Evimize meçhul bir yerden gelmişti. İlk önce bahçe kapılarında, pencere kenarlarında kuyruğunu kaldırarak, sırtını kamburlaştırarak, minimini başının zarif toslarıyle duvarlara sürünerek, evden bir kabul lütfu bekleyen, biraz daha müşevvik iltifata ihtiyaç gösteren bir istirham hali vardı.
Ev halkı ona pek mültefit görünmedi, ben de hayatımda birçok kedi dostlar bulunmasına rağmen, evvelâ, gelip muhabbetini kabul ettirerecek bir yer aramakla meşgul bu serseri sarı kedi hakkında hususi bir temâyül hissetmedim. Fakat o, içeriye girmeye cesaret edemeyerek, nihayet en büyük cür’eti kıynaşık kapılardan başını sokup, güyâ bir evin içinde kendisine bahşolunabilecek saadet hayatından kamaşmış zannolunan gözlerinin süzgün nigâhile, muhterizane bakmaktan ileri gidemedi.
Bir müddet çöp tenekesinin içinden, tiksinen tırnaklarla şunu bunu çekerek, kibar tab’ını şu acı tecrübelere mahkûm eden mukadderata homurdanarak geçinmeye çalıştı. Galiba geceleri bir delikten kömürlüğe girer yatardı. Her gün sarı kürkünde fazla bir kirle görünürdü; ve nihayet böyle, evin huzur ve refahı ömrü kenarında geçirilen şu sefil hayatı mümkün mertebe tamir edebilmek için güneşli bir yer bularak uzanır, uzun uzun, ince pembe dilinin darbecikleriyle yalanır, büyük bir tekellüf ve ihtimamı ile temizlenmeye, süslenmeye çalışırdı.
Bu tezeyyün hakkına iki suretle mâlikti. Evvelâ kedi olmak itibariyle, sonra genç olmak itibariyle, ve bu ikinci zeminde aramızda bir müşahebetin incizabı vardı. Henüz bana pek sokulmuyordu, fakat anlıyordum ki o da bana müncezibdir. Bazen bahçede buluşurduk. O, bir tarafta süslenerek, ben diğer bir tarafta okuyarak… Gözlerim kayar, gider, ona dalardı; o fark ederdi ki kendisini seyrediyorum, fakat görmemişliğe gelerek yalnız tabiî haline katılan fazla bir dikkatle, tavırlarının daha zarif olmasına çalışan bir kadın hissiyle, süsünde devam ederdi.
Zaten o bir kadın gibiydi, kalbimde tamamıyle hükümrân olduğuna emniyet hasıl etmeden evvel bana gelmeye karar vermemiş görünürdü. Birkaç kere elimle davet ettim, “pisi pisi” dedim, o bıyıklarını hafifçe kaldıran bir istihza ile gülümseyerek baktı, tamamıyle reddetmedi: “—Belki daha sonra… Şimdilik pek mütemayil değilim, fakat ne yalan söyleyeyim, pek hoşuma gitmiyor değilsiniz amma bakınız aramızda epeyce uzun bir mesafe var. Buradan kalkmak, oraya gitmek, bu oldukça uzun bir iş… Ayıp değil a, biraz üşeniyorum. Şurada ne güzel, tembel tembel yatıyorum. Hoş, pek de tembel değilim ya, bir dakika sonra, biraz evvelki gibi, gene süslenmekle meşgul olacağım. Beni rahat bırakınız, rica ederim, şu halimde devam edeyim. Daha sonra eğer beni tamamıyle seveceksiniz, belki…” demek istiyordu. Her halde öyle geçerken okşanmaya, bir dakikalık sevgiyi müteakip tekme ile kovulmaya muvafakat etmeyecekti.
Artık ona biraz daha dikkat ediyordum. Toplu bir başı, tatlı gözleri, pembe bir burnu vardı. Tamamıyle sarı idi ve ötesinde berisinde sarı tüylerinin daha koyuca, sanki tersine dönmüş de gölgelenmiş, dalgaları vardı. Ve bütün halinde hayata yırtmaktan ziyade sevmek, fakat sevmekten evvel sevilmek için gelmişe benzer nazenin bir edanın baygınlıkları vardı. Farkedilmezdi ki, bir küçük pudra tüyü temasıyle yüzünü gözünü silip temizleyen ellerinin ucunda, lüzum görülünce yırtabilecek çengellerle birer pençe mevcut olsun.
Bir gün, sonbaharın son günlerinden birinde, pencerenin kenarında oturuyordum, hopladı, o da dışarıdan, pencerenin kenarına geldi.
Evvela beni orada görmekten şaşırmış zannolundu, fakat tereddüdünde vekardan ayrılmamak isteyen bir kibarane takayyüd vardı. Galiba düşündü ki vahşiyâne atlayıp kaçmak pek zerafete muvafık olmayacak. Yavaşça, ön ayaklarını dayayarak, arka ayaklarının üstüne oturdu. O bana, ben ona, bakıştık. Aramızda fasıla olarak yalnız camdan ibaret şeffaf bir tabaka vardı. O vakte kadar hiç bu derece yakın oturmamıştık. Kendisine baktığıma emniyet hasıl ettikten sonra gözlerini çevirdi, ötede, ağacın üstünde kurumaya başlamış yaprakların kıpırtılarına dikkat ediyor göründü.
