. Bir hafta sonra da denizde kim olduğu bilinmeyen ve yaşı ancak tahmin edilen bir genç kız cesedi bulunmuştu.
Cemil, bu vakayı bilmem neden istemişti. ilk önce çalışma çok iyi gitmişti. Sonra genç kızla Şakir Bey’in tesadüfleri bahsi gelince birdenbire durmuştu. Belki rahat çalışırım! diye Cemil vaktinden evvel sayfiyeye çıkmıştı. Bütün gününe sahipti. Fakat bir satır bile ilâve edemiyordu.
Cemil bu düşüncelerin arasında karısının elini tuttu. “Haydi denize girelim!” dedi. Kadın, siyah gözlüklerinin değiştirdiği, âdeta yabancı bir maske yaptığı yüzünü ona çevirdi. Cemil evvelâ bu yüze baktı. Sonra karısının bal rengi mayo içinde, yaz güneşiyle ve bütün peyzajla cenkleşen vücuduna baktı. Küçük bir güneş kayığına benziyordu. Gecelerine ve gündüzlerine o kadar aydınlık taşıyan bir kayık… “Fakat gözlüklerini çıkardı ve karısını hemen oracıkta, gözlerinin içine bakarak öptü. Bu vücut, bu küçücük insan, bu koca hayatta ayaklarının sağlam bastığı tek topraktı. Sonra birdenbire rüyalarını hatırladı. “Acaba karıma mı sığınıyorum…”
Yaz, bu deniz kıyısında kumlar içinde açılmış büyük, mavi bir çiçeğe benziyordu. Güneş bu çiçekten başka ve onun güzelliğini yapmak için ortada ne varsa hepsini değiştiriyor, kimini siliyor, kimini can sıkıntılı bir uyku yapıyordu.
El ele denize girdiler. Suya başını batırır batırmaz Cemil’de ihsasların şekli değişti. Sanki rüyalarının içinde, onların vuzuhsuzluğunda idi. Bir dalgayı kucakladı, üstüne atladı. Fakat küçük yeleli at, altından kaydı. Cemil birdenbire kendisini gizli bir bahçenin yosunları içinde buldu. Bir topuk darbesiyle üste çıktı. Bir topuk darbesi, neleri değiştirebiliyordu. Rüyalarından da böyle kurtulsa idi. Tekrar daldı. “Anlattığınız şeylerde hiç vahim bir şey yok.. Alelâde şeyler, iki gözüm, bunlar için doktora gidilir mi?” Doktor böyle söylemişti. Tekrar dalgalara sarıldı. Sanki boşluğun, dağılan şeylerin, şekilsizliğin hamurkârı olmuştu.
Oralara kadar nasılsa düşmüş küçük bir balık göğsünün üstünden kaydı. O kadar gerçek dışı, bütün ağırlıklarından uzak yaşıyordu ki, göğsünü bile delip geçebilir, yine kendisine bir şey olmazdı… Bu düşüncesini, bir deniz kızını saçlarından yakalamak için sarf ettiği gayret yüzünden yarıda bıraktı. Fakat parmakları kendi etine kapandı. Tıpkı rüyadaki gibi… “Fakat bu kadarcık, şu denizin dibindeki kadar vuzuh olsaydı hiç olmazsa.” Birdenbire durdu. Birkaç kulaç uzakta karısı suyun üstünde bir Ofelya olmuştu. Düz, gergin vücuduyla âdeta bir sedef gibi kapalı. Suların tesadüfüne kendisini bırakmak istiyordu. Fakat bu kapalı denizde suların tesadüfü yoktu. Ona doğru gitmek istedi. Fakat birdenbire âdeta bütün şeniyet hissini kaybetti. Sanki su derinliğine kendini çekiyordu. Neyin davetiydi bu!
Sahile çıktıkları zaman karısına sordu:
— Suda beyaz entarili biri var mıydı?
Bütün çocukluğu boyunca kendisini şaşırtan sonra alay eden Cemil’e karısı dilini çıkardı. Cemil biraz evvel, denize girmeden evvelki ruh hâleti içinde karısının beline sarıldı.
— Kendimize gelelim! Birbirini ne kadar iyi tanıyorlardı. Ne kadar mesuttular. Yazık ki…
Fakat içindeki his? O garip dalgalanış, o işlenmiş günah hissi… “Kimin günahını yükleniyorum. Bu azap niçin sanki?”
