Ümit Fakirin Ekmeği (Nezihe Meriç)
O hâlsiz, zayıf kadın, hiçbir şey ummadan yolun kenarında yürüyordu. Başındaki çiçekli eşarbı ağarmış, rengini atmış siyah mantosunun etekleri tarazlanmıştı. Kızgın ağustos güneşinin bütün ışığı diklemesine tepesine iniyor, lastik ayakkabılarının içinde ayakları, terden, yorgunluktan karıncalanıyordu. Hiçbir hayale kapılamazdı. Sağ tarafında, otları sararıp kurumuş, orasına burasına öbek öbek süprüntü, taş kömür külü dökülmüş bir çayırlık, göz alabildiğine, mezarlığa kadar uzanıyor, çayırın orta yerinde sadece, iki sıska at otlamaya çalışıyordu. Mezarlığın servileri o göz alan beyaz ağustos ışığında kara bir küme halindeydi. Şose bitmek tükenmek bilmiyor, boş boş uzanıp gidiyordu.
Kadın, bir ara bayılacak gibi oldu. Ağzının içinde büyüyen diliyle kurumuş dudaklarını ıslatarak çevresine bakındı ve yolun karşı tarafındaki tek ağacın altına yerleşmiş olan gezgin şerbetçiyi görerek o tarafa doğru yürüdü. Bir an aklından bir şey geçirerek dikildi, sonra vazgeçerek gidip kenara çömeldi, sırtını toprak duvara dayayarak yavaşça: “Of anacım!” dedi.
Yeşil boyalı araba, donuk donuk parlayan güğümler, güler yüzlü bardaklar, sulanan gölge yerler, insanın içini biraz olsun açıyordu. Yaşlıca bir adam olan şerbetçi, arkalıksız, alçak bir iskemleye oturmuş, başına bir mendil örterek ağaca dayanmış uyukluyordu. Kadınla hiç ilgilenmedi. Şimdi biri duvarın, biri ağacın dibinde karşılıklı oturuyorlardı. Kadın, başörtüsünü açarak ucuyla yelpazelenmeye başladı. Otuz, otuz beş yaşlarında, kara kuru, çukur çukur ela gözleri olan bir kadındı.
Havada sıcak, ağır bir sessizlik vardı. Şerbet güğümlerinin çevresinde bir iki sinek fırıl fırıl dönüyor, şoseden hızla otomobiller geçiyordu.
Kadın bir ara gözlerini kırpıştırdı. Çevresindeki her şey, uyuklayan şerbetçi, beyaz parlak şose, karşı¬daki çayırlık, sessiz, sıcaktan bitik bir hâlde ondan uzaklaşıyormuş gibi oluyordu. Başını duvara dayadı ve içi geçti.
Biraz sonra, gözlerini araladığı zaman, şerbetçinin bakışlarıyla karşılaştı. Bir, on on beş dakika uyu¬muştu. Şerbetçi, mendilini dazlak kafasında gezdirdikten sonra, ona bakıp pufladı:
– iyice yorulmuşsun.
– Ehh!
– Bu taraflarda mı oturuyorsun?
– Şurada, ilerde, Kısıklı’da.
– İstanbullusun galiba?
– Üsküdarlı.
– Yaaa! Ben de Üsküdarlıyım.
– Ben çok oldu çıkalı. Gurbet gezdik epeyce.
– Kocan ne iş yapar ki?
– Kocamla değil.
Bir sessizlik oldu, sonra kadın iç geçirerek:
– Evlatlıktım senin anlayacağın, dedi.
Bir zaman sustular. Sonra yine kadın, kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti:
– Çok iyi insanlardı. Ah… ahh… Görmediğim yer kalmadı sayelerinde. Taa… Kars’a marsa kadar gittik.
– Vay! İyi. Oraları çok vahşilik derler ha!
Kadın eliyle belirsiz bir işaret yaptı ve başörtüsünün ucuyla terini kuruladı. Pek düşünceli görünüyor, hafif hafif iki yanına sallanıyordu. Şerbetçi başını çevirerek tükürdü, mendili kafasında dolaştırdı. Geçen bir taksinin arkasından uzun uzun baktı, yine pufladı:
Biraz esinti çıksa…
Kadın hiç sesini çıkarmadı. Bir ara göz göze geldiler. Şerbetçi:
– Ben seni birine benzetiyorum, dedi. Ama çıkaramadım.
