VAY LÜFER VAY
“Vay lüfer vay!” diye koca balık pazarını inim inim inleten balıkçılar meğer ateş püskürdüklerinden bağırıyorlarmış. Lüfer sözünü duyup da bir parça olsun dönüp bakmayacak İstanbullu farz edemem. Bu mâhi-i lezizi sevenlerden biri de ben olduğum için hafifçe sokularak:
— Arkadaş! Kaça veriyorsun der demez elindeki zıpkını çavalyeye saplı duran kıvırcık, pala bıyık, iyice şehlâ, kırçıl, yırtık dudakları küfre âmâde, maydanoz turralı, bir eli böğründe asılı, madrabaz, onlara mahsus olan fiyakalı bir dikizden sonra:
— Yirmiye!!!! cevab-ı müdhişini verdi, refiki beni mandepsiye getirmek
için:
— Vay lüfer va….yfi diye bir nâra attıktan sonra yanaşarak:
— Al efendi al! sonudur, tabiriyle beni koltukladı ama ben o koltuğa gelemedim. Mübâhase başladı: o yemin eder, balığın gözüne and içer, ben indiririm. Her ne hal ise otuz kuruşu vererek iki buçuk okka kadar aldık. Eve gönderdik.
Uşak lüferleri götürürken üç dert sene mukaddem sayd-ı bahriye olan merakımı düşündüm. O iri lüferleri nazarımda küçülte küçülte çinekop, sarıkanat, koruk lüferi, lüfer, kofana diye söyleniyordum. Serde balıkçılık var a, yüz balıklarını yunustan tutturarak falyanos, orkinos, kılıç diye saydım. Dip balıklarına intikal ederek poçita, altıparmak, torik, palamut, kestane palamudunu hatırlarken lakerdayı da unutmadım. Hain trakonyanın muzipliği zihinden çıkar mı? Levrek, ispendik, kefal, ilarya, donos, sidikli ilarya (çocuklar için medâr-ı müdafaa olur diye yazdım), polanerya, has kefal, uskumru, koloridya, kolyoz, lipari, larbunya, tekir, izmarit, istrongilos, kancor, kıraça, istavrit, kahpe gümüş, kalkan, pisi, kırlangıç, gelincik, iskorpit, mezgit, kaya, dişli kaya, hurma kayası, kömürcü kayası, minekop, ispari, karagöz, saraos, çurçur, lapina, kikla, horosbina, zargana, mercan dahi birer birer göz önünden geçti. O ne heves idi? Kâh saçma ile sahilde dolaşır, kâh adi olta, yüklü, seğirtmeli yemli, zokita, çapari, mairya ile uğraştıktan fazla dalyanda, alamanalarda, ığrıpda, manyatda, kılıç ağında, kanyalı ve torikte, pisi, uskumru, istrongilos çevirmesinde çökertme, kime patırdılarmda uğraşırdım. Livarda balık saklamak, sepetle yeme çıkmak, tonozda araştırmak, seğirtme ile sürtmek, kepçe ile yakalamak, kakıç kullanmak, çamçakla kayığı temizlemek, zokaları civalamak, mazgal etmek, mesinaları tecrübe etmek, katların bozukluğu düzeltmek, kulaç ile iskandil etmek, sabahlara kadar ayazda durmak, üşümek, uykusuz kalmak hep benim işimdi. Şimdi o üç dert seneden biri böyle arlardan mahrum kalan, lüfere hasret çeken benim gibi bir adama akşam taamını beklemek biraz güççedir.
Vay lüfer vay! O gün nereye gittim ise bu sada kulağımdan çıkmadı. Saat on bir buçukta eve gelerek vay lüfer vay’ın hızıyla:
— Balık geldi mi diye sorduk.