Gündüzkü yorgunluğuna rağmen o gece rüyalar yine devam etti. Bir nevi sarahat gelmişti. Tanımadığı yollardan geçiyor, bilmediği evlerin penceresinden sokaklara bakıyor, büyük yamaçlara tırmanıyordu. Sabaha karşı bu bahçelerden birinde genç bir kadın gördü. Sırtında beyaz bir elbise vardı ve yüzü elleriyle kapalıydı. Bir köşede oturmuş sanki birisini bekliyordu. Cemil bu kadının kim olduğunu bilmiyordu. Merak da etmiyordu. Sadece ne yaptığını, niçin bu kadar müteessir ve mahzun olduğunu anlamak istiyordu. Ona öyle geliyordu ki kadın ağlıyordu. Bunu bilmesi onun için bir azap oldu ve bu azapla uyandı.
“İki hayatım var. Birincisi kadar ikincisine de bağlıyım! Korkunç… Korkunç…” Namuslu adam olarak bu ikinci hayattan karısına bahsetmesi lâzımdı. Rüyalarında olsa bile bir başka kadınla ilgiliydi. “Rüyada imiş ne çıkar? Uyku hayatın yarısı olduktan sonra..?” Fakat kimdi bu kadın? “Daha yüzünü bile görmedim..” Fakat vardı ve hayatına girmişti. Karısını bulmak için aşağıya indi. Kadın, kızına sabah kahvaltısı yaptırıyordu. Bermutat masal söylüyordu. “Hayalim de o kadar kıt ki… İki dakika sonra uyduracak bir şey bulamıyorum.” Cemil ana kızın hâline baktı. Karısı sabahlığı içinde saçlarının dağınıklığı, gecenin haz ve yorgunluğu ile güzeldi. Kızı bütün bir çocuk edebiyatıydı. “Bunlar, sanatın dışında güzel şeyler..” diye düşündü. Hakikaten böyle bir resim belki de altında aile saadeti, “anne şefkati”, yahut “Masal” gibi bir isimle dünyanın en gülünç şeyi olurdu. Fakat buna rağmen güzeldi. çekici ve güzeldi. “Hayır, onun rahatını bozmamalıydı! Bu elbette geçecek.” Gramofona kadar gitti. Geceki dalga gürültüleri arasında kadın sesleri, beyaz, sadece dua ve ağlayış, büyük yelkenler gibi yırtıldı. Cemil ister istemez odasına kaçtı. Fakat odasında duramadı. Sokağa çıktı. Ne yaptığını bilmeden, âdeta başı boş dolaştı. Bir aralık:
“Bu akşam görürsem muhakkak konuşacağım…” diye düşündü. Daha cümle kafasından geçer geçmez gülmeğe başladı. “Deliriyorum galiba. Kendi yalanımı hakikat diye alıyorum. “Saatlerce kendi kendine kızdı, acıdı. Bütün günü bu şüphe ve azap içinde geçiriyordu. Üstüste kararlar vermeğe başladı. Bir daha rüyalarını düşünmeyecekti. Bu kararın sevinciyle günün geri kalan kısmını oldukça neşeli geçirdi…
Fakat akşama doğru garip bir sabırsızlık başladı. Sanki biran evvel gece olmasını bekliyordu. Yemekte büsbütün dalgındı. Konuşulanlara cevap vermiyor, başladığı sözü bir türlü bitiremiyor, jestleri yarım, bîçare kalıyordu. Hakikatte hep rüyalarıyla meşguldü. Masaya oturur oturmaz birdenbire belki de sofradaki çiçek vazosu yüzünden onları hatırlamıştı. Balık kavanozunu tanıyordu. O iki kapı uzaktaki komşuların evindeydi. Fakat etajerde değil, yemek masasının üstünde dururdu. Şimdi onu holde elindeki kırmızı kadife masa örtüsü ve içindeki balıklarla alışılmış şeylerin vuzuhu ile görüyordu. Bu suali kendine sorarken dün geceki rüyaya ait o zamana kadar farkında olmadığı başka bir şeyi, çok mühim bir şeyi, belki unutmuş olduğu için mühim olan bir şeyi hatırladı. Genç kadının yüzünü görmemişti. Fakat bileklerinin ve omuzlarının üstünden göğsüne doğru dökülen saçlarının arasında alnında bir yara olduğunu görmüştü. Belki bu tam manasıyla bir görmek değildi. Sadece böyle olması lâzım geldiğini düşünmüştü. O zaman bütün rüyasında garip bir facia havası bulunduğunu yeniden fark etti.
