Benim bir yeğenim var… Paris’te tahsilini bitirdi… Paris’te tahsilini bitirdi ne demektir, bilir misiniz? Beni yedi bitirdi, demektir. Ben bitince benden tahsilat da bitti; tahsilat biter bitmez pek tabii değil midir, tahsil de bitti… Tahsilatı benden çektiği paralar… Lakin tahsili nedir? Onu bir türlü anlayamadım… “Amca, sen bir şey anlamıyorsun, ben Darülfünûn’un tekmil fünunuyla mütefenninim!” diyor. Diyor ama o Darülfünûnun tekmil fünunuyla mütefennin oluncaya kadar ben de darülcünunu tekmil cünunuyla mütecennin oldum!
Bakın, anlatayım size: Yeğenim evvela mimarlık öğrenmek hevesiyle bana birçok süslü kapılar, yaldızlı kubbeler yaptı; girintili ve çıkıntısız planlarla paralarımı çekti… Sonra bunda temel tutturamayınca kimyayı madeniden izabe (maden mühendisliği) tahsiline yeltendi, izabe (eritme) tahsili kızıştıkça bizim altınlar da erimeye başladı… Yeğenim bundan da sıkıldı… “Toprak tut altın olsun.” feyzine mazhar olmak (ilmine erişmek) arzusuyla çiftçiliğe başladığı anda ilk tecrübeleri kesemin dibine darı ekmek, sonra ocağıma incir dikmek oldu. Nihayet, bir sabah yeğenimi karşımda gördüm: Yakalığı bir mermer kuyu çemberi gibi gırtla¬ğına sarılmış; uzun, kıvrık saçları kalıpsız fesinin altında, rüzgâra tutulmuş hindi tüyleri gibi tersine dönmüş; yeni doğan bir çocuğa şilte olabilecek kadar kocaman bir plastron boyunbağını göğsüne takmış… Karşımda boyun kırdı; öptürmek alışkanlığıyla ben elimi uzatırken, o da kımıldamadan dudaklarını bana uzattı; ikimiz de ne yapacağımızı birden anlayamadık. Benim elim muallakta kaldı. Nihayet, boynuma sarılarak laubaliyane, tekrar tekrar öptü. Öpülmeyen zavallı elimden mahcup oldum. Naçar geri çektim… Bu sırada dizlerinden aşağı inen redingotunun arka cebinden bir beyaz mendil çıkarırken parmaklarında allı, yeşilli, mavili birçok sahte, kaba yüzüklerin benimle eğlenir gibi sırıttıklarına dikkat ettim… Mendiliyle bir tu¬haf tarzda burnunu, dudaklarını sildi… Bizim Hacı Bacı’nın bunca senelik devşirimine (seçimine) muhalif bir devşirme icat ile mendili ortasından büzdü, büktü, sardı. (Taklidini yaparak) mindere kendisini attı. Hacıyatmaz gibi sallandı, sallandı, sonra dimdik kalktı… Bizim yeğen, bizim yeğenlikten çıkmış da acebül acaib bir makine şekline girmiş. Minderde oturamadı. Kanepede rahat edemedi. Beni, sevgili amcasını beğenmedi. Sözlerimi beğenmedi. Vaziyetimi beğenmedi. Yürüyüşümü beğenmedi. Bakışımı beğenmedi. Nefes alışımı beğenmedi. Of! Beğenmedi, bir şeyimizi beğenmedi. Evin tertibini bozmaya, hepsini değiştirmeye kalkıştı: Uşaklara kahve getirirken beyaz eldiven giymelerini, ahçı İbiş’in kafasına bir beyaz keten takke geçirmesini, vekilharç Köse Kahya’nın her sabah tıraş olmasını istiyor, yırtınıyor, ısrar ediyordu. Bir gece, biraz nasihat vermek için odasına girdiğim zaman kendimi dehşetli bir manzara karşısında buldum: Bizim yeğenin burnunun altında kulaklarının hizasına kadar bir bezle bağlı çehresi, sapsarı parlıyor. Ayaklarını karyola demirinin üstüne dayamış. Ellerini pamuklara sarmış, gözleri kapalı, kendisinden geçmiş, yatıyor. Felaket, dedim, felaket!.. Odadan dışarı fırladım. Hekim, aman hekim!.. Evin içinde birbirimize girdik, çıktık. Biz hekimle usul usul odaya girerken yeğenim de şaşkın şaşkın karyolasından kalktı. Sofadaki kadın¬ların “Kendisini öldürdü!..” feryatları evi dolduruyor; yeğenim bu hâlden ürkmüş, kaçmak istiyor; biz tekrar yatması için yalvarıyoruz; ellerine ayaklarına sarılıyoruz. Bir kargaşalık, bir gürültü, bir patırtıdır gidiyor…