«.adın kayıtsızca cevap verdi:
– Kim bilir? insan insana benzer.
– Evli misin sen?
– Evliyim ya tam on dört senedir.
– Senin bir derdin var galiba ha?
Kadının ela gözleri doluverdi ve sanki bu lafı bekliyormuş gibi hemen ağlamaya başladı. Daha sonra, soluk yanakları renklenerek arada bir mendilini yüzüne kapayıp iki yanına sallana sallana ağlayarak şerbetçiye her şeyi anlattı:
Önlerinde uzanan şosenin bir başında Numune Hastahanesi, çok uzaklarda, öbür ucunda bir köşk harabesi vardı. Numune Hastahanesi’nde safra kesesinden ameliyat olmuş, zayıf düşmüş bir adam yatıyordu. Kadının kocası, badanacı Hasan, sarı, kıvırcık saçlı, mavi gözlü, iri yarı olmasına karşın, gacuk gibi saf, iyi kalpli bir adamdı. Geyveli. O hastalanmadan önce gül gibi geçiniyorlardı. Öyle üst baş yapamıyorlardı ama hem kızı okutuyor hem iyi yiyip içiyorlardı. Kız da boncuktu. Boncukların mavisi, sessiz, nazlı, çalışkan. Daha ilkin üçündeydi ama hep birinci geliyordu. Lakin şimdi işte iki gündür bir çift beyaz lastik ayakkabı için gözyaşı döküyordu. O yıkık köşkün, sağlam olan iki odasından birinde bunlar, birinde köşkü bekleyen bir yaşlı karı koca oturuyordu iki aydır odanın kirasını verememişlerdi. Yine iyi insanlardı da ses çıkarmıyor, hâlden anlıyorlardı. Bugün kadın kocasını dolaşmaya gitmişti. Şimdi yalnız elli kuruşu vardı. Onunla da giderken ekmek alacaktı, kıza da bir kırmızı kalem. Ah ne resimler yapardı, ne resimler. Maşallah, görülecek bir şey. Kocasının memleketine kaç kere mektup yazmışlardı ama… Hasan yattığı yerde içlenip eriyordu. Çamaşıra, ortaya gelince yine Allah razı olsun. Fakat artık hiç takati kalmamıştı.
Kadın gözlerini sımsıkı kurulayarak sustu ve içini çekti:
– Ah, ahh!
Yine bir zaman sustular. Şehrin uğultusu, uzaklardan onlara doğru yayılıyor, hep o iki sinek vızlayıp duruyordu. Şerbetçi düşünceli düşünceli önüne bakıyordu, iyi kalpli, babacan bir hâl gelmişti üzerine. Nihayet “Allah!” deyip kalktı. Elindeki mendili sallayarak sinekleri kov¬duktan sonra, bir bardağa limonata doldurdu. Bardaklar sıcaktan habersiz neşeli şıngırdadı. Adam, çinkonun üzerine dökülen limonatayı alışık bir hâlle silerek bardağı kadına getirdi. Kadın ansızın irkilerek bir şeyden korunmak istiyormuş gibi kolunu kaldırdı. Şerbetçi:
– İç canım, dedi, serinlersin. Hep satacak değiliz ya. Bu da bizim ikramımız.
Kadın gözlerini kapayarak içi yana yana içti ve bardağı uzattı;
– Oh! Allah razı olsun; Allah çoluğunu çocuğunu bağışlasın.
Şerbetçi de tuttu, çoluk çocuğu anlattı: Büyük kızı bir çavuşa vermişlerdi, it hayırsız çıkmış, kız karnında çocuğu ile dönüp gelmişti. Şimdi evde erkek terzilerine vatka yapıyordu. Ortanca, terzi yanına gidiyordu. Küçük daha ilkokuldaydı. Gün görmüş, helal süt emmiş bir karısı vardı. İşte geçinip gidiyorlardı şunun şurasında. Şerbetçi bir baba tutumuyla:
– Ne yapacaksın kızım, dedi. Kul çilesin çekmek gerek. Ehh!.. Allah’a şükür. Senin de kocan iyileşir inşallah. Bizim bir dayıoğlu vardır; Üsküdarlı Rasim’in damadı olur. O da bu safra kesesinden ameliyat oldu, bir şeyi kalmadı. Daha kötü ne hastalıklar var. Yine şükür, ha?
