Ders Notları

Roman Sanatı

Roman,tiyatro ve şiirden çok daha sonra gelişmiş bir yazı türüdür.

Bugünkü anlamda roman, 18.yüzyılın ortalarına doğru Daniel Defoe ve özellikle Henry Fielding ile Samuel Richardson’un romanlarıyla ortaya çıktı.

Roman eleştirisinin gelişememe nedenlerinden biri; romanın tarihsel gelişme süreci içinde kendinden önce var olan destan, romans, pikaresk, tarih, özyaşam öyküsü, sahne komedisi gibi yazı türlerinden yararlanarak gelişmiş, geniş sınırları olan esnek bir edebi türdür. Diğeri; uzun süre bu yeni anlatı türünün üstünde durmaya değer, ciddi bir yazın dalı sayılmamasıdır.

Bugünkü anlamda roman, romans türüne bir tepki olarak doğmuştur.

Romanın gelişmesini kuramsal olarak engelleyen faktörlerden biri; bu gibi kitapların okurları asılsız bir hayal dünyasında oyalayarak, yaşamın gerçeklerinden uzaklaştırdığı, vakit öldürmekten başka bir işe yaramadığı yolundaki görüş. Diğeri; romanın yaşamdan uzak değil, tersine ona çok yakın oluşundan doğan bir kaygıya dayanır.

Defoe’den beri süregelen bir anlayışla Trollope’ta bile romanın amacı ahlak dersi vermektir. Bu da romanın eğitim ve öğretim aracı olarak görüldüğünü, ona estetik açıdan bir sanat dalı olarak bakılmadığını gösterir.

Belli bir yaşam görüşü ortaya koymak anlamında roman; öğreti yönü küçümsenemeyecek bir türdür. Her sanat dalı birtakım seçme ve düzenlemelerle kullandığı ham maddeyi belli bir bakış açısından biçimlendirerek sunar. Doğrudan doğruya insanları ve onların davranışlarını konu alan romanlarda bu, özellikle kaçınılmaz bir durumdur.

En nesnel yazarların romanlarında bile belli bir görüş, bir tutum belirecektir.

Henry James’e göre romanın gerçek amacı yaşamı göstermektir. Bu bakımdan roman tarihtir. Yazar tarihçi gibi insan yaşamını anlatmaya çalışmalıdır. Ancak roman aynı zamanda sanat olduğundan; içindeki kişiler, olaylar, olayların geçtiği yerler, konuşmalar bir bütün oluşturacak biçimde kaynaşmak zorundadır. Roman da her canlı varlık gibi yaşayan, kendi içinde bütünlüğü bulunan bir varlıktır.

Henry James’e göre yaşam dağınık, tutarsız, ayrıntılarla dolu, başı sonu olmayan bir süreçtir. Roman ise seçme, düzenleme ve yoğunlaştırma yoluyla bu dağınıklığa biçim ve anlam kazandırma işlemidir.

James’e göre yaşamı romana aktarabilmek için yazarın bu hammaddeye biçim ve canlılık vermesi gerekir. Bunu yapabilmek için ise konusunu sınırlandırmak, onu en iyi biçimde yansıtmasını sağlayacak biçim ve yöntemleri bulmak zorundadır.

Roman yaşamdan daha gerçektir; çünkü romana aktarılmış bulunan yaşam, seçme ve düzenleme yoluyla belli bir bakış açısından sunulmuş, kendi içinde bütünlüğü ve anlamı bulunan bir yaşamdır.

Henry James’in roman anlayışı birbirine yakından bağlı iki temel ilkeye dayanır:

Roman yaşamı gerçekçi bir biçimde yansıtmalı ve kendi içinde bütünlük gösteren tutarlı bir yapıya sahip bulunmalı. İşte bu ilkelerin sağlanması büyük ölçüde seçilecek bakış açısına bağlıydı. James’e göre romanda gerçeklik izlenimini bozan şeylerin başında bakış açısının dikkatsizce kullanılması, yazarın dışarıdan kendi düşünce ve yargılarını belirtmek için okuyucuya seslenmesi gelir. D.Lubbuck da bakış açısının önemine değinir.

Virginia Woolf; Arnold Bennet, John Galworthy ve H.G.Wells’in romanlarına karşı çıkar. Ona göre bu yazarlar, insanın iç dünyasıyla değil de dış dünyayla ilgilendikleri için gerçek yaşamı yansıtmakta başarılı değildirler.

