HAKK-I SÜKÛT
Saatçizadelerin ipek fabrikası bu rüzgârsız öğle güneşi altında ağırlaşan havayı uzaklarda dönen bir uskur uğultusuyla sarsıyor, mini mini çocuklar ateşler içinde yanan fakir mahallenin bu nöbetli nabzını dinleyerek tahta beşiklerinde uyukluyordu.
Aşağıda, Bursa’da, müezzinler ezanlarını okumuşlar; bu taraflarda fabrikalar kalın düdükleriyle öğle paydosunun bittiğini haber vermişlerdi. Artık ta akşama kadar işleyen çarklardan başka bir ses duyulmayacak, yalnız bacalar ateşli nefesleriyle sıcak sıcak soluyacaktı.
Amele Kâtibi Hasip Efendi her tarafı bir defa dolaşmış; kaynar su buharlarının, sıcak hava borularının ısıttığı kırk derecede bunalan genç kızlara bir iki haykırdıktan sonra odasına gelmiş, köşe minderine uzanmıştı. Fakat muşamba perdeleri kızdırarak döşemeye akseden gölgesiz çıplak güneşten rahat edemiyor; yeleğinin düğmeleri çözülmüş, patiska mintanı pantolonundan taşmış, perişan bir hâlde dışarıya bakıyordu.
Dağın vakarlı şekli bir hava gazı deposu gibi sanki geriliyor, şişiyor; patlayacak bir barut mahzeni, bir taş ocağı gibi koparacağı gürültülerden evvelki o korkunç sükûtuyla tehditkâr, bekliyordu. Aşağılarda fabrikaların ziftle boyanmış sac bacaları, ağızlarından hemen koparak aydınlığa karışan duman dilleriyle boşlukları yalıyor; koza saklamaya mahsus böcekhaneler, geniş menfezlerinden, içerilerinin gölge ve serinliğini göstererek bu sıcak muhit içinde sakin, tatlı bir uyku ile dinleniyordu.
Hasip Efendi böcekhanelerden birine çekilerek şu kızgın odadan, cehennem nefeslerini duyduğu mancınıklardan uzakta bir iki saat dinlenmeye karar verdi. Yoluna rastlayan pencerelerden içeri göz gezdirerek yürüdü. Avluda çemberlerinden ayrılmış fıçılar, gaz tenekeleri, üzerinde yeni kesilmiş karpuz kabukları, ısınan gübre yığınları vardı; köşedeki maden kömürlerine akseden güneş; kaldırımlarda hareleniyor, sineklerin ince zar kanatlarını göstermeyen parlak bir ışıkla kayarak ta aşağıya, ovaya doluyordu. Oraları daha sıcak, daha havasızdı; Yıldırım Beyazıt Camii’nin geçen fırtınalardan kurşunu kalkan kubbesi parça parça, gaz dökülmüş bir havuz gibi parlıyor, gökte ışıktan mızraklar dolaştırıyordu.
Böcekhane serindi; üst katta kozaları boşaltılmış, henüz yıkanmış bir bölme vardı. Hasip Efendi oraya upuzun yattı, serinliğe koşan sineklerden rahatsız olmamak için yüzüne mendilini örttü; uykuyu bekledi.
Hasip Efendi kırk senedir böcekçiliğe hasrettiği hayatını, şimdi hasta yatan Fotika’sını, bu katil fabrikaların öldürdüğü, öldüreceği kızları düşünüyordu.
Şüphesiz görüyordu, inanıyordu, artık inanıyordu, her ay bir genç kız zayıflayarak, öksürerek, terlemiş şakaklarına saçları yapışarak, sabırlı, tahammüllü eriyor, bir gün artık evinden çıkamayarak köşesinde ölüyordu. Kırk senedir böyle kaç gencin acıklı ölülerini seyretmiş, kaç genç tabutunun arkasından yürümüştü. Üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, taravetinden, gözlerinin pırıltısından her gün bir zerre kaybederek toprak olan vücutlara şüphesiz acıyor, bu dertlere alışamıyordu.