(Bir parça tevakkuftan sonra)
Nihayet iş anlaşıldı: Yeğenim ertesi gün Kâğıthane’ye gitmeye niyet etmiş. Yeni potinlere ayaklarını sığdırmak, kanı aşağı vermek hülyasıyla ayaklarını havaya kaldırmış… Yumuşasın, parlasın diye, yüzüne, ellerine krem sürmüş… Bıyıklarını dik durdurmak için bir cendere ile sarmış… Ve bu azab ve eziyyet içinde uykuya, hab-ı rahata dalmış. Hem bundan sade, bundan tabii ne olabilirmiş? Bunlar o diyar-i irfanda (ilim irfan diyarında) beş senelik geceli gündüzlü (gülerek ve öksürerek) geceli gündüzlü bir tahsil-i mütemadinin semeresi imiş! Anladınız mı? Beş seneden sonra, Napolyonkâri bir va¬ziyet, Hümbertkâri bir saç, Vilhelmkâri bir bıyık. İşte bu kadar! Yeni kafa olmak için bu kadarı kâfi imiş. Ah!
(Geniş bir nefes alır.)
Bir sabah da baktım ki aşağıdaki büyük odada bir curcuna, bir kahkaha, bir tepişmedir gidiyor. Kapıyı araladım; yeğenim hemşiresini piyanoya oturtmuş, Hacı Bacı ile Kâhya Kadın, Nail Molla da dâhil olduğu hâlde, … onlara kankan oynatmıyor mu?.. “Lahavle!” dedim, “Ya sabur!” dedim, olmadı. Hemen odaya atıldım; onun o pomatlı saçlarından yakaladım; selamlığa aldım. Bizim yeğenin “neşr-i medeniyet ” vazifesi imiş; kadın ninesine Boccace (Bokas)’ın hikâyelerini anlatmak, halayıklara “Moulin Rouge (Mulen Ruj)” sergüzeştlerini nakletmek “neşr-i medeniyet” imiş! Artık latifeye, şakaya mahal yoktu.
Henüz hiddetimi teskin etmeden aşağıdaki mutfaktan doğru bir gürültü, bir hırıltı fışkırdı… Bizim yeğen uzamış tırnaklarının ucuyla keşkül-ü fukaranın fıstığından almak istemiş, aşçı İbiş, yeğenimin böyle mülevves (iğrenç) tırnaklarını kesmeden mutfağa girmekten men olunmasını benden rica için yerinden fırladığı sırada, o, biçarenin arabacı Pavli, ayvaz Haçador vasıtasıyla ellerini ayaklarını tutturup daha şık, daha alafranga, olmasını teminen, biçarenin bıyıklarını tıraş etmeğe kalkışmamış mı? İbiş’in kafası kızmış; oklavayı bir eline almış, yanmış odunu diğer eliyle kavramış, savuruyor ve “Namusum bir paralık oldu… Bu kapıda bir daha duraman… Ben giderin!” diye avazı çıktığı kadar gürlüyor. Baktım olmayacak; yeğenimi kurtardım, hareme tıktım. Buna bir ders-i ibret vermek sırası gelmişti; düşündüm, taşındım; hemen o günden itibaren buna bir iş bulmaya teşebbüs ettim; Anadolu’nun şöyle bir kıyıcığında bir seyahat-i tecrübiyye icra etmesini kararlaştırdım… Zonguldak hatırıma geldi; “Zonguldak… Oh! Zonguldak. Şimdi görürsün sen Moulin Rouge (Mulen Ruj)’da kankan oyununu. Ömrüne bereket Zonguldak!” diyerek Zonguldak’ta bir maden mühendisliğiyle yeğenimi başımdan savdım.
Bu vakadan tam beş sene sonra, o şampanya gibi kabına sığmayan yeğenim, Zonguldak’tan avdet ettiği zaman ayran gibi sakin ve rakid , apışmış kalmıştı.