Çağdaş romancının görevi yeni anlatım yöntemleri deneyerek kişilerin iç dünyasına yönelmektir; çünkü insan yaşamının gerçekleri kişilerin içinde saklıdır.

D.H. Lawrence’e göre roman insan ilişkilerini ele almakta kusursuz bir araçtır ve romancının insanı her yönüyle gösterme olanağı vardır.

Forster, romanı bir yandan tarih gibi, insanın yaşamını nesnel bir yaklaşımla yansıtmaya çalışan, günlük yaşamla iç içe, ayağı yerde bir yazı türü olarak görür; diğer yandan ise soyut düşüncelere yönelebilen müzik gibi yüce bir sanat dalı olarak görür.

Forster’a göre “olayların zaman sırasına göre anlatılması” diye tanımladığı öykü, romanın temelidir; öykü yoksa roman da yoktur.

Öykünün önemsizliğini belirtmek için ilginç bir görüş ortaya atar: Her insanın yaşamı iki ayrı yaşam türünden oluşur; bunlardan biri insanın her gün zaman içinde geçen, dakika ve saatlerle ölçülen yaşamıdır; ötekisi ise değerlere göre sürdürdüğü yaşamdır.

“Kızı ancak beş dakika gördüm, ama değdi doğrusu.” gibi bir söz, her iki yaşam türünü bir arada dile getirmektedir. Anlaşılıyor ki değerlere göre yaşam, yalnızca saatle ölçülenden daha önemlidir.

Yalnız, zaman içinde geçen yaşamı konu aldığı için öykü, romanın fazla anlam ve değer taşıyan bir yönü değildir. İyi bir roman yazarı, uygun yöntemler bularak değerlere göre geçen yaşamı da göstermek zorundadır.

James Joyce, V.Woolf ve Forster; insanın asıl önemli ve anlamlı yaşamının, saatlerle ölçülemeyen bilinç dünyasında geçtiğini düşünerek, kişilerinin zihinlerinde akıp giden duygu ve düşüncelere ağırlık vermişlerdir.

“Kızı ancak beş dakika gördüm; ama değdi.” →Burada Joyce ve V.Woolf için önemli olan beş dakikalık nesnel zaman süresi içinde delikanlının içinden geçen ve anlatılması bu süreyi kat kat aşabilecek duygu ve düşüncedir.

İşte bu yazarlar değerlere göre geçen duygu ve düşünce yoğunluğuyla belirlenen yaşam türünü ele almak için, romanlarındaki olayların kapsadığı zaman süresini son derece dar tutma yoluna gitmişlerdir.

J.Joyce’un Ulysses’i on sekiz saat kadar sürer, V.Woolf’ın Mrs. Dalloway’i de bu kadardır. Bu yazarlar değerlere dayalı yaşam türünü vurgulayarak, ele aldıkları insanların kişiliklerini tüm karmaşıklık ve derinliğiyle ortaya koyarlar.

Forster’a göre roman kişileri tanıdığımız insanlardan daha gerçektirler; çünkü çevremizdeki insanları ancak şöyle böyle anlayabildiğimiz halde, roman kişilerini tam olarak anlayabiliriz. Bunun nedeni: Roman yazarı yarattığı kişiler hakkında her şeyi bilir, bu kişilerin gizli saklı hiçbir yönleri yoktur; çünkü onları yaratan da anlatan da aynı kimsedir.

Roman kişileri ne zaman gerçektir?

Forster’a göre roman günlük yaşamda bulunmayan kendine özgü kuralları olan bir sanat yapıtıdır, romandaki kişiler işte bu kurallara uygun biçimde yaşadıkları zaman bir geçerlik kazanırlar. Bir de roman yazarı bir kişi hakkında her şeyi biliyorsa o kişi gerçektir. Yazar bildiklerinin hepsini bize anlatmayabilir. Ancak söz konusu kişi hakkında her şeyi açıklamamış olsa da romancı bizde her şeyin açıklanabileceği yolunda bir duygu uyandıracaktır. Bu duygu ise, günlük yaşamda hiçbir zaman edinemeyeceğimiz bir gerçeklik izlenimi yaratır.

Romancılar değişik türden kişiler yaratmak ve bakış açısı yardımıyla yazdıklarını okurlara benimsetmeye çalışırlar. Nedeni kişileri kitabının gereklerine uydurmaya çalışmak ve onların özgürlüklerini fazla sınırlamamaktır.