Bütün bu düşüncelerden kurtulmak için yerinde kımıldandı. Alnını sildi. Kendisini ter içinde hissediyordu. “Rüyalarını bende devam ediyor. Ne korkunç şey.” Bu düşünce içinde başını kaldırdı. Karısı ona bakıyordu. Belki bir saattir onunla göz göze gelmemek için uğraşmıştı. Tekrar başını önüne eğdi. “Saçları siyaha yakın ve uzundu.” Belki yüzüncü defa kendine sordu: “Hangi vehmin kurbanıyım böyle?.”
Artık yatmaktan korkuyordu. Geceyi mümkün mertebe uzatmaya çalıştı. Çocuklarına hikâye anlattı. Karısına kışa dair projelerden bahsetti. Yeni bir kitap yazacaktı. “Bir gecekondu mahallesinin kuruluşunu anlatacağım.” diyordu. Sonra çocukları yatırdılar ve kendileri gramofon çaldılar. Saat bir buçuğa doğru vaktiyle yaptığı gibi çay istedi. Tam çayını içecekken dinlediği parçanın arasında – bu Ravel’in Daphnis’le Chloe’siydi- parçanın birinci kısmındaki insana dalgalı bir deniz hissini veren emsalsiz armoniler arasında birdenbire rüyasındaki kadını tekrar gördü. Yine elleri yüzüne kapanmıştı, fakat sanki hıçkırıyordu. Hayal o kadar sarih, ani idi ki, şaşkınlığından elindeki bardağı düşürdü. Karısı şaşırmış ona bakıyordu. Asıl garibi, çayı içerken ve bu musiki arasında uyumuş olmasıydı. Şüphesiz çok kısa bir an için… fakat uyumuştu. Aksi takdirde bu hayal bu kadar rüya havasıyla kendisine gelemezdi. Çünkü her şey, deniz, kadının çehresi, dalgaların sesi, hıçkırıklar, etrafına onlarla beraber dökülen köpükler, hepsinde kendisinden bir şey vardı. Tabiî rüyada olduğu gibi hepsini kendisinin arasından, kendi içinden ve 0 inanılmaz çehreyle görmüştü. O zaman daha yarım saatten beri üzerinde bir uyku ağırlığı bulunduğunu, onun arasından konuştuğunu, musiki dinlediğini, karısının uzattığı çay kâsesini aldığını hatırladı. İşin garibi o gece başka hiçbir rüya görmüyordu. Ertesi gece ve daha ertesi gece de böyle geçti. İlk günü bundan çok mahzun oldu: “Korkuyorum diyordu. “Korkuyorum..?” İkinci günü deliksiz bir uykudan, arkasında hasret çektiği, kendisini düşündürecek hiçbir hayal bırakmadan uyandığı zaman içini bomboş, âdeta kendisini ufalmış ve fakirleşmiş buldu. Hakikat şuydu: Bütün gün ve gece, yatana kadar kendi kendine genç kadını göreceğini ümit etmişti. Ertesi günün tecrübesi daha ağır oldu. Akşama kadar avare, yıkılmış, hakikaten bir sevgiliden ayrılmış gibi perişan dolaştı. “Bir daha göremeyecek miyim?” diye kendi kendine sordu. Rüyalarının esrarı, dünyasını o kadar aşmıştı ki, kendisini şimdi bütün hayata yabancı buluyordu. O gün bir daha doktoru gördü, vaziyetini anlattı. “Asıl korkuncu son derecede rüyayı bir dekor içinde imkânsız denecek kadar reel şeylerle karşılaşmışım hissinin bende kalması…” diyordu. Doktor kendisine erken yatmasını, yemeklerine dikkat etmesini söyledi. “Telkin.” diyordu. “Telkin ve biraz da yorgunluk. Çalışmayı kesin! Başka şeyler düşünün! Kendinizi bazan yorun!” Doktordan çıkarken kendi çocukluğuna gülüyordu.