Yalan!.. Evet, hissettim, ki bu bir sania, bir kadın cilvesidir. Benimle meşgul görünmemek istiyordu ve bu fırsattan istifade ederek başının güzelliğini, evzaının latîf çizgilerini bana gösterdi, daha sonra işitme duygusunu titreten şeyin ehemmiyete değer şey olmadığına kanaat ederek, tekrar boynunun hoş bir bükülüşüyle başını çevirdi, fakat bana bakmadı, gözlerini kapayarak güya uyukladı. Gerdanının açık sarı ve bir kuş göğsünü andıran pamuk tüylerinin üzerinde öyle titremelerle bir kabarış vardı ki bu uyuklayan kedinin kadın ruhunda benimle meşgul olan, yahut, beni kendisiyle meşgul etmek isteyen bir emel ifşa ediyordu. Sanki bana diyordu ki: —Cesur değilsiniz, işte aşikâr görünüyor ki beni istiyorsunuz, beni pek güzel buluyorsunuz. Ellerinizin beni okşamak, sarı tüylerimin üzerinden geçmek, o kadar güzel vaziyetler alan, bükülüp kıvranan vücuduma dokunmak, ellerimi tutmak, başımı avuçlarının arasında sıkmak ihtiyacı var. Bunu anlamak zor değil, yalnız şu pencereyi kaldırmak, aradan şu şeffaf cam engelini yok etmek lâzım ki bu da ağır bir külfet değil…
Yavaşça pencereyi kaldırmaya başladım, ona da dikkat ediyordum, gözleri titredi, fakat açılmadı, sanki duymamıştı.
—Hilekâr! Dedim; senin kedi kulakların demin bir küçük yaprağın kıpırtısına dikkat edip dikilmişti. İşte şimdi gene bütün dikkatiyle penme uçlarında titreyişler var, fakat gözlerin açılmıyor. İstiyorsun ki gafil avlanmış olasın. Pekâlâ! Öyle olsun, madem ki izzet-i nefsin böyle yakalanmaktan hazzedecek…
Ve elimi uzatıp onu boynundan yakaladım, derhal kendisini salıverdi. Bütün adalelerinde bir küçük mukavemet bile hissedilmiyordu. Çektim, iki ellerimle başını tuttum ve öyle, karşı karşıya, gözlerimizin biribirini arayan tecessüsüyle bakıştık: Zerrin! dedim. Bu ismi pek fena bulmayan bir itminan ile baktı: —Demek dost olacağız!… dedi. —Zannederim, eğer uslu oturur, yumuşak huylu olursan, daima sever, daima sevilmeye özenirsen, tırnaklarını pembe pençelerinin kadifesine gömer, onları hiçbir zaman çıkarmazsan… dedim ve pençelerini yakalayarak baktım. Tırnaklarını çekiyor, saklıyordu, sanki bana yemin ediyor: —Tırmalamayacağım, yetişir ki sen beni sevesin, ben sevilmekten öyle bahtiyar olacağım ki tırmalamak hatırıma gelmeyecek; demek istiyordu.
Ve böyle oldu. Biz daima birbirinden memnun, birbirini sevmekten bahtiyâr iki dost olduk. Artık o, evin büyük bir unsuru idi. Bahçeye çıkmaz oldu. Zaten artık kışın yağmurları, fena havaları başlamıştı. Bahçe temiz ev kedilerine cevelângâh olamazdı. Onun bazen mutfakta, çamaşırlıkta, sanki eteklerini toplayarak nalınlarının üzerinde çekine çekine yürüyen bir hanım takayyüdüyle, ayaklarının ucuna basarak dolaşışları vardı. Sonra biraz üşümüş, biraz bu nahoş yerlerde gezmekten tiksinmiş bir tavırla gelir: —Buralarını da hiç lâyıkıyla kurulamıyorlar! Sitemine benzeyen bir ifade ile ellerini ayaklarını silerdi.
Etrafımda, bana sokulmak için fırsat bekleyen daireler çizerdi ve küçük bir müsait nazar fark ederse koltuğa atlayarak evvelâ başıyla dizlerime, ellerime sürünür: —Sizi sıkmayayım, efendim!.. derdi. Ben de onun gönlünü hoş etmeye lüzum görürdüm, başını okşardım. O vakit cesaret bulurdu. Kulaklarını tutarak sarsardım, gözlerini süzer, bu iltifatın tarzını pek muvafık bulmamakla beraber ses çıkarmazdı. Çenesinin altını kaşırdım, baygın bir eda ile başını uzatır, beklerdi. Nihayet sırtını sıvazlamaya başlardım, o zaman saadetinden çıldırır, yavaş yavaş, ayaklarının, evvelâ çekingen ve gittikçe cesur hatveleriyle koluma, göğsüme dokunur, mest gözlerinin: —Oh!.. Böyle devam ediniz… diyen yalvarıcı manalarla burnunun pembe ucunu çeneme kadar getirir, beni soğuk bir ürperme ile titreten bir öpüşü olurdu.
