ACI
“Kime anlatsam kederimi?”
Akşam karanlığı… Sulu, iri iri kar taneleri, henüz yakılmış fenerler etrafında uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını, başlıklarını kaplıyor. Arabacı lona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir vücut ne kadar büzülebilirse o kadar büzülmüş, hiç kımıldamadan yerinde oturuyor. Üzerine bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak. Beygiri de bembeyaz, hareketsizdir. Hareketsizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının sopaya benzeyişiyle o bir kapiğe satılan posta atlara benziyor. Herhalde düşünceye dalmış. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla, hiç kesilmeyen gürültüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine düşen bir mahlûk, böyle uzun uzun düşünmez de ne yapar?
lona ile beygiri, çoktan beri yerinde kımıldamıyorlar. Avludan daha yemekten önce çıkmışlardır, hâlâ siftah etmediler. İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor. Fener ışıklarının solgun alevleri, yeislerini daha canlı ışıklara bırakıyor. Sokağın gürültüsü, daha da artıyor, lona birdenbire:
— Arabacı, Viborg tarafına, diye bir ses işitiyor. Arabacı… Şaşırıyor, karla birbirine yapışan kirpikleri arasında, kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor. Subay:
— Viborg tarafına, diye tekrarlıyor. Uyuyor musun, nedir? Viborg a!
lona, kabul işareti olarak dizginleri çekiyor. Bu çekişle, atın dizginleri, sırtı üzerindeki karlar, alçı parçaları halinde düşüyor… Subay, kızağa oturur. Arabacı, dudaklarını şapırdatır, boynunu, kuğu gibi uzatır, yerinden kalkar gibi davranır. Fazla alışkanlık yüzünden kamçısını sallar. Beygir de boynunu uzatır, sopa biçimindeki ayaklarını büker, kararsız kararsız yerinde kımıldar. Çok geçmeden, aşağı yukarı giden karartılardan sesler işitir:
— Nereye gidiyorsun ulan? Şeytan mı dürttü seni. Sağa al, sağa!
Kızaktaki subay kızarak:
— Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsun, sağa gitsene, der.
Bir karose arabacısı küfreder, sokağı koşa koşa geçerken omzuyla atın ağzına çarpan bir yolcu, lona’ya öfkeli öfkeli bakar, sonra kolundan karları silker, lona, yerinde sanki iğne üzerinde oturuyormuş gibi kımıldar, dirseklerini geniş geniş açar, sanki nerede olduğunu, niçin burada olduğunu anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürür. Subay alaylı alaylı:
— Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altına düşmeye gayret ediyorlar. Birbiriyle sözleşmişler gibi, öyle değil mi?
lona, başını çevirip müşterisine bakar, dudaklarını kıpırdatır… Bir şey söylemek istediği bellidir. Ama boğazından, kısık seslerden başka bir şey çıkmaz.
Subay:
— Ne var? diye sorar.
lona, gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtır, ıkınır, sıkınır, nihayet:
— Benim de beyefendi… bu hafta oğlum öldü.
— Hım… Neden öldü?
lona, bütün gövdesiyle müşterisine döner:
— Kim bilir? der. Herhalde hummadan… Hastanede üç gün yattı, öldü. Allah’tan işte.
Karanlık içinde:
— Yolunu değiştirsene herif… Ne o, köpoğlu köpek, görmüyor musun? sesleri işitilir.
Müşteri:
— Sür, sür, der. Bu gidişle sabaha kadar varamayız. Atı biraz sürsene!
Arabacı tekrar boynunu uzatır, yerinde bir davranır, ağır bir kibarlıkla kırbacını şaklatır. Bundan sonra birkaç defa başını çevirir, müşteriye bakar. Ama o, gözlerini kapar. Dinlemeye hiç de istekli olmadığı bellidir, lona, müşterisini Viborg tarafına bıraktıktan sonra lokanta önünde durur. Gene büzülür, gene hareketsiz kalır. Sulu kar, tekrar başlar. Onu da atını da gene beyaza boyamaya başlar. Bir saat böyle geçer. Kendisi de, beygiri de gene bembeyaz kesilir. Bir saat, iki saat böylece geçer.
Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lâstiklerini kuvvetle vurarak üç genç geçer, ikisi uzun, ince boyludur, üçüncüsü kısa boylu, kamburdur. Titrek bir sesle:
— Arabacı, polis köprüsüne, diye bağırır. Üç kişi yirmi kapik.
lona, dizgileri çeker, dudaklarını şapırdatır, yirmi kapik para değil ama ne yapsın, artık fiyatı düşünmez. Ruble mi, beş kapik mi onca farkı yoktur. Yeter ki, müşteri olsun. Gençler birbirine sövüp sayarak, itişe kakışa kızağa yaklaşır, üçü de oturmaya çalışırlar. Kimin oturup, kimin ayakta kalacağını kararlaştırmaya çalışırlar. Uzun tartışmalardan, karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta durmasına karar verilir. Kambur, yerini alarak lona’nın ensesine üfler:
— Haydi, sür, diye titrek bir sesle bağırır. Atı bir kırbaçla bakalım. Amma da şapkan var, kardeş. Daha kötüsü Petersburg’da bulunmaz.
lona, hi hi, diye güler:
— İşte böyle şapka.
— E, böylesi, sürsene beygirini. Yol boyunca hep böyle mi gideceksin. Yoksa ense köküne indiririm ha.
Uzun boylulardan biri:
— Başım çatlıyor, der. Dün Dukmasov’larda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik.
Öbür uzun boylusu da:
— Amma da atarsın sen, diye çıkışır.
— Vallahi doğru söylüyorum.
— Evet o kadar doğru ki, bitler bile güler.
lona, hi hi, diye güler:
— Baylarımın keyfi yerinde.