O gece erken uyumasına imkân yoktu. İstanbul’dan kız kardeşi, karısının akrabası gelmişlerdi. Yemekten sonra vakit geçirmek için bezik oynamaya karar verdiler. Saat on bire kadar her şey iyi gitti. Fakat tam on birde üzerinde, üç gece evvelki ağırlığı hissetti. Bütün vücudu geriliyordu. Hiçbir zaman, hatta askerlikte bile kendisini bu kadar yorgun, uykuya muhtaç hissetmemişti. Kâğıtları zorla elinde tutuyordu. Bununla beraber bu yorgunluk ve hemen yatıp uyumak arzusunun yanında bir ikinci his daha vardı. Hiç tatmadığı cinsten bir saadet hissi… Fakat bu o kadar basit değildi. Çünkü bu saadet hissi aynı zamanda çok hüzünlü ve daüssılalı bir şeydi. Cemil bu duygusunu tahlil etmenin imkânsızlığı içinde âdeta çırpınırken birdenbire kendinden geçti.
Bu sefer hayal daha vazıhtı. Genç kadın önünde, ellerini bir dayanıl) duruyordu. Yüzünde acayip bir korku vardı. Dudakları bir şey söylemek istiyor gibi kımıldanıyordu. Uyandığı zaman kendisini yerde ve etrafındakileri baş ucunda buldu. Biraz evvel elinde tuttuğu kâğıtlar yerde serpilmişti. Çok kısa rüyası içinde etrafındakilerin telâşını duyduğunu iyice hatırlıyordu. Doktor olan eniştesi, “Küçük bir senkop geçirdin…” diyordu. “Her zaman olur mu?..” Ve hepsi birden yatması için ısrar ediyordu.
Odasına çekildiği zaman rüyasını iyiden iyiye hatırlamaya çalıştı. 1311 da çok kısa, belki birkaç saniye sürmüştü. Ve aynı kesif, vuzuhu ile zalim rüya atmosferi içinde geçmişti. “Ben olduğum yerdeyim. İçimde olduğum yerde bulunduğum hissi var. Fakat masa bizini masa değildi. Masa çıplaktı. Bu hafif bir masaydı. Kadın ayakta duruyordu. Boynu hakikaten yaralıydı. Küçük kapanmış bir yara… Yüzü açıktı. Fakat ben göremedim çünkü bu sefer yüzünü büsbütün başka bir şey, korku ve ıztırap örtüyordu.”
Bununla beraber onun genç ve güzel olduğunu biliyordu. “Korkuyla dolu gözleri hayatı hiç tanımamış gibi.”
Ertesi gece sabaha karşı bir başka rüya daha gördü. Boş bir odanın kapısından bakıyordu. Gece olmalıydı. Açık pencereden karanlık ve rüzgâr giriyordu. Ve bu rüzgâr oldukça sert bir rüzgârdı. Çünkü kapının eşiğinde bir müddet sanki çok iyi bildiği – fakat ne olduğunu bilmediği – bir şeyi arıyormuş gibi bakınış, sonra birdenbire pencereye koşmuştu. Fakat tam önüne geldiği zaman pencere yüzüne karşı kapanmıştı. Cemil elleri ve yüzü, birdenbire her tarafını saran perdelerin kıvrımları arasında kurtulmaya uğraşırken duyduğu büyük bir çığlıkla uyanmıştı.
Zahirde bu rüyanın öbürkülerle hiçbir alâkası yoktu. Fakat Cemil onun bir serpintisi olduğunu gayet iyi biliyordu. Çünkü bütün bu rüyalar ancak büyük sarhoşlukların, kıskançlık buhranlarının, dönüşsüz ayrılıkların, azapların arifesinde, bazı büyük musiki eserleriyle karşılaştığımız zaman duyduğumuz ve günlerce tesiri altında kaldığımız o tahammülü imkânsız, her hatırayı, her düşünceyi böğrümüze saplanmış çok sivri ve tırtıllı bir bıçak yarası gibi bizde derinleştiren hüzünlerin eşi bir hüzünle, geliyordu. Vakıa bu sefer ne genç kadını, ne masayı, ne balık kavanozunu görmüştü. Fakat bu acayip ve tortulu hüzünle uykudan uyanmıştı. Onun için bu odanın o genç kadının odası olduğuna ve bu çığlığın onun çığlığı olduğuna emindi.