Hele sevgilisinin de hastalandığı bu korkunç haftalarda fabrikanın cinayetlerine ne kadar lanet okuyor, biraz da kendisi vasıta olduğundan dolayı ne derece ıstırap çekiyordu. Artık iyice fark ediyordu: O geçerken, torunlarını gömmüş ihtiyar nineler başlarını çeviriyorlar, sonra intikamlı gözle kendisini uzun uzun inceliyorlardı, bu beyaz hâleler içinde fersiz, hasta gözler. Onların ne acıklı bir bakışı, ne sessiz bir feryadı vardı; bunları hissettiği, bakışlarından yeis içinde kaldığı hâlde: ‘Öldüren ben değilim!” diye haykıramamak ne kadar gücüne gidiyordu.
Hasip Efendi uyuyamıyordu; amelesini düşünüyordu. Ah zavallılar!
Bir gün kırmızı kurdelesinin süslediği ipek saçlar altında sevine sevine, neşeli, kuvvetli gelen yeniler bir iki sene sonra kuvvetsiz ayaklarını, nalçalı kunduralarını taş kaldırımlar üstünde zorla sürükleyerek kulübelerine çekilirlerdi. Ağrıyan başlarını, yanan göğüslerini dinlendirmek için yalnız altı saat vakitleri vardı; gülmek ve konuşmak için değil! Kim bilir ertesi sabah bu hasta, yorgun gözler ne kadar güç açılır; her kemiği ayrı sızlayan bu zavallı vücutlar, fabrikanın düdüğüne ne zorlukla itaat ederdi? Kim bilir bu hastalıklı sabahlar ne kadar gözyaşları döktürürdü; bu halsiz vücutları sürüklemek güçtü!…
Birden, hep düşündüklerini bıraktı; Fotika’yı hatırladı. O da artık hastalanmıştı. O da artık yatağından pek nadir çıkıyordu. Bu kızcağızı çok severdi. Balıkesir zelzelesinde ölen karısına benzeterek hatta bazı akşamlar, mancınıklar boşalınca ağlardı. Onun fabrikaya ilk girdiği gün narin endamına; biraz hafif, soluk simasına bakarak birçok acımış; kızın nazik ve itaatli nazarları düşkün biçare hareketleri karşısında bu yufka yürekliliği yavaş yavaş sevgi derecesini bulmuştu.
Bir buçuk senedir onunla meşgul oluyor, kalbi yalnız onun üzerine titriyor, onu yanında, yakınında buldukça her iş kolay ve zahmetsiz geliyordu. Fotika bazen evinden çıkmaz bazen şehre yahut köydeki akrabasına inerdi. O günler Hasip Efendi’ye karanlık, kederli gelir; çalışmaz, işsiz, dalgın gözleriyle penceresinden uzaklara bakardı. Zaten bu mesele biraz da etraftan duyulmuş, koza ayıran mahalle ihtiyarları birbirlerine bunu fısıldamışlardı.
Amele kâtibi başka kızlarda görmediği şeyleri Fotika’da buluyor, gözleri uzun müddet onun iki mavi boncukla süslenmiş ayakkabılarında, taşları düşmüş tarağında dinleniyordu. Bazı vesileler olurdu ki amele hep birden güler yahut bir yere bakardı; Hasip Efendi bu sırada yalnız sevgilisini, onun parlak dişlerini, koyu ela gözlerini seyreder, o ne kadar lezzet alırsa veyahut şaşarsa kendisi de o kadar memnun olur, onun kadar şaşardı.
Bu aşk, bazı güzel geceler tatlı bir rüya gibi onun hasretle, iştiyakla yanan göz kapaklarını dinlendirir, bazı zamanlar ise bir sancı gibi uykularını kaçırırdı. Nihayet bir buçuk senedir neden beklediğini hâlledemeyerek evlenmeye karar vermişti. Bir hafta başı, amelelerin ücretlerini dağıtırken usulca ona doğru eğilmiş, hazırladığı dört çil çeyreği Fotika’nın sıcak sular içinde taravetini kaybetmiş yumuk avucuna sıkıştırarak: “Bu da fazlası, benim bahşişim!” demişti.