Roman kişileri “yalınkat” ve “çok yönlü” diye ikiye ayrılır. Yalınkat kişiler birkaç nitelikten oluşan, tek bir cümleyle özetlenebilen kimselerdir. Roman boyunca ne zaman ortaya çıksalar hep baştaki o birkaç nitelikleriyle görünürler ve hiç değişmeden kalırlar. Çok yönlü kişiler, bizi inandırıcı bir biçimde şaşırtabilen kişilerdir; çünkü gerçek yaşamın hesaba kitaba uymadan değişkenliğine sahiptirler. Oysa her yeni durumda nasıl davranacaklarını önceden bildiğimiz için yalınkat kişiler hiçbir zaman bizi şaşırtmazlar.

Forster’a göre romanda kişilerin uygun bir biçimde harman edilmesi, bakış açısından daha önemlidir. Yazar okuyucuyu avucunun içine alarak yazdıklarını ona benimsetebilmeli. Bu olmadan hiçbir şey olmaz.

Öykü, olayların zaman sırasına göre düzenlenerek anlatılmasıdır. Olay örgüsü olayların neden sonuç ilişkisine göre biçimlenmesidir.

Öyküye duyduğumuz ilgi meraktan ileri gelir, olay örgüsünü izleyebilmek için zeka ve belleğe gerek vardır; çünkü olaylar arasındaki ilişkileri görebilmek zeka işidir, daha önce olup bitenleri unutmamak, bunların yeni gelişmelerdeki payını anlamak için ise zekanın yanı sıra bellek de gerekir.

Forster’a göre romanı roman yapan, kişilerin gizli duygu ve düşüncelerini de ele alabilmesidir. Roman yazarı için kişilerin iç yaşamları gizli değildir. Dilerse ele aldığı kişilerin aklından geçen düşünceleri gösterir; dilerse düşünce düzeyinden daha derinlere inerek bilinçaltına da bakabilir. Forster’ın romanda kişilerin iç dünyalarına verdiği bu önem, onun Henry James ve Joseph Conrad’la başlayıp Joyce, Faulkner ve Virginia Woolf’la doruğuna erişen çağdaş psikolojik roman yazarlarının görüşlerini paylaştığını ortaya koyar. Bu romancıların en büyük özelliği, insan yaşamının gerçeklerini dış dünyada geçen olaylarda görmeyip kişilerinin bilinç dünyalarına yönelmeleri ve bu dünyayı yansıtabilmek için biçim ve yöntem sorunlarına ağırlık vermeleridir. Forster’ın bu yazarlardan ayrıldığı nokta bakış açısıyla ilgilidir. James, Conrad, Joyce, Faulkner ve Virginia Woolf, insan bilincini yansıtmak için en çok bakış açısından yararlanmışlardır. Forster için önemli olan, kişilerin bilinç dünyasına ulaşmaktır; bu uğurda roman yazarı bakış açısını dilediği gibi değiştirebilir, yeter ki bu değişmeler inandırıcı olsun.

Düşsellik, roman yazarının günlük yaşamdan bir parça uzaklaşmasına olanak sağlar. Düşsellik; günlük yaşama hortlak, canavar, cadı, cüce gibi garip yaratılar sokmak; insanları bilinmeyen ülkelere, yer altı dünyalarına, geleceğe göndermek; insan ruhunun derinliklerine inmek ya da kişiliği parçalara ayırmak gibi işlemler kullanarak, sağduyu ile hayal gücünü birleştirir, bunlardan canlı, güzel bir karışım elde eder.

Ermişlik, geleceği önceden görme anlamında değildir; yazarın taşıdığı birtakım köklü inançların romanda kullandığı dile sinmesiyle ortaya çıkar. Bu bakımdan ermişlik, inançları doğrudan doğruya dile getirmek değil, “ezgiye” ve “şarkıya” dönüştürmek işlemidir. Romanın ermişlik yönünü değerlendirebilmek için okuyucunun alçak gönüllü bir tutuma girerek okuduklarıyla alay etmemesi gerekir; yoksa ermiş yazarın sesini işitemez ve yüceliğini görecek yerde, karşısında ancak budala bir soytarı görür. Ermişlik niteliği taşıyan romancılar, günlük yaşamın gerçeklerinden uzaklaşan yazarlar değildir. Onların önemli özelliği günlük yaşamın sıradan olay, durum ve kişilerine alışık olduğumuz boyutlarını kat kat aşarak tüm insanlığı kucaklayan evrensel anlamlar yaratabilmektedir.