Yine böyle emin olduğu bir başka şey daha vardı.. O da bu çığlığın bundan sonraki rüyalarda devam edeceğiydi. Nitekim ertesi akşam eniştesinin ve öbür doktorun tenbihlerini dinleyerek erken yattı. Daha doğrusu uykuya çağrıldığını hisseder etmez yattı. Ve hemen birkaç dakika sonra genç kadının çığlıklarıyla uyandı. Bu sefer acayip gölgeler içindeydi. Sanki karanlık çok yapışkan, büyük tutkal kütlelerinden yapılmış gibiydi. Bu tutkal kütleleri birbirinden ayrılıyor, birbiriyle birleşiyor, nereden geldiği bilinmeyen ışıklarla bir tarafından aydınlanıyor, sonra tekrar mutlak karanlığa ve meçhule dönüyordu. Yahut bilmediği bir kapta çok kesif ve galiba karanlık, kesafet ve siyahlıklarından başka bir hususiyetlerini bilmediği birtakım maddeler birbirleriyle kaynaşıyorlar, birbirlerini değiştiriyorlar, kalıptan kalıba giriyorlardı. Ve Cemil bütün dikkatiyle bir şeyler seçebilmek için bu acayip ve korkunç kaosa – çünkü hakikaten bu bir nevi kaostu ve Cemil rüyasında hakikaten fezanın soğuk rüzgârları belkemliğinden esiyormuş gibi titriyordu ve kendisini hakikaten fezanın boşluğunda imiş gibi bilmediği bir iradeyle muallâkta duruyor sanıyordu – bakıyor, bazan kükürt, bazan safran, bazan fosfor parıltılarıyla aydınlanan bulanıklığında birtakım şekiller seçmeğe çalışıyordu. Bu rüyadan Cemil’de kalan en kuvvetli intiba, bütün bu değişmelerin, kalıptan kalıba girmelerin mutlak bir sessizlikte olmasıydı ve Cemil’i bu sessizlik bir cürüm, bir günah işlemiş gibi eziyordu. Bu sessizlik o kadar ağırdı ki, Cemil onu ister istemez bir yük gibi omuzlarında ve bel kemiğinde taşıdığını sanıyordu. Ve Cemil bu sessizliğin her an kırılacağını, bir yerden onu kıracak çok zalim bir şeyin fışkıracağını biliyor ve onu bekliyordu. Nihayet beklediği oldu. Bütün bu karanlıkların arkasından genç kadının sesini duydu. Fakat bu sefer çığlık değildi, çok sarih bir konuşma idi: “Kurtarın beni” diyordu. “N’olursunuz kurtarın beni!… Bilmiyorsunuz ne kadar zulm ediyorlar… Bilmiyorsunuz… Kurtarın beni..?” Cemil karanlıklara doğru delice atılacağı zaman uyandı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Yatağına oturdu. Gece lâmbasını yaktı. Her şey yerli yerindeydi. İçeriki odanın açık kapısından karısının ve çocuklarının nefesleri geliyordu. Açık pencereden ince bir rüzgâr bütün semt bahçelerinin kokusunu odasına taşıyordu. Bir müddet olduğu yerde sessizliği dinledi. Sonra kalktı, pencerenin önüne geçti. Bir yıldız topluluğu pencereden âdeta odanın içine doğru sarkıyordu. Bir an gözü saate ilişti. On biri beş geçiyordu.
Bütün bu rüyaları daha ziyade yatma saatiyle iki, iki buçuk arasında görüyordu. Vakıa, bazan sabaha karşı aynı cinsten rüyalarla uğraştığı oluyordu. Fakat bu sonuncularda olan bir şey değil, eskiden olmuş bir şey görüyor gibiydi. Filhakika gecenin baş tarafında gördüklerinin hepsinde bir nevi hareket vardı. Buna mukabil öbürleri tıpkı filmlerdeki gibi geriye dönüştü. Asıl şaşırtıcı olan taraf bir tefrika romanı gibi bir rüyanın yavaş yavaş âdeta adım adlın açılmasıydı.
Cemil aylardan beri bu rüyalar üzerine bir yığın kitap okumuştu. Bu hususta söylenenlerin hemen hepsini bir yığın müşahedeyle beraber biliyordu. Son iki gün içinde, başından sonuna kadar macerayı anlattığı eniştesiyle saatlerce bunu konuşmuşlardı. İhtiyar doktor sonuna doğru, ilk kanaatinin tamamiyle aksine dönmüş, “Bunun sebeplerini korkarım ki, kendinde bulamayacaksın!” diyordu. Çünkü o da bu rüyaların devam hâlinde oluşuna ister istemez dikkat etmişti.