— Aşçıbaşıdadır, dediler. Ellerimi birkaç oğuşturduktan sonra yukarıya çıktım. Aman lüfer. Izgarada cayır cayır nar gibi kızarır mı! Kızarır kızarmaz zeytinyağı, limon, hardallı salça içine atılıp da istirahatı için bir müddet bırakıldıktan sonra salata yaprakları arasına gömülüp bu libâs-ı ahdara pek ziyade mütenasib olan maydanosla üzeri örtülür mü? Hem efendim. Koca kayık tabağın içine yatırılan o iştiha-âverân-ı deryadan çıkan rayiha-i lâtifeye hiçbir taamın kokusu rekabet edemez. Bâhusus on kişinin çâşni-bahş-i kâm-ı lezizi olan o beyaz etin lezzeti hiç bir balığın lezzetine uymaz. O kurnaz lüfer, etinin ne kadar tatlı olduğunu bildiği için
tutulurken ettiği naz, sonra yaptığı kurnazlık avcısını fevkalâde tahriş eylediğinden insanın çiğ çiğ yiyeceği gelir.
Vay lüfer vay! diye bağıran o balıkçı benim yerimde olaydı benimle beraber sofrada bulunaydı, herif alabildiğine aşçıya küfrederek:
Vay lüfer vay! diye belki ağlardı, çünkü bizim balıkçılarımız balığı tanıdıkları gibi pişirmesini de bilirler. Bizim aşçıbaşı ise lüferi palamut zannederek parçalamış, kızgın tavaya sokarak kupkuru çıkarıp sofraya yollamış. Aman efendim çıldırmak işten değil. Vehleten evden de palamut aldıklarına hükmederek sofradakilere:
— Lüfer var iken palamut yenir mi diye çıkıştım. Bîçareler balık almadıklarını beyan edince gözlerim dört açılarak parça parça edilen mahlûkun bizim lüferler olduğunu anladım.
Şimdi aşçıyı dövmeli mi, dövmemeli mi? Ben o hiddetle mutfağa inerek biraz söylenmek için kapısını açtım, aşçıbaşı meşgul, herife tabağı göstererek:
— Bu nedir? deyince hiç tavrını bozmayarak:
— Balık! dedi. Artık kızmışım:
— Bu ne balığı? Aşçı yine o tavrıyla:
— Bilmem!
— Sen ne bilirsin! deyince hiddetimi o zaman anladı. Lâkaydlığını bırakarak:
— Ben tava istiyorsunuz zannettim. Bileydim papaz yahnisi yapardım diyerek bir özür diledi ki kabahatinden büyük olsa gerek. Fakat asıl kabahat bende imiş. Ben o balıkları bizim siyahi dadıya tevdi etmeliydim.
Lüferin zuhuru bizim için mukaddem-i serd-i eyyâmı ihtar eder. Sonbahar yürüyor. Kestaneciler bağırıyor; dondurmacıları, avcıları sahlepciler istihlaf etti. Sabahleyin uyumak kabil değil. Sabaha iki saat kala sokaklar arasında ufak fenerleriyle:
— Sahlep! diye bağıran esnafta acaba biraz insaf yok mudur? Herif
alabildiğine:
— Sütlü! dedi mi birinci hecenin keskinliği pencereleri oynatarak aded-i ihtizaz şiddeti ile kulaklara çarpıyor. Kestaneciler ne ise! Onlar gündüzleri seyrediyorlar. Eyvah! Unutuyordum. Bu kış gecelerinde (leyâl-i tetebbu) bendini yazan muharrir için bozacı, mısır buğdaycı, simitçi gibi üç tane muazzib daha var. Bakalım leyâl-i tetebbu sahibi bu üçünün velvele-i dehşet-medârından nasıl âzâde kalarak (terbiye-i medeniye) bahislerini ileriye sürecek? Eğer hanesinde arka odada oturursa belki birşey yazabilir.Ben bile lüfere hasret çektiğim o leyle-i yeldâ-yı iştihâda arka odaya çekilerek şu mektub-ı sûziş-uslûbu tahrirde güçlük çektim.
(Ahmet Rasim, 1900, Şehir Mektupları)