Ermiş yazar, görünen dünyanın gerçekliğini bozmadan, bu dünyayı iç içe bulunduğu birtakım tinsel değer ve güçlerle birlikte gösteren yazardır.

Forster’ın roman sanatında ermişliğe büyük önem vermesinin başlıca nedeni, ermişliğin bir ölçüde değerlere dayalı yaşamı dile getirmeye olanak sağlamasıdır. Estetik açıdan da ermişlik Forster’ın özlediği roman anlayışına uygundur; çünkü düşsellik, dağınıklığa eğilim duyduğu halde, ermişlik bir sanat yapıtında olması gereken genişlik içinde bütünlüğe yöneliktir.

Biçim, romandaki olayların gelişme çizgilerinin hep birden yarattığı görüntüdür. Biçim, olay örgüsünün toptan algılanmasından doğan bir bütündür. Bu bakımdan biçim, romanın estetik yönüdür; gerçi romandaki kişiler, sahneler, sözcükler, kısaca her şey biçimin oluşmasına katkıda bulunabilir; ama onu asıl yaratıp besleyen olay örgüsüdür.

Biçim, romanın estetik yönüdür ve ona güzellik sağlar; ama güzelliğin ağır bir bedeli vardır.

Forster’a göre James, estetiği ermişliğe yeğlemiş, bu yüzden romanlarındaki olay ve kişilerin gerçek yaşamdaki boyutlarını aşarak tüm insanlığı kucaklamasını sağlayamamıştır. Fortster’a göre romana güzellik de sağlasa katı bir biçim, yaşamın yazara sunduğu sınırsız zenginliklerle bağdaşmaz. Oysa katı bir biçim yaşam açılan kapıları kapar ve çoğu kez romancıyı kapalı odalarda sanatçılık oyunları oynar bir duruma getirir.

Forster, H.James’in roman sanatında biçim ve yöntem sorunlarına gösterdiği büyük ilgiyi yaşamdan kaçış olarak görür. Oysa James’in bu sorunlarla uğraşmaktaki amacı, kendisinin de belirttiği gibi, yaşamı tüm ağırlığıyla romana aktarmaktır.

Romanda dağınıklığa yol açan değişik parçaları içten dikişlerle birbirlerine bağlanmasını sağlayan şey ritim denir.

Forster’ın kullandığı anlamda ritim, roman boyunca birtakım sözcük ya da tümcenin değişikliklere uğrayarak, zaman zaman ortaya çıkmasından oluşur. Forster bu tekrarlamaları müzikteki ritim olayına benzetir. Romandaki işlevi biçim gibi sürekli olarak ortada görünmeden arada bir belirerek, arada bir gözden uzaklaşarak olayları birbirine bağlamak, güzellik sağlamak ve okuyucunun belleğini iyice kavramaktır. Kitaplarını önceden tasarlayarak yazan romancıların bu etkiyi yaratamayacaklarını ileri süren Forster şöyle der:

Ritim romanda uygun bir geçiş noktasına ulaşıldığı sırada, yazarın içinde doğal olarak beliren bir itici güce dayanmak zorundadır. Ne var ki bu yoldan sağlanan etki çok güzel olabilir, kişilere herhangi bir zarar verilmeksizin elde edilebilir ve ayrıca bir dış biçime duyduğumuz gereği azaltır.

Forster, romanda bir başka ritim türü daha görmek ister. Duyulması  çok daha güç olan bu ritim türü, bir senfoninin çalınıp bitmesinden sonra dinleyicinin kulağında ve zihninde beliren ve senfoninin değişik bölümleri arasındaki ilişkiden doğan bir etkidir. Bu etki senfoninin bütününden çıkarak genişleyen, yayılan bir titreşim gibidir.

Romancı eserini kısıtlamamalı, gelişmeye açık tutmalı.

Giriş Bölümü

Romacının tarihçilerin arasına karışması, yani eserinde tarihi olayları anlatması tarihçilerin kızdıkları bir şeydir.