Kambur, kızarak:
— Allah cezanı versin moruk, der. Sürecek misin, sürmeyecek misin? Bu sanki arabayla gitmek mi? Şunu bir kamçılasana. Hadi bakalım. Hah, işte öyle. Adamakıllı.
lona, sırtında bir vücudun kımıldadığını, kamburun sesini duyar. Kendisine edilen küfürleri işitir, insanları görür, yalnızlık duygusu, yavaş yavaş ondan uzaklaşır. Kambur, öyle yakası açılmadık uzun küfürlere başlar ki, bitirmeye nefesi yetmez, öksürmeye başlar. İki uzun boylu genç, bir Nadejda Petrovna’nın sözünü etmeye başlarlar. lona, onlara döner, kısa bir sessizliği fırsat bilerek başını biraz daha çevirip der ki:
— Benim de bu hafta oğlum öldü.
Kambur, öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çeker:
— Hepimiz öleceğiz, der. Hadi, sür, sür. Ben daha fazla böyle gidemem, imkânı yok. Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?
— Sen de şöyle hafiften ensesine bir in de…
— Moruk, işitiyor musun? Ensene indireyim mi? Size nezaketli davranmaktansa insan yürüsün daha iyi. İşitiyor musun? Eşek eşekoviç. Sözlerim vız geliyor galiba sana.
lona, ensesine inen tokatları pek duymaz, daha çok sesini işitir.
— Hi hi, diye güler, neşeli baylar. Allah uzun ömür versin.
Uzun boylusu:
— Arabacı evli misin? diye sorar.
— Ben mi? hi hi hi, neşeli baylar. Şimdi bir tek karım var. Kara toprak… Ha ha ha, mezar, mezar… Oğlum öldü de ben yaşıyorum. Şaşılacak şey. Ölüm, yanlış kapı çaldı. Bana geleceğine oğluma geldi…
lona, oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çevirir. Ama o anda kambur, hafifçe içini çeker:
— Hele şükür, gelebildik, der.
Arabacı, yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan hovarda gençlere uzun uzun bakar. Gene yalnız kalır. Gene içinde sessizlik başlar… Bir zaman sönmüş olan acısı gene baş gösterir, daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer. lona’nın gözleri kaygıyla, acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir: gelip geçen binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba? Ama kalabalık, ne onu ne de acısını fark etmeden geçip gider. Acısı korkunçtur, sınırsızdır. Ona öyle geliyor ki, göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa, bütün dünyayı kaplayacaktır, ama gene de bu acı görünmez. O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki, gündüz ışık altında bile görülmez…
lona, elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür, onunla konuşmaya karar verir:
— Kuzum, saat kaç? diye sorar.
— Ona geliyor. Niye durdun burada? Yürüsene!
lona, birkaç adım uzaklaşır. Tekrar büzülür. Kendini acısına verir. Artık insanlarla konuşmayı lüzumsuz sayar. Ama daha beş dakika geçmeden, eğilip kalkar, sanki bir acı duymuş gibi başını sallar, dizginleri dürter. Artık daha fazla dayanamaz: “hana gideyim” diye düşünür, hana.
Beygir, sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar. Bir buçuk saat geçmeden büyük, pis bir tandır yanında oturur. Tandırda, döşemede, peyklerde insanlar yatmışlar, horulduyorlar. Dumanlı, boğucu bir hava. lona, uyuyanlara bakar, başını kaşır. Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur. “Arpanın parasını bile çıkaramadım, diye düşünür. Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran insan her zaman rahattır.” Genç bir arabacı, bir köşeden kalkar. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla boğazını temizler. Su dolu kovaya uzanır, lona:
— Su mu içeceksin? der.
— Evet, su.
— Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş oğlum öldü. Haberin var mı? Bu hafta, hastanede… Olur şey değil.
lona, bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar. Ama hiçbir tesir bırakmadığını görür. Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur. İhtiyar, ah çeker, başını kaşır… Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister. Oğlu öleli nerde ise bir hafta olacak. O ise bu hikâyeyi daha kimseye gereği gibi anlatamadı. İyice, rahat rahat anlatması lâzım. Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler söylediğini, nasıl öldüğünü anlatmak lâzım. Cenaze merasimini, rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması lazım. Köyde, kızı Anisa kaldı. Onun sözünü etmek lâzım. Daha anlatacak neler var, neler. Dinleyen ah çekmeli, ohlamalı, puflamalı. Kadınlarla daha da iyi konuşulur. Budaladırlar ama iki sözle ağlamaya başlarlar, lona: “Gidip beygire bakayım” diye düşünür. Uyumak için her zaman vakit bulunur. Giyinir, beygirin bağlı olduğu ahıra gider, arpayı, samanı, havayı düşünür. Yalnızken oğlunu düşünemez. Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilir. Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getirmek, kendine dayanılmaz bir acı verir, lona, beygirinin parlak gözlerini görünce:
— Yalanıyor musun? der. Yalan! yalan! Arpanın parasını çıkarmazsak saman yiyeceğiz… Evet… Artık ihtiyarladım, arabayı sürecek takatim kalmadı. Arabacılık etmek benim değil, oğlumun harcıydı… O tam arabacıydı… Ne olurdu yaşasaydı… Kısa bir zaman sürer, sonra devam eder: öyle işte kardeşim kısrak… Kuzma loniç yok artık… Allah rahmet eylesin… Boşu boşuna gitti işte… Düşün bir kere. Senin bir tayın var, onun öz annesisin… Bir de bakıyorsun, birdenbire tay ölüveriyor… Acımaz mısın?
Beygir yalanır, dinler, sahibinin ellerine doğru solur..