Kız, zaten bunu bekliyormuş gibi almış; şüphesiz pek iyi duyduğunu, bu aşktan nefret etmediğini göstermek için gözlerini kaldırarak ona bakmıştı. Hasip Efendi bu teşekkür karşısında anlayamadığı bir sebeple kızarmış, utanmıştı. (… )
O sırada aşağı fabrikada hastalanan bir genç kız, iki ayın içinde ölüvermişti. Hasip Efendi bunun üzerine Fotika’yı her gün bin korku ile süzüyor, her gün biraz daha hâlsiz görüyordu. Sonra iyice fark etmişti: Fotika rahatsızdı, Fotika sararıyor, eriyordu; Fotika ölecekti… O zaman uykularını harap eden düşüncelerle karar vermiş, onu kozahaneden alarak daha kolay, daha temiz havalı bir işe, iplikhaneye koymuştu. Kız artık laubalileşmiş, hiçten bahanelerle işini bırakarak onunla konuşmaya, yüzüne gülmeye başlamıştı.
Hatta bir sabah pek erken, karanlık odada, amirinin neşesinden, şakalarından pek çok hoşlanarak şımarmıştı.
Hâlbuki Fotika birden hastalanmış; Hasip Efendi onun gelmediğini görerek sordurduğu vakit: “Çok başı ağrıyor.” cevabını almıştı. “Eyvah!” diyordu. Artık kız yatıyordu, ninesi iyi olur ümidiyle fabrikaya gelerek, kovmasınlar diye amele kâtibine yalvarıyordu. Hasip Efendi teminat veriyor, para gönderiyor fakat onun her hafta biraz daha fenalaştığını, biraz daha mezara yaklaştığını haber alarak fabrika sahiplerine küfürler ediyordu.
İşte bu sabah yine ninesi gelmiş, onunla dertleşmişti. Hasip, doktor getirilmesini söylemişti. “Parasını ben veririm, ilaçlarını da yaptırırım!” demişti. Bu akşam işi bittikten sonra Mecidiye Caddesi’ndeki Ermeni doktoru bulacak, korkularını hâlledecekti. Acaba kurtulabilir miydi? (…)
Tahta sedirden yavaşça kalktı; geniş nefesliğin önüne geldi. Aşağıda, Mudanya’ya inen tenha ve güneşli yol üzerinde bir duman koşuyor, Fildar köyünün teneke damları bıçak sırtı gibi keskin akislerle parlıyordu.
Şimdi ovanın hemen her yolu üzerinde çırpınan bir toz bulutu vardı, rüzgâr çıkacaktı. Birden yapraklar şiddetli bir titreme içinde hışırdadı; bacanın altında biriken tozları daha henüz her yerde hissolunmayan bir rüzgâr parçası savurdu, topladı; sonra mintanını kabartan, yüzünü sıcak bir nefesle yakan hava her tarafa hücum etti.
Saat dokuza yaklaşmış olmalıydı, meltem çıkmıştı.
Uzun karlı günleri takip eden yıldızlı bir gök altında, bu gece, yine fakir mahallede bir ölü vardı. Nihayet Fotika, aylarca öksürdükten, sızlandıktan sonra artık susuyordu; ölmüştü.
İhtiyar ninesi, avucunda tuttuğu elin soğuduğunu hissedince hastanın suya gömülü yuvarlak vapur camları gibi kirli bir şeffaflıkla dumanlanan gözlerinin dikilip kaldığını gördü. Usulcacık, incitmekten korkarak kapaklarını indirdi, sonra ağır ağır gitti, Meryem’in resmi önünde diz çöktü.
Evet, Fotika ölmüştü. Yarın akşam, bu saatte, onun yarım senedir köşeyi dolduran yatağı artık boştur; ocakta yanan çıralar, şakakları terlemiş zayıf yüzüne artık renk veremez, Meryem Ana kandilinin inatçı gözü artık hastadan dua dinlemez. Çorbanın buğularıyla pembeleştirdiği beyaz göz kapakları artık daima kapalıdır; artık daima odanın esrarlı ağzı o zavallı öksürüklerden şikâyet etmeyecektir.
Hasip Efendi, ertesi sabah bu haberi alınca o kadar müteessir oldu ki yerinden kımıldanamadı; buğulu gözlerinden süratli, iri birçok yaş döküldü.