Bir başka gece genç kadınla bir bahçede konuşuyorlardı. Cemil onun yanında olduğunu biliyor, fakat yüzüne bir türlü bakamıyordu. Onu delicesine sevdiğini sanıyor, ona bir şeyler söylemek istiyor, onun için kalbi parça parça oluyordu. Ve genç kadın mütemadiyen söylüyordu: ‘Çağırıyorlar, beni çağırıyorlar. Gitmeğe mecburum, anlamıyor musunuz?” ve “Kurtarın… N’olur, beni kurtarın..?” diye yalvarıyordu. “Ah yine başlayacak, yine bana soracaklar, beni sımsıkı bağlayacaklar ve durmadan soracaklar, hiç söylemeyeceğim şeyleri soracaklar…
Ve tekrar yalvarıyordu: “Beni kurtarın, n’olursunuz beni kurtarın! Ben nasıl söylerim onlara?.. Bilmezsiniz, ayakta, o masanın başında neler çekiyorum… İnsanlar hiç yerine ne kadar zalim oluyorlar.”
Cemil, rüyada bile, ona “işin aslı nedir, kimdir bunlar, siz kimsiniz?” demeyi ne kadar istiyordu. Fakat kısılmış dişlerinin arasından hiç bir kelime çıkmıyor, sadece onu dinliyor, onu kalbi merhametten parçalana parçalana dinliyordu.
Sonra kadın birdenbire yanından kayboluyordu. O zaman Cemil kendisini çok karanlık bahçelerde buluyor, tanımadığı yollardan geçiyor, karanlıklarda işittiğini sandığı birtakım seslere doğru gidiyordu. Fakat bir türlü bu seslerin nereden geldiğini bilemiyordu. Birdenbire ışıkları yanan bir pencere ile uykusundan uyandı.
Sabaha karşı tekrar uyuduğu zaman genç kadını bir masanın başında eli ve ayakları bağlı buldu. Bu sefer kadın konuşmuyordu, sadece ona bakıyordu. Ve bu bakış o kadar buğulu bir bakıştı ki, Cemil tekrar uyandığı zaman kendisini bir çocuk gibi ağlıyor buldu.
O günü acayip bir sıkıntı içinde geçirdi. Hava bulutlu ve çok sıcaktı. Evin içinde azapta bir ruh gibi dolaşıyordu. Nihayet çıktı, Kozyatağı’na gitti. Oradan İçerenköyü’ne uzandı. Her geçtiği yerde rastladığı kadınlara, sanki rüyasında gördüğü kadını arıyormuş gibi uzun uzun bakıyordu. İçerenköyü’nden Kadıköy’e indi. Oradan İstanbul’a geçti. Taksim’de, Şişli’de birtakım dostlarına uğradı. Bir aydır hayatı hemen hemen böyle geçiyordu. Evden erkenden fırlıyor, geç vakit dönüyordu. Dönüşte vapurda eski bir tanıdığına rastladı. Arkadaşı ilk önce onu çok zayıf ve dalgın buldu. Sonra sıhhatine bakmamakla, değişmekle, dostlarını ihmal etmekle itham etti. Cemil’in arkadaşı, durmadan konuşması için, bir tanıdığa rastlaması, yanına oturması, yahut ayakta ceketinin düğmesinden tutması kâfi gelen insanlardandı. Cemil’e üst üste bir yığın şey anlattı, milletler arası siyasetten, kendisinin yeni tayin olduğu memuriyetten, iş arkadaşlarından bahsetti:
— Biliyor musun? dedi. Benim müdür muavini sizin taraflarda oturuyor. Haftada bir defa onlarda toplanıyoruz. Kaç defa sana haber göndermek istedim. Münzevidir, bir yere çıkmaz, dediler. Tasavvur et, kardeşim, ben böyle şeylere pek inanmam ama, öyle bir medyum var ki… Bir de ruh bulmuşlar. Selma adında bir kız intihar etmiş.. Hem de yeni… İki aydır çağırıyoruz, her şeyi söylüyor, ne sorduksa ama hepsini… Fakat bir türlü intiharının sebebini söylemiyor… Ne kadar sıkıştırsak nafile…
Cemil sözün gerisini dinleyemedi. Dalgaların üstünde beyaz bir hayalet korku dolu gözlerle kısılmış ağzıyla kendisine bakıyor: “Gel gidelim.” der gibi işaret ediyordu.