Roman yazarının yöresel oluşu önemli değildir, yöresellik bir romancı için güç kaynağı bile olabilir. Defoe, Londra’nın yoksul takımını, Thomas Hardy kırsal kesimin insanlarını ele alıyor diye yakınan kimse ya budaladır ya da bilgiçlik taslayan kendisini beğenmiş biri. Yöresellik, eleştirici için önemli bir kusurdur. Yaratıcı sanatçıya tanınan sınırlılık eleştiriciye tanınmaz. Eleştirici geniş görüşlü olmak zorundadır, yoksa hiçbir şey olamaz. Romancı yaratıcılığın kendine verdiği hakları kullanır, ama eleştirici aynı haklara sahip değildir.

Forster gerçek bilginle sözde bilgini karşılaştırıyor. Kendisini de sözde bilginlerden sayıyor. Gerçek bilginlik insanoğlunun erişebileceği en büyük başarılardan biridir. Değerli bir konu seçerek onunla ilgili bütün olgularla, yakın konulardaki belli başlı olayları iyice öğrenen bir kimseden daha yücesi yoktur. Böyle bir kimse dilediğini yapabilir. Konusu roman mı isterse tutup romanları yazılış tarihleri sırası içinde ele alabilir, çünkü son dört yüz yılın bütün önemli romanlarını, önemsizlerin de çoğunu okumuştur; ayrıca İngiliz romanına ilişkin her alanda yeterli bilgisi vardır. Gerçek bilginlik başkalarına aktarılamaz, iyi yönünden alınırsa sözde bilginlik, bilgisizliğin bilgiye gösterdiği saygıdır.

Sözde bilgin eleştiriye el atmamalıdır. Çünkü gerçek bilginin donanımından yoksunken onun yöntemini kullanmaya kalkar. Sözde bilginlerin yaptıkları ayrımlardan havaya göre yapılan Forster’ın daha çok dikkatini çekiyor.

Hava; süsleyici olabilir, yarar güdücü olabilir, açıklayıcı olabilir, belli bir uyuma göre düzenlenmiş olabilir, romanla duygu bakımından karşıtlık içinde olabilir, vs…

Forster’ın, adında  bahsetmediği bu yazarın dehadan bahsetmesi hoşuna gidiyor. Çünkü deha olmadan roman yazarının dokuz tür hava olduğunu bilmesinin anlamı yok diyor. Bu yazar romanları yazarın konusuna karşı takındığı tutuma göre ayırıyor.

Roman ancak yeni bir duyarlı kazanırsa daha başarılı olabilir. Yani romanın başarısı kendi duyarlığına bağlıdır, ele aldığı konunun başarısına değil.

Tarih boyunca kitaplarını yazdıkları sırada yazarlar aşağı yukarı aynı duyguları duymuş, adına kolaylık olsun diye “esin” dediğimiz ortak bir durum içine girmişlerdir. Bu durum göz önüne alınarak şu denebilir: “Tarih ilerle, sanat yerinde durur.” Bu söz roman geleneğindeki gelişmeleri incelememizi engelleyince, uğradığımız zarar daha büyüktür. İngiliz romanında etkiler, akımlar, yenilikler dışında bir de yazı yöntemi süregelmiştir; işte bu yöntem kuşaktan kuşağa değişikliğe uğrar. Söz gelişi, kişilerle alay etme yöntemini ele alacak olursak “takılma” ile “kaba şaka” aynı şey değildir; Elizabeth döneminin güldürü yazarı, alaya alacağı kişileri günümüz güldürü yazarlarından değişik bir biçimde seçer ve okuyucularını güldürmek için değişik yollara başvurur.

Forster, Eliot’tan bir alıntı yapıyor: “İyi bir gelenek oluşmuşsa bunu korumak eleştiricinin görevinin bir parçasıdır. Yazını doğru olarak ve bütünüyle görmek de eleştiricinin görevinin bir parçasıdır; bu ise büyük ölçüde yazını zamana bağlı olarak değil de zamanın ötesinde bir şey olarak görmek demektir. Bu görevlerden ilkini yerine getiremeyiz, ikincisini yapmaya çalışacağız. Geleneği biz ne inceleyebilir, ne de koruyabiliriz. Ama romancıları bir odada oturuyor olarak düşünebilir ve bilgisizliğimizden gelen bir güçle onları zorlayarak tarih ve yer sınırlarının dışına çıkarabiliriz. Bir roman için son ölçü, ona karşı duyduğumuz sevgidir. Bu durumda duygusallık ortaya çıkacaktır: “İyi ama ben seviyorum bunu.” Forster bu eserinde duygusallığı sesinin fazla yükselmeyeceğini söylüyor.