İpekçi kızlar birer ikişer, kömür tozlarıyla kirlenmiş karlara basarak fabrikaya giriyorlar, kümeslerine dönen bir ördek sürüsü gibi işlerine dağılıyorlardı. Kapıdan çıkarken papaza tesadüf etti. Bu; ihtiyar, uzun simalı, iri kemikli bir adamdı, gırtlağında oynayan sivri çıkıntısıyla, haddinden uzun, kirli, çürük dişleri ile konuşurken karşısındakilerin gözlerini alır, ayrıldıktan sonra bile insanın hayalinde bir zaman bunlar canlı kalırdı. Acele işler arkasında koşmakla geçen ömrü daima onu koştururdu. Yürürken en sakin havalarda bile uzun, lekeli eteklerini havalandıran bir rüzgâr yapardı. Selamlaştılar, konuşmaları lazım gelirmiş gibi durdular. Hasip Efendi dedi ki:
— Çok acıdım zavallı kıza… Öbürü cevap verdi:
— Evet, ben de…
Yine durdular; ayrılamıyorlardı. Her ikisi de sanki bu geçen vaka üzerine birbirlerinden izahat isteyeceklerdi. Yine Amele Kâtibi Hasip Efendi söze başladı:
— Ben elimden geleni yaptım, dedi. Doktor getirdim, ilaçlarını verdim, nafakalarını yolladım… Papaz, ihtilaçlı bir sesle söylendi:
— Doğru fakat bunlar fayda vermedi; onu da hepsi gibi sizin fabrikalarınız öldürdü; daha da çok öldürecek.
Hasip Efendi hiddetle karşısındakine baktı; kendisinin de doğru bulduğu bu hakikati şu adamdan işitmek, suçlu bulunmak ona ağır geliyordu.
Papaz şimdi Avrupa fabrikalarını anlatıyor; karşısındakinin cehaletine karşı hâkimane bir tavır alarak çalışma saatlerini, ücretleri, bütün bu yoldaki kanunları, kavgaları, isyanları hepsini birer birer, mühim kelimelerin üzerinde dura dura izah ediyordu.
Hasip Efendi bugüne kadar zannederdi ki hükûmetin bu işe müdahaleye hakkı yoktur. Bunlar yalnız fabrika sahiplerinin takdirine, merhametine, halkın ricasına, niyazına bağlıdır; amele daima çalışır, en kötü şartlarla çalışır, hak isteyemez, haklı olan daima zenginlerdir. Şimdi anlıyordu ki milletin menfaatleri üzerine titreyen kuvvetli bir kalp lazımdı; onu ikaz etmeli, icbar etmeliydi.(…)
Ertesi gün Fotika gömüldü. Çan kulesinin sadasına her taraftan koşan amele; salipler, tasvirlerle dolu günlük kokularıyla mum dumanlarına boğulmuş loş kilisede birleşiyorlar, işlerine yetişmek için duanın bitmesini bekliyorlardı. Dışarıda, nalçalı ayak izlerini örten yumuşak bir kar dökülüyordu. Mahallenin mezarlığını ilk kış fırtınaları harap etmiş, duvarların bazı yerlerini çatlatmış, haçları eğriltmişti. Onun cesedini getirenler ziyaretten istifade etmişler, aile mezarları üzerine eğilerek yerlerinden çıkan tahta işaretleri, kayıtsızca düzeltmişlerdi.
Hasip Efendi, akşam, fabrika sahibi Saatçizade Hidayet Bey’in gelmesini bekledi. Saat on birdi; bermutat zeytuni kupası kaldırımlar üzerinde, kara rağmen gür bir ses çıkararak dairenin önünde durdu. Sahi o ne sevimsiz bir adamdı; şimdiye kadar bunu niçin fark etmemişti? İri karnı, yassı vücuduyla sonra kavun kafası, mini mini kirpiksiz gözleriyle Hidayet Bey, kurşun kalemleri üzerindeki hayvan resmine, timsaha benziyordu.
Hesaplara baktılar, iş üzerine birçok konuştular, gidiyordu. Hasip Efendi kayıtsız gibi pencereden bakarak garip bir sesle:
— Fotika öldü, dedi; sonra odada garip ahenkle inleyen kendi sesine de yabancı kaldı. Öbürü hatırlamadı:
— Fotika mı, dedi, kim o?
Hasip, ateş gibi kızardı, hiddetle cevap verdi:
— Burada çalışan bir kız, güzel bir kız, altı aydır yatıyordu… Hidayet Bey:
— Ya öyle mi, dedi, kapıya doğru yürüdü. Amele Kâtibi yerinden kımıldamadı fakat hâkim bir sesle söylendi:
— Onu burası, bu fabrika öldürdü; her sene bir iki kurban veriyoruz, günahını çekeceğiz. Fabrikacı döndü, hayretle, esefle memura baktı, sonra mırıldandı:
— Buna biz ne yapabiliriz, hastalık, ecel!