***
Kışın bir büyük kısmını böyle geçirdik, vaktâki bir gün etrafıma epeyce telâş veren bir hastalıkla odadan çıkmamak lâzım geldi. Bu, beni, oldukça uzun bir zaman için yatakta kalmaya mecbur etmişti. İlk günleri ateşler içinde, pek etrafımla meşgul olamayarak geçirdim, galiba uykuya benzeyen derin derin dalgınlıkların içine gömülerek kayboluyordum. Bu dalgınlıkların arasından beni rahatsız etmemeye dikkat eden çehreler gördüm, odamda ihtiyatlı adımlarla dolaşırlardı, yavaş seslerle görüşürlerdi.
Bir gün sabahleyin kendime tamamıyle gelmiş olarak uyandım. Etrafıma baktım, kimse yoktu, seslendim, kapı açıldı, içeri girdiler ve aynı zamanda, yataklığın etrafında bir şeyin dolaştığına, süründüğüne dikkat ettim ve derhal Zerrin hoplayarak çıktı, yanıma gelmeyerek, ayak ucumda, kulaklarını dikerek, endişeli gözlerle bana bakarak, ön ayaklarına dayanmış, kuyruğunu altına alıp oturarak, ahvâle muntazır, olanı biteni anlamak ister bir merak vaziyetiyle, bekledi.
Gülümsedim, o da memnun olduğunu anlatmak için gözlerini süzdü: —Ümit ederim ki artık bu fena latife bitti; der gibi oldu, sanki: —Bilir misiniz, sizin küçük Zerrin epeyce sıkıldı? Müsaade eder misiniz, biraz yanınıza geleyim? istizanıyla yavaş yavaş yürüdü. Onu okşadım, o da başını uzattı, o da beni okşadı, sonra pek fazla taşkınlıkları münasip bulmayan zarif bir ihtiyat ile: —Kâfi!.. Şimdi karşınıza geçer, otururum; dedi, hoplayarak sobanın yanına gitti, oturdu.
O güne kadar hastalığımda Zerrin’i görmemiştim. Etrafımdakilere sordum, dediler ki o her gün bir aralık gelir, endişe ile dolaşır ve beni hasta yatıyor gördükten sonra, dayak yemiş bir hal ile sinerek yavaşça gider, sofada, burnunu kollarının arasında saklayarak uyurdu. Fakat bu günden sonra Zerrin yanımdan ayrılmadı. Her gün gelir, yatağıma çıkar, benimle küçük bir şakalaşmadan sonra iner, sobanın yanında, bütün gün, ya bana bakarak, ya toplanıp kıvrılarak uyurdu. Yalnız gece, artık uyku zamanı gelince onu çıkarırlardı. Kapıyı açınca istiskalin daha sarih bir mana almasını beklemeden silinerek giderdi, sanki kendi arzusuyla çıkıyormuşçasına vakur bir eda ile acele etmeyerek ve bana bakmayarak çıkar, kaybolurdu.
Bir gün Zerrin gelmedi. —Zerrin nerede acaba? dedim, aradılar, bulamadılar. O gün görünmedi, ikinci gün gene Zerrin arandı. —Zerrin’i komşunun duvarında gördük; dediler, ufak manidar bir tebessümle sebebini izah etmiş oldular.
Zerrin günlerce görünmedi. Ben artık yataktan çıkıyor, odada dolaşıyordum. Bir gün pencereden bakarken arkasında bütün mahallenin kedileriyle duvardan duvara aşıyor gördüm.
O akşam Zerrin avdet etti, fakat ne halde ya Rab?.. Çamurlara bulanmış, yüzü, gözü yırtılmış, tüyleri sanki koparılıp yüzülmüş, sefil, berbat ve mülevves… Beni ayakta buldu, gelip süründü, fakat suçlu suçlu, bir mücrim korkaklığıyla… Eğildim, onu yavaşça boynundan tutarak, kapıyı açtım ve kendisine hiyanet edilmiş bir adam intikamıyla dışarıya attım.
O günden sonra Zerrin eve kabul edilmedi ve kim bilir, gidip günahının meyvelerini hangi penceresi delik bir komşu kömürlüğüne bıraktı. O vakitten beri kedilere pek mütemayil değilim, hele karar verdim ki hiç itimat câiz değil. Hatta tırmalamamaya yemin etseler, hatta çengellerini kadife ellerinin içine gömseler bile, kedilerin sadakati ancak bir mevsim meselesinden ibaret diye hüküm verdim, fakat kendimin de pek âdilâne bir iş gördüğümden emin değildim.