Öykü

Öykü romanın temelidir, öykü yoksa roman da yoktur. Bütün romanların en büyük ortak yönü budur. Öykü, romancının dilediği yerde başlar, dilediği yerde biter.

Öykü, olayların zaman sırasına göre dizilerek anlatılmasıdır.

Öykünün yaptığı şey, zaman içinde geçen yaşamı anlatmaktır. Romanın bütününün yaptığı ise, eğer iyi bir romansa, değerlere göre sürülen yaşamı da kapsamına almaktır. Romanda zamana bağlılık zorunludur, yoksa roman yazılamaz. Ama romancı için önemli olan, değerlere göre yaşamı dile getirmek olmalıdır. Öykü olay örgüsünün temelini oluşturur. Öyküde anlatıcının sesi bizi okuyuculuktan dinleyici durumuna dönüştürebilir.

Kişiler              

Yazar ile konusu arasında yakınlık vardır. Kişiler yazarın zihninde kuru ve duygusuz bir biçimde belirmezler, yaratılmaları çılgın bir coşku içinde olabilir.

Tarihçinin görev alanı yazmak, romancının görevi yaratmaktır. Günlük yaşamda birbirimizi hiçbir zaman anlayamayız; çünkü ne biz başkasının içini okuyabiliriz, ne de onlar içlerindekini tam olarak açığa vurur. İnsanlar birbirlerini dış belirtilerin yardımıyla ancak kabataslak bir biçimde tanıyabilir; bu belirtiler hem toplumdaki ilişkilerimiz, hem de kuracağımız yakın dostluklar için yeterli denebilecek bir temel oluşturur. Oysa romancı dilerse, romandaki kişileri okuyucuya bütün yönleriyle tanıtabilir; çünkü kişilerinin dış yaşamları kadar iç dünyalarını da gözler önüne serebilme olanağına sahiptir. İşte bu nedenle roman kişileri çoğu zaman bize tarih kitaplarındaki insanlardan hatta kendi yakın dostlarımızdan daha açık görünürler. Haklarında söylenebilecek ne varsa söylenmiştir; eksik kalmış yanları bulunsa da inandırıcı olmasalar bile, gizli saklı hiçbir şeyleri yoktur. Oysa dostlarımız bazı şeyleri bizden gizler, gizlemeleri de gerekir; karşılıklı gizlilik insanın yaşam koşullarından biridir.

Yazarlar ölüme ve sevgiye daha fazla yer verirler. Çünkü bu unsurlar onların işlerini kolaylaştırır. Roman yazarlarının ölüm konusuna yakınlık duymalarının nedeni, ölümün romanı derli toplu bir sonuca ulaştırmasıdır. Diğer neden: Romancı her şeyi zaman içinde ele aldığından, yaşamın bilinen gerçeklerinden ölümün karanlığına doğru gitmeyi, doğumun karanlığından bilinen gerçeklere doğru ilerlemekten daha kolay bulmaktadır. Kişileri öldüğü sırada yazar artık onları iyice anlayacak, haklarında hem gerçeklere uyup, hem de kendi hayal gücünden doğan şeyler söyleyebilecek durumdadır.

Gerçekle hayal gücünün kaynaşması en güçlü sonuçları yaratır.

Forster’a göre sevgiye romanda çok yer verilmesinin iki nedeni vardır. Birincisi şu: Roman yazarı kişilerini tasarlayıp yaratma işlemine geçince, sevgi bir yönü ya da bütün yönleriyle zihninde ağır basıyor ve yazar farkına varmadan bu kişileri gönül ilişkilerine karşı aşırı ölçüde duyarlı yapıyor. Çünkü gerçek yaşama kişiler sevmekle bu denli uğraşmazlar. Bu sevme durumu, romanını yazdığı sırada romancının kendi içindeki duygu ve düşüncelerin kitabına yansımasından doğmakta, romanlarda sevginin ağır basması biraz da bundan ileri gelmektedir.

İkinci nedeni: Yazarlar ölümden olduğu sevgiden hoşlanıyorlar; çünkü romanlarını kolayca sona erdirmelerini sağlıyor.