— Yok efendim yok, ecel değil, hastalık değil…
Şimdi anlatıyordu! Dün öğrendiklerini, düşündüklerini hiç saklamayarak, en şiddetli kelimeleri kullanmaktan çekinmeyerek söylüyordu, öteki susuyor, dinliyordu.
Mangalı küllenmiş bu soğuk, karanlık odada Hasip daima camdan yağan kara, Fotika’nın mezarını örten iri kara bakıyordu; Saatçizade bir cevap bulmak, bir şey söylemek arzusuyla hâlâ duruyor, arıyordu. Hasip’i kolundan tutup bir amele kızı gibi sokağa atmak kolay değildi; zira iş zamanı fabrika ustasız kalacaktı; zira bu fikirlerle, bu isyan fikirleriyle kovulan adamlardan daima çekinmek lazımdı. Şimdi yapılacak muamele hilim, sükûn ve intizardı. İşte bu düşünce ile döndü, kapıyı açtı ve sükûnetle dedi ki:
— Çok hiddetlenmişsin Hasip Efendi, yarın akşama konuşuruz; ben sana, maaşına dair iyi bir haber getirecektim.
Amele Kâtibi yerinden fırladı:
— Yok, dedi, benim hesabımı verin, çıkacağım.
Hâlbuki öbürü hiç dinlemedi, yürüdü, paltosunun yakasını kaldırarak avluyu geçti. Orada arabacı, kapıcı ve makinist duruyor, onun iltifatını bekliyordu. Hasip Efendi artık cesaret edemedi hatta yaptıklarına biraz pişman, koridorda kaldı. Bütün bu gürültülerin üzerinde tamir edilmez, yalnız bir şey vardı; Fotika’nın ölümü.
İki gün Saatçizade Hidayet Bey fabrikaya uğramadı. Hatta evinde de yoktu, çiftliğe gitmişti. Amele Kâtibi uykusuz bir uzun geceden sonra âdeta sükûnet bulmuştu; öbürünün hilmi, kendisinin şiddeti arasında birçok mukayeseler yaptı, bazı vesileler buldu, kabahati her tarafa dağıttı, garip bir nedametle işine başladı. Dört gün sonra maaşı artmıştı; şimdi sekiz lira kazanıyordu; işçi kızlar, ölenin yerine geçmek için o dolaşırken gülüşüyorlar, kırmızı kurdele, cam bilezik takıyorlardı. Hayat yine evvelki durgunluğuyla, yine evvelki lezzetsizliğiyle başlamıştı.
Bir yıldızlı gece, ovada kurbağa sesleri duyuluyordu, ılık bir bahar karanlığı altında havada olgun bir meyve kokusu vardı, yaz geliyordu. Hasip Efendi kırlarda dolaşmaya çıktı, dağa tırmanan şosede yükseldikçe aşağıda, şehrin aydınlık kısmı toplanıyor; daraldıkça daha aydınlık, daha canlı görüyordu. Saat dörde doğru fabrikaya dönerken dar, arızalı sokakta aceleci bir gölge ile karşı karşıya geldi, bakıştılar. Papaz, galiba bir ölü evine yetişiyordu. Hasip Efendi birden Fotika’sını düşündü, onu daima sevdiğini anlayarak geçmiş günleri hatırladı; sonra kendisini bu aşka rağmen fabrikaya bağlayan kuvveti, artan maaşının ağırlığını düşündü. Bu bir hakk-ı sükûttu (sus payıydı). İşte susturuyordu; hâlbuki onun zalim ve kuvvetli tesiri altında değil yalnız kendisi, asıl daha yüksektekiler susmuşlardı; daha yükseklerde bile tesirini gösteren bu tedbir sermayedarlara altın, mezarlara ölü yetiştiriyordu.
Hasip Efendi bu fikirlerle biraz teselli buldu, yine bunları düşünerek fabrikanın önüne geldi, arka kapıdan içeri girdi.
Çok latif bir geceydi hatta avlunun her zaman ham ipek ve çirkef kokan karanlığında bile yamaçtaki o olgun meyve rayihası dolaşıyordu. Şüphesiz, Bursa’nın bu yıldızlı bahar seması altında bir şeftali bahçesi gibi rayihalı sık dutluklarında sevdikleriyle buluşuyorlardı.