– Şükür Rabb’ime!
– Şöyle okullarda falan bir hademelik mademelik bulamadın mı?
– Nerde… Kimseleri tanımıyorum ki zaten.
Şerbetçi bir zaman düşündü, sonra:
– Bize bitişik oturur, bir avukat Asım Bey var, dedi. O bir şey uydurabilir mi bilmem ki?
Kadın, umutsuzca fakat ela gözlerinde garip bir ışıkla öne doğru eğildi:
– Sahi mi? Bir şey olur mu dersin?
– Eee… Bilinmez. Kul kula sebep derler. Ben akşama ona bir danışayım.
Kadın heyecanlanarak doğruldu:
– Aman gözünü seveyim, senin de çoluğun çocuğun var. Oh kardeşim, bir danışıver bakalım. Ah Allah’ım sen bilirsin…
Yeniden ağlamaya başladı. Şerbetçi kalkıp elindeki bardağı yıkadı, yerine koydu. Bir sigara yaktıktan sonra:
– Ağlama, ağlama, dedi. Allah büyüktür. Sen yarın bir uğra buraya bakalım, belki bir şey uydururuz. Olmazsa öğrenir, sen de vatka yaparsın, benim büyük gibi. Yahut…
Kadın pencerenin önüne oturmuş, ay ışığında tenha mezarlık yollarını seyrediyor ve bir yandan ağlayıp bir yandan dua ediyordu. Şerbetçiden sevinç içinde ayrılmış, yolda “pek kara bir günümüz olursa” diye koynunda sakladığı iki buçukluğu bozdurmuş, günlerdir kursağına doğru dürüst bir şey gitmeyen o maviş Semahatçiği, o küçücük kızı için, kömür, pirinç, salata, yağ almıştı. O hızla eve gelmiş, odanın harap tahtalarını gıcır gıcır silmiş, eski konsolun çatlak aynasını parlatmış, toz içindeki koca taşlığa kova kova suları devirip sıkıca süpürgelemiş, bahçeyi sulamıştı.
Mangalda pilav suyu kaynarken, serin taşlıktan annesinin takunyalarının sesi gelirken, Semahatçık da heveslenmişti. Elini yüzünü ve zayıf bacaklarını sabunlamış, kuyu sularını şakır şakır dökmüş, sonra iskemlenin üzerine çıkarak konsolun aynasında sarı saçlarını taramıştı. Annesi ona neler anlatmıştı: Babası iyiymiş, yakında çıkacakmış… Gelecek hafta, inşallah paraları olacaktı, tramvaya binip babasına beraber gideceklerdi. Annesi “Semahat” çığına artık hep pilav pişirecekti. Bir gün de pirzola yapacaklardı. Annesi ona beyaz lastik ayakkabı da alacaktı, beyaz kısa çorap da. Hatta o küçücük aklıyla kendi kendine: “Belkileyim bayramda taftadan kurdele bilem alırız.” diyordu.
Kadın, serin tahtaların üzerine serdiği yatakta yanağını avcuna dayamış uyuyan küçük kızına bakarak yeniden bir ağlama tutturdu. Çenesi titriyor, yaşlar ay ışığında parlayarak dökülüyor, o iki yanına salla¬narak yakarıyordu: “Sen bilirsin ya Rabb’im, sen bilirsin Allah’ım, sana inandım, sana güvendim Allah’ım, sen büyüksün Allah’ım.” Ve düşünüyordu: Avukat Asım Bey mutlaka bir iş bulurdu canım. Koca avukat. Olmazsa hakikat vatka yapardı. Yahut da… Sonra ağlaya ağlaya zayıf kollarını ve yüzünü pencereden görünen o yıldızlı gökyüzüne kaldırıyordu: “Sen bilirsin Allah’ım, sen bilirsin Allah’ım…”