Güçlü her duygu insanda yanlış bir süreklilik inancı yaratır. Roman yazarları, romanların çoğu zaman evlilikle bitirir; böyle bir bitişe bizim de bir diyeceğimiz yoktur, çünkü bizim kendi özlemlerimizi dile getirmişlerdir.

Roman kişileri, soydaşları olan gerçek insanlardan daha kaypak, ele avuca sığmaz kişilerdir.

Roman kişileri birden doğarlar, ölme süreleri uzatılabilir, az yerler, az uyurlar, yorulup usanmadan başkalarıyla ilişki içindedirler. Roman kişilerinin gerçek insanlardan daha yakından tanıyabiliriz; çünkü roman kişilerini yaratan da anlatan da aynı kimsedir.

Uyku romanda nasıl yer alır?

Romanlarda görülen düşler, ya mantıklıdır ya da geçmişten geleceğin parça parça bir araya gelmesinden oluşan pırıltılı birer resimdir. Bir amaç uğruna kitapta yer alırlar ve bu amaç, kişinin bütün yaşamını değil, yalnızca uyanıkken yaşadığı saatleri aydınlatmaktır.

Romanda beslenme büyük ölçüde toplumsal bir olaydır. Kişileri bir araya getirir. Kişiler ruhsal bakımdan yiyeceğe ihtiyaç duymazlar.

Roman kişisi ne zaman gerçektir?

Roman yazarı bir kişi hakkında her şeyi biliyorsa, o kişi gerçektir. Yazar bildiklerinin hepsini bize anlatmak istemeyebilir, bildiklerinin çoğunu, hatta herkesin açıkça görebileceği şeyleri bile gizleyebilir. Ancak, söz konusu kişi hakkındaki her şeyi açıklamamış da olsa, romancı bizde her şeyin açıklanabileceği yolunda bir duygu uyandıracaktır. Bu duygu ise günlük yaşamda hiçbir zaman edinemeyeceğimiz bir gerçeklik izlenimi yaratır.

İnsanlar birbirlerini ancak üstünkörü anlayabilmektedir, asıl benliklerini isteseler bile açığa vuramazlar. İçtenlik dediğimiz şey gerçek içtenlik değildir bir başkasını tam olarak anlayamayacağımız ummak boş bir beklentidir. Oysa roman kişilerini bütün yönleriyle tanıyabilir, böylece okumadan anladığımız tadın yanı sıra, gerçek insanları anlayamamanın sakıncalarını giderme olanağı buluruz. Bu bakımdan roman, tarihten daha doğrudur, çünkü kanıtlarla sınırlı değildir. Romancı kişilerini postayla gelen bebekler  gibi sunabilir; uzun süre uyku uyutmadan, yedirip içirmeden yaşatabilir, aşık edebilir, aşktan başka şey düşünmez duruma getirebilir. Yeter ki haklarında her şeyi biliyormuş gibi davransın yeter ki bu kişiler kendi yarattığı kimseler olsun.

Roman kişileri gel deyince uysalca gelirler, ama aslına başkaldırma duygusuyla doludurlar; çünkü pek çok bakımdan gerçek insanlara benzerler. Kendi başlarına buyruk olmaya çalışır, bu yüzden romanın amacına ters düşen davranışlarda bulunurlar. Bu kişileri ne çok sıkı denetim altında tutmalıdır, ne de çok özgür bırakmalıdır.

Roman kişilerini yalınkat kişiler, yuvarlak kişiler diye ikiye ayırabiliriz.

Yalınkat roman kişisi, tek bir nitelik ya da düşünceden oluşur. Tek bir cümleyle anlatılabilen kişilerdir. Yalınkat kişilerin bir büyük yararı, romanda ne zaman ortaya çıksalar, kolayca tanınabilmeleridir. Okuyucunun bakan gözü değil de gözü gözü tanır onları; bakan gözler, kişileri ancak özel adları geçtikçe görür. Yalınkat roman kişisi, yazarın bir noktaya tüm gücüyle yüklenmesi açısından önemlidir ve yazara kolaylık sağlar. Yalınkat roman kişileri bir kez okuyucuya tanıtıldılar mı bir daha tanıtılmaları gerekmez.

 

 

 

 

 

Yazdır

Yazar hakkında

Süleyman Kara

Öğrenci ve öğretmenlere faydalı olmak için onlara kaliteli edebiyat sitesi olan edebiyat sultanını sundum.